NİLÜFER TAŞKIN
İletişim Yayınları
Nilüfer Taşkın, Bu Bir İsyan Şarkısı Değil kitabında, müzik dışında da, Laz çalışmalarının yakın siyaset tarihinde nasıl işlendiği, bu işlenmişliğin Türkiye tarihinde nelere karşılık geldiğiyle ilişkili çeşitli konulara farklı bir bakış açısı getiriyor.
Nilüfer Taşkın 1980 doğumlu bir Laz. Bu kimlikle tanışması, kimliği benimsemesi Birol Topaloğlu’nun Heyemola albümünü dinlemesiyle başlamış.[1] Laz müziğinin “Düğün salonlarının son yarım saatine sıkıştırılmış kemençe ya da org estrümanlarının yanında” ağıtların, destanların, ninnilerin müziği olduğuna dair farkındalığını böyle kazanmış. Bu kazanılmış farkındalık; Taşkın’ın girişteki cümleleriyle bizi uyarıyor: Yazar Laz kimliğini bir yana bırakıp bize peşi sıra analizler sunmayacak... Bu kadar içerden biri olmak kitaba samimi bir dil katmış, içerden bakıp ana akımın içinde konuşlanmamak, o konfora kendini kaptırmamak, halen memleketinde yaşayan veya metropollere göç etmiş ikinci kuşak Lazlar için de kendilerini yeniden düşünme imkânları sağlıyor.
Konunun çalışılmaya başlandığı tarihten bugüne “Lazona” ile ilgili çalışmalarının da genişleyerek şekil değiştirmesiyle, kitap zamansal açıdan kapsayıcı bir hale gelmiş. Bunda Nilüfer Taşkın’ın yayımlanmamış lisans tezinin “Laz fıkraları ve Lazların kentleşme süreci” başlığını taşımasının da önemi var. Araştırma sürecinin bu kadar uzun bir zamana yayılması bir yönüyle Türkiye akademisinde sosyolojik düzlemde neredeyse hiç işlenmemiş bir konu olan “Lazlık” ile ilgili hâlihazırda ne tür çalışmalar yürütüldüğünün kronolojisi de sunmuş oluyor.
Kitabın alt başlığındaki “Lazlar, Kimlik, Müzik” vurgusu, öncelikli olarak Laz müzik kültürü ile ilgili disiplinlerarası çalışmayı çağrıştırsa da, farklı düşüncelere kapı aralıyor: Sosyal bilimlerin gündeminden düşmeyen kimlik, göç, etnisite gibi kavramları tekrar hatırlatıyor. Teknik açıdan zaman zaman söylem analizlerine başvurulması ise sadece Laz halkı ve Laz aydınları uçlarında iki fikri kıyaslamamızda işimizi kolaylaştıran birer öğe gibi duruyor. Müzik performansı üzerinden gözlemlerle araştırmasını sürdüren Taşkın, “Performansı gerçekleştiren ya da izleyen 15-35 yaş arasındaki ikinci kuşak Lazlar”ı incelemiş. Yüksek lisans tezlerinin kitaplaştırılma sürecinde görülen aksaklıklardan az bir zararla kurtulmaya çalışmış bir kitap Bu Bir İsyan Şarkısı Değil, uzun bir deneme yazısı gibi de okunabilir.
Taşkın, hatırı sayılır bir yoğunlukta Lazların cumhuriyet politikalarındaki temsil edilişi ve bu temsilde kendilerini nasıl gördükleri üzerine de yorumlarda bulunuyor. Lazlar ise “kültür çalışmaları”nı yürütürken, bu hareketin siyasal değil, kültürel olduğunu vurguluyorlar. Belki de bu yüzden yazar, Lazistan yerine siyaseten daha az yüklü olan “Lazona” kavramını kullanıyor.
Müzik dışında da, Laz çalışmalarının yakın siyaset tarihinde nasıl işlendiği, bu işlenmişliğin Türkiye tarihinde nelere karşılık geldiğiyle ilişkili çeşitli konulara da farklı bir bakış açısı getirmiş.
Laz denildiğinde, neden aklımıza en çok fıkra, çay, milliyetçilik gibi kavramlar gelir? Sağcı ya da solcu, Sünni ya da Alevi hangi kimliğe sahip olursa olsun, çoğunluğun belli bir prototip içinde düşündüğü bir Laz kimliğinden bahsetmek bugün olası. Bu durum aydın çevrelerce eleştirilen asimilasyon politikalarının aslında yine aynı çevrelerce ne kadar içselleştirilmiş olduğunu kanıtlıyor. Nilüfer Taşkın, bu stereotip eleştirisinden yola çıkan bir çatı oluşturuyor. Oluşturulmuş stereotipe dahil olmaktan hiçbir sıkıntı duymayan, bunu pekiştiren, “kendi kendiyle dalga geçme yetisine sahip” Lazların yanında, toplumla aynı dili konuşmayan bir Laz aydınlığı müessesesinden de bahsediyor. Lazlık tiplemesinin milliyetçilik zemininde yükselmesi Doğu Karadeniz’de yaşayan Kafkas, Hemşin; Rum ya da Türklerin de sosyal hayatta kendilerinin Laz olarak anılmasının nasıl kabul edilebilir olduğuna da açıklık getirmiş oluyor.
Diğer yandan; 1990’lardan beri Laz kimliğinin (çok güçlü bir şekilde Kürt kimliği ile ilişkili olarak) yeniden üretilmesi de asimilasyon sürecinin Lazlarca sahiplenilmesine, kendi kimliklerinin yok oluşuna zemin hazırlamasına yol açtı. İki toplum arasında iki dillilik, köy kökenlilik gibi benzerlikler, yürütülen “farklı” politikaların sonucunda Lazların orta sınıf halini korumaya çalışmasıyla, yine Lazlar tarafından ayrıştırılmaya çalışıldı. Lazların cumhuriyetten önceki “sınır muhafızlığı” konumu daha en başta devleti iyi olarak tanımalarına sebep oldu. Aslında bu iyilikte, cumhuriyet dönemi çay politikalarının da önemi oldukça büyük. Çay tarımıyla birlikte, yollar yapılmaya başlanıyor. Çay Lazona’ya itibar sağlıyor. Kitapta gülümseyerek okuduğum bir paragrafta Birol Topaloğlu’nun sazı elinden bırakıp, yerine kemençe, tulum gibi Laz enstrümanlarını almasını ilk destekleyenlerin Kürtler olmasının kendisini başta endişelendirdiğinden bahsediliyor. Bu samimi itiraf aslında “siyah öteki” olarak konumlandırılan Kürtlerin karşısında Lazlığın “beyaz öteki” olduğunu vurguluyor. Beyaz öteki kavramının ilk oluşturduğu izlenim oldukça ikircikli. Beyaz ve öteki olmak sanki imkansızlığa gönderme yapıyor gibi görünüyorsa da, Karadeniz bölgesinin müzikal çeşitliliğine karşın, TRT’de bu müzik kültürünün geçmişte tek tip bir nesneye “kemençe”ye indirgenmesi bu imkânsızlığın önüne geçiyor.
Bu Bir İsyan Şarkısı Değil’de “Laz meselesi” ile ilgili çalışmak için çay, geçimlik ekonomi, fıkralar ya da diğer tüketim nesneleri seçilmiş olsaydı, kentli ikinci kuşak profil bu kadar karşımıza çıkmayacaktı. Kitabı okurken, özellikle doksanlarda sıkça duyduğumuz “Ahmet Kaya’nın fikirlerini değil ama şarkılarını seviyorum!” kalıp cümlesini de yanıma almadan edemedim. Bahsi geçen kentli ikinci kuşak kitlenin hatırlayacağı 12 Şubat 1999’da Ahmet Kaya’nın magazin gazetecileri ödül töreninde linç edilmesi, aslında müziğin kimlik politikalarında ne kadar baskın olabileceğinin, “Müziğin ulus devletlerin ilgi alanına giren önemli bir ‘sembolik alan’ olduğunun” da kanıtı. Kral TV gibi döneminin popüler bir müzik kanalında Ahmet Kaya’nın çıkışı, dominant kültürün, medya yoluyla müzik alanını sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışmasına ket vurmuştu. Linç böyle bir şaşkınlığı da barındırıyordu içinde. Nasıl olurdu da, popüler kültürün korunaklı alanında bu sözler duyulabilirdi. Ve bu müzikal türü kendi isteği doğrultusunda şekillendirmesine de bir darbe gibiydi.
Diğer yandan bu durum; Nilüfer Taşkın’ın da çalışmasında neden performans analizinden yola çıktığını da anlamayı kolaylaştırıyor. Kenneth Burke’ nin “Performanslarda sadece yapılan iş değil, aynı zamanda bunu kimin yaptığı, sahne ve niyet de önemlidir” tezinden yola çıkarak çeşitli gözlemlerden yola çıkan Taşkın, bu gözlemlerini kesin ve keskin cümlelerle bize sunmamış. Kentli ikinci kuşak Lazlar içinse şöyle bir önermeden yola çıkmak mümkün; göç eden kişi, kendi özerk yapısı içindedir ve geriye dönüp dönemez. Bu yüzden performanslar, sokaklarda otantikliğinden eser kalmamış şekilde coşkuyla oynanan horonlar, yeni bir performans üretimi. Göç politikalarından, büyük şehirlerin bir avcı gibi göç çeperi oluşturup, göçebeyi içine sıkıştırarak yok eden yapısına direniş olarak da okunabilir sokak horonları. Fakat yine de “tam anlamıyla kentli” değildir. Bu çatışmadan şöyle bahseder Taşkın: “Kendimden birkaç örnekle bu çatışmanın dildeki yansımalarını daha iyi anlatabileceğimi umuyorum. Bir gün, kuzenim ve Laz arkadaşlarıyla birlikte gittiğimiz Empula konserinde şarkılara eşlik etmiş, horon oynamıştık. İstanbul aksanına uyma stresi; gerekliliği duymadan, otomatik olarak iyice koyulttuğumuz aksanımızla ya da yer yer Lazca sohbet etmiştik. Söz siyasete; yani ciddi meselelere geldiği zaman kuzenimin ve benim aksanımızın İstanbul aksanına anında geçiş yaptığını hatırlıyorum.”
Nilüfer Taşkın’a göre kimlik konularında Lazların Kürtlere öncülük ettiği tek şey; eylem günleri dışında kamusal alanda sergilenen performans. Yolu Kadıköy’den geçenler, iskelede sergilenen performansları hatırlayacaklardır. Bu karşılaştırmadan hareketle Lazların mevcut kamusal alanın sahiplerinden biri olarak konumlandırıldıklarını varsayabiliriz diyor yazar. Fakat bu kader ortaklığı Laz kimliğini Kürt kimliği ile birlikte etkileşime koymayı kolaylaştırmıyor. İstanbul’da Kazlıçeşme’de kutlanan 2010 Newroz kutlamalarında Birol Topaloğlu’nun kemençe ile Kürtçe şarkı çalmasının kendisini ne kadar marjinalleştirdiğine kitapta da değinilmiş. Buna benzer örnekler içinde Niyazi Koyuncu’nun Diyarbakır’da verdiği konser sonrasında Karadenizlilerce linç edilmesi, Selçuk Balcı için benzer sebeplerle yerel gazetelerce yapılan karalama kampanyaları da var. Bütün bunlarla beraber elimizde Kazım Koyuncu örneği de var. Nilüfer Taşkın stereotip kavramını Lazlık çerçevesinde o kadar net bir yere oturtmuş ki; kesinlikle Kazım Koyuncu’yu romantize eden bir uslüp benimsemiyor: “Çünkü Kazım Koyuncu bir Lazdı ama Lazlığı Lazcanın tanınmasından başka bir ‘talep’ üretmiyordu. Bu yüzden de Koyuncu’nun ‘makul’ bir kültürel kimlik performe ettiği düşünülebilir” diyor Taşkın ve ekliyor; “Ayrıca politik, entelektüel birikimine değin kent yaşamına başarıyla uyum sağlamış bir göçmen izlenimi veriyordu genç müzisyen. Bu yüzden Lazların hatırlamak istemedikleri acılı geçmişi değil, olmak istedikleri geleceği gösteriyordu.” Fakat yazar, insanlığa dair ortak değerlerin savunuculuğunu yapmasının geniş kitlelerce kabul görmesinin altında yatan bir sebep olduğunu da vurguluyor; onun fenomenlik sebebini, müziğini sadece Lazlara değil, Laz olmayanlara da açması olarak anlatıyor.
Bu Bir İsyan Şarkısı Değil; kısaca 2000’lerin değişen siyasetinden, sınırlarını yeniden çizmeye çalışan bir dünyada, coğrafyalar arası yaşanan göçlerin ortasında, çok yakınımıza bakmamızı sağlıyor. “Metropoldeki Lazlık”la da kimlik çalışmalarının üzerine bir söz de kendisi ekliyor.