SAMET ALTINTAŞ
Timaş Yayınları 2021 192 s.
Boğaz’ın Dört Muhafızı’nı okurken; aklıma David Le Breton’ın Yürümeye Övgü’sü gelmedi değil: “Yürüyüş, çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeçtir.” Samet Altıntaş da “Çünkü kentin izini sürmeye yeltenmek, kendi ruhunu tamamlaya yönelik bir yürüyüştür” diyor. İstanbul şehir kitaplığında bir ilk olan bu çalışma, Boğaziçi’ni koruduğuna inanılan dört ulu kişinin hayatlarıyla beraber bir geçmiş panoraması çıkarıyor.
Peki, kim bu muhafızlar? Aziz Mahmud Hüdâyî, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Yûşâ Aleyhisselam ve Telli Baba. Yazarın da vurguladığı üzere, bu tarihî şahsiyetler etrafında örülen ‘ikinci zaman’lara kapı açıyorsunuz aslında.
Sadece Hüdâyî’nin biyografisini değil, onun şehirlerini de dolaşıyorsunuz, öznenin tarihinde hangi hikâyeler var, en azından haberdar; Şehzade Mustafa’nın katlinden sonra, sütkardeşi Sultan Süleyman’ın Yahya Efendi’ye gösterdiği tavırla ‘devlet’ denen aygıtın hangi refleksleri gösterdiğine şahit; Yûşâ tepesinde antik vakitler-modern saatlerden hissedar; Telli Baba’nın efsane ile gerçeğin tahterevallisinde seyreden yaşamından ‘derin mavi bir bitkinlik’e ulaşıp, düşbaz oluyorsunuz. Üsküdar-Beykoz-Rumeli Kavağı-Beşiktaş hattındaki halatları tutup çektiğinizde, eski bir İstanbul fotoğrafının ortasına buluyorsunuz kendinizi.
Kitap, bir kere zengin görsel arşivi ve meraklısı için kaynakçasıyla titiz bir çalışma olmuş. Daha önce müstakil olarak ele alınmış olan bu dört manevi bekçinin iki kapak arasında toplanmış olması, şehir tarihine ilgi duyanlar için önemli bir kaynak hüviyetinde. Çünkü az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi sadece evliya menakıplarıyla süslenmiş bir türbe kitabı değil bu. Yazar; tarih, tasavvuf, edebiyat, şiir, mimarî ile iç içe ‘geçmiş’, tarihin dipnotlarında kalmış hayatları, olayları yeniden canlandırıyor tabir yerindeyse. Eski-yeni görseller eşliğinde tam anlamıyla mekânlar üzerinden zamanda yolculuğa çıkıyorsunuz.
Samet Altıntaş, Tanpınar’ın ve Walter Benjamin’in anlatılarında gidip gelen mazi bumerangını sıklıkla gösteriyor. Yazara göre, âsâr-ı atika (eski eserler) beklemenin evleri, türbeler de bu yerlerin uykuya (uyağa?) düşen odaları. Zaten çalışmasının ilerleyen sayfalarında şu soruları sıralıyor peş peşe:
“Hiç düşündünüz mü neden belirsizlik içindeki kaybolmuşluktan menkıbelere sığınırız? Çünkü dünyanın geçiciliğine (sahteliğine?) karşı zaman ve mekânüstü öykülerle var oluruz. Hâliyle mitos insanlığın, menkıbe Türk’ün evidir. Sarkıtılan ahiret iplerine bu söylencelerle tutunur, onların sırtına binerek öte tarafa geçeceğimizi zannederiz. Kimi evliya mesellerinde ima edilen imgeye iman, kimi de bu avazı ilzam eder. Zaten hayat da ölüm de kader de tam burada birbirine düğümlenmez mi?”
Salt romantik bir mazi güzellemesi beklemeyin bu çalışmadan. Çünkü tarihin psikosomatik hâline de ışık tutuyor yazar. Tarihin içinde, arkasında, soru ya da ünlem işaretinde kalmış kişileri de vitrine çıkarıyor, artık ‘susmuş’, sessize alınmış olanlara söz hakkı verdikten sonra, “Evet, tarihi kazananlar yazar, peki ya kaybedenlerin hikâyeleri? Onlar neden birkaç cümleyle geçiştirilir? Zamanın zihninde bıraktığı izler, tarihin gergefine işlenen desenler neden derin değildir? Ya da bu kişiler, tarihçi-terzilerin makasıyla nasıl kesilip biçilmiş, aplike edilmişlerdir? Yoksa tarih; hünerli ellerden çıkan bir mazi konfeksiyonu mudur, herkesin modaya uygun kıyafet seçtiği?” diye soruyor.
Lâle kokusu İstanbul’a Hüdâyî tekkesinden yayılmış
Eserin dipnotlarını okumak ayrı bir mesai; ama bir o kadar da keyifli bir izlek, haber vereyim. Mesela, İstanbul lâlesinin Hüdâyî tekkesinden çıktığı biliyor muydunuz? Reşat Ekrem Koçu, meşhur İstanbul Ansiklopedisi’nde bu konuyla alakalı ilginç bir hikâye anlatıyormuş:
“On yedinci asrın büyük şeyhlerinden Aziz Mahmud Hüdâyî tekkesine çileye girmiş, tekkedeki vazifesi ihvanın pabuçlarını dikmek, yamalamak olan bir derviş varmış. Şeyh Efendi bir gün bu dervişin odasına uğradığında, birtakım lâle soğanlarile meşgul olduğunu görmüş. ‘Bunlarla iştigalinden maksat nedir?’ diye sormuş. Derviş: ‘Şeyhim, bunlar doğup büyüdüğüm memleketin dağlarında bitip yetişmiş bir yadigârdır, bir yere ekeceğim. Bendeniz burada terbiye oldum, bakalım himmetinizle bunlar ne olacak?’ demiş. Aziz Mahmud Efendi de ‘Pabuççu lâlesi mübarek olsun!’ demiş. Ve o soğanlardan çiçekçiler siciline lâleler Pabuççu Lâlesi diye kaydedilen çiçek yetişmiş. Bundan sonra evvela Hüdâî dergâhında ve oradan da bütün İstanbul’da lale merakı başlamış.”
Evet, eski İstanbul puzzle’ını tamamlayan bir eser Boğaz’ın Dört Muhafızı. Kitapla beraber uzun yola çıkacaksınız. Size bu seyahatte eşlik edecek isimlerden bazılarıyla yazının ucunu açık bırakalım: Evliyâ Çelebi, Italo Calvino, Hüseyin Ayvansarayî, Bıçakçı Ömer Dede, Muzaffer Ozak, Paul Gustave Doré, Ahmet Yaşar Ocak, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Safer Dal, Samiha Ayverdi, Nurettin Topçu, Neyzen Tevfik, Enver Behnan Şapolyo, Hüseyin Vassaf, Sadettin Nüzhet Ergun, Zembilli Ali Efendi, Şehzade Korkud, Konstantinos Kavafis, Yakup Kadri, Carl Yung, Mustafa Kara, Yahya Kemal, Melih Cevdet Anday, Frideric Handel, Münevver Ayaşlı, Sermet Muhtar Alus, İngeborg Bachmann, Edip Cansever, Pink Floyd...
•