ÇAĞATAY YILMAZ
Notos Kitap 2020 112 s.
"Çağatay Yılmaz acele etmeden, yavaş yavaş anlatıyor, sahneleri zihnimize yerleştiriyor. Öykülerindeki 'ölçülülük' bir meslek hastalığı diyebiliriz. Her bir cümle tartılarak oluşturulmuş; ne bir eksik ne bir fazla. Doğa odaklı öyküleri merkezinde insan ilişkilerinin yer aldığı öykülerine göre bir tık daha yukarıda duruyor kanımca. Derdi olan öyküler anlatması, bunu yaparken de sahici bir dil kullanması 'acemiliği' es geçtiğinin göstergesi."
Doğada her parçanın kendine has özellikleri, her olayın ayrı ayrı açıklaması var, bunların oluşturduğu bütün mükemmel bir döngüyle kusursuz işliyor. Spinoza, “Doğada herhangi bir şey bize gülünç, saçma ya da kötü gelirse, bunun nedeni nesneler üstünde yalnızca sınırlı bilgi sahibi olmamızdır, doğanın bir bütün olarak düzeni ve tutarlılığını bilmediğimizdendir” der. Düşünen bir varlıktan iktidar elde etmek isteyen varlığa dönüşmüş insan binlerce yılda gelişen doğayı bozguna uğratmış, onu anlamak yerine ona hâkim olmak istemiştir. Oysa sanat doğayı anlama çabasından, onu taklit ederek doğmuştur. Sanat eseri doğanın estetize edilmiş parçasından başka bir şey değildir.
Çağatay Yılmaz Bizi Buraya Getiren Şeyler’de doğayı, doğal yaşamı ve tüm canlıları estetik bir bütün içerisinde ele alır; onları ana karakteri, kurgunun bir parçası yapar.
Öykülerinde doğa önemli yer tutar ama onu kutsallaştırmaz Çağatay Yılmaz. Onda kamerasına omuz veren bir belgeselci tavrı vardır, ancak kamerasını kurmacanın gereklerini yerine getirmek için kullanır. Öykülere dair ipuçları verip anlatmadan ne demek istediğimizi kısaca temellendirelim:
“Sarı Noktalar”da, Bienal için sergileyeceği yapıtın hazırlık aşaması olarak daha önce grupla trekking yaptığı rotayı takip eden anlatıcı kurgan alanını kazar ve oradaki yılkı atını ortaya çıkarır. Ormanda tek başına kalarak gece boyunca yaşamsal döngüyü hisseder; hazırlayacağı enstalasyonla bunu izleyiciye yaşatmaktır amacı. Nedir bu yaşamsal döngü? Kuru bir emirle yerlerinden, yurtlarından edilenlerin hiç de uygun olmayan şartlarda yola dökülmesi, bu şartlara dayanamayanların hemen oracığa, yol kenarından az öteye gömülmesi ve anlatıcının kurganı eşip yılkı atını ortaya çıkarması gibi, “Şu günlerde otobanların ya da inşaatların temellerinden çıkmıyorsa, gelecekte çıkacaklardır mutlaka. Parçaları eksik olsa bile, özellikle onları arıyor olmasalar bile mutlaka birinin ayağına ya da iş makinesinin kepçesine takılacak”tır. Evet, döngü budur. En çok anlam kazananın tehdit oluşturduğu yol üstündeki “Sarı Noktalar” yakın görünüp de uzakta parlayan o sarı, küçük ışıklardır.
Çevremiz “Hemen her yere ulaşabileceğini zanneden insanlar”la dolu. Oysa yaşam bizi “Akvaryum” öyküsünde olduğu gibi, bir vadide, sisin içerisinde şarampole yuvarlanmış bir cenaze aracında, arkasında babaya ait tabut, yanında yuvarlanma esnasında ölmüş bir şoför ve çevresinde o doğaya en az bizim kadar sahip hayvanlarla (kurtlarla) baş başa bırakabilir. “Akvaryum”la anlatılan biraz da suda yaşayan balığın suyu bilmemesi, dünyayı akvaryum kadar görmesidir. Sahi, içinde yaşadığımız doğayı ne kadar tanıyoruz?
Çağatay Yılmaz için bir atmosfer öykücüsü diyebiliriz. O iyi bildiğini düşündüğüm, iyi tasavvur edebildiği atmosferleri yaratıyor. Bunda da gayet başarılı. “Akvaryum”da doğanın bir kesitini, ormanı, bize vahşi denen ama yaşamın en doğal parçası hayvanların aç kalmamak için bir kolu parçalayarak yemesini, bir adamın hayatta kalabilmek için babasının cansız bedeninden medet ummasını ve bunu yaparken ajitasyona düşmeden anlatmasını iyi beceriyor Çağatay Yılmaz.
Atmosfer için bir başka örnek: “Çatal Oyunu” öyküsüyle babası, abisi ve abisinin Polonyalı kız arkadaşı ile ava çıkışlarını anlatıyor. Babası iki yıldır av izni bekleyen bir avcıdır. Milli parka gelir, orada küçük bir motele yerleşirler. Kendilerine rehber olarak orman muhafaza memuru eşlik edecektir. Keşif gününde iki geyiğin (birisi hayvanlarca parçalanmış, ki bu da doğal yaşam gerçekliği) çatal boynuzlarının birbirine dolandığını görüp ayırırlar. Bu ayırma sahnesi çok çarpıcıdır; sanki siz de geyiğin bir tarafından tutup onları ayırmak isteği duyarsınız. Sağlıklı geyiği doğal yaşama salarlar. Çünkü ertesi gün avlanacak adaylar içinde o da vardır. İkinci gün abisi ve arkadaşı gelmez ava, bir önceki günden etkilenmişlerdir. Yine uzun bir yürüyüşün ve bekleyişin ardından babası yüz doksan metreden geyiği vurur. Yazar burada bir kamera tutar gibi sahneyi adım adım çeker; bu av işini iyi gözlemlediğinin veya incelediğinin göstergesidir. Yazara tıpkı Hemingway gibi avcılık geçmişi olup olmadığını sormak istersiniz. Ancak okur, “Gözleri göz çukuruna oturtulmuş birer cam küre gibiydi, büyüleyici” cümlesini okurken ne düşünür, bilemeyiz; kendi adıma geyiğin gözünden akan birkaç damla yaş görmek isterdim doğrusu. Avcının yanında yer alarak öykünün anlatılması öykünün niteliğini düşürmez. Okurun görmek istediğinin ne olduğu ile ilgilenmez yazar (ilgilenmemeli de zaten); zihninde sadece o sahne vardır ve bunun da hakkını verir. Öyküdeki aile içi iletişimsizlik, doğal yaşama müdahale eden insanın sıra kendi yaşamına geldiğinde çok başarılı olamadığını gösteriyor.
“O Sese Aldanıp Gelenler” öyküsünde anlatılanlar ıssız dağ yamacında bir arada yaşayan insanlardır. Köpeği ile birlikte nehir kenarında yerleştiği evinde komşusu ve onun tekerlekli sandalyeli kız kardeşi ile tanışmasını, çatı onarımı sırasında sıkışan ayağını, kimseye sesini duyuramamasını, aldığı evin hazin geçmişini ve yine komşusuyla çıktığı bir av sahnesini anlatır. Bu öyküde birkaç öyküye yetecek konu vardır; yazar burada konuları iç içe yedirerek, sinema terimi ile söylersek, her biri için ayrı sekanslarla anlatır.
Aslında hepimiz bir sese aldanıp bir yerlere gitmiyor muyuz; doğanın içindeki bir sese, bazen iletişim kurmak istediğimiz bir insan sesine? Hepsinin altında yatan temel neden, aslında o sese aldanmak değil de nedir? Bu sorulara yanıt arıyor yazar. Yanıttan ziyade, belki de yeni sorulara kapı aralamayı istemektedir.
“Lodos” öyküsünde, adından da anlaşılacağı üzere bir doğa olayını anlatır; lodos rüzgârını. Seher Hanım ve arkadaşı Enis Bey’in misafirleri vardır. Seher Hanım’ın kızı Aysun ve damadı Mete. İkisi de annelerinin bu arkadaşlığına çok sıcak bakmasalar da, biraz zorunluluktan (lodos nedeniyle tekneleri barınağa yanaşır) annelerini ziyaret etmek isterler. Anne heyecanlıdır, yemekler yapar. Ama onları bekleyen sürpriz çok da iyi değildir. Lodos bir öykü karakteri gibi öykünün baş köşesine yerleşmiştir.
Doğal yaşamın insanlara ait belki de en uyumlu parçasıdır karavan. Bazen bohem hayatları, bazen yaşama karşı vurdumduymazlığı yanında barındırır. Dokuz yıl sonra ayrıldığı eşinin ve çocuğunun yanına, karısının hastalığı için karavanı ile birlikte dönen anlatıcı bir süre onların yazlığının bahçesinde kalır. Amaç çocuğu ile vakit geçiren adamın bir arada yaşayabileceklerinin kadın tarafından görülmesidir. O ölmeden önce bunu görmek ister. Ve ardından üçü karavanla birlikte güneye yolculuğa çıkarlar. Ama bir süre sonra yola iki kişi devam edecektir. “Karavan” öyküsü uyumsuzluğun içinde yakalanan uyumun öyküsüdür. Sonradan edinilen merhametin bir işe yarayıp yaramadığının sorgulanması, umutsuzluğun içinde yakalanan umudun dolaylı anlatımıdır.
Çağatay Yılmaz öykülerinde doğa kadar rüyalar da önemli yer tutar. Doğa ve rüya arasındaki benzerlik ikisinin de bizim bulunduğumuz evrende, bize rağmen oluşmasıdır. Sigmund Freud, “Bir rüyanın içeriğini oluşturan tüm malzeme bir biçimde yaşantıdan türemiştir; yani rüya içinde yeniden üretilmiş ya da anımsanmıştır” der. Öykülerde yer alan rüyalar bir şekilde yeniden üretilen veya anımsananlardır. “Çatal Oyunu”, “O Sese Aldanıp Gelenler”, “Alışkanlık”, “Güç Denen Şey”, “Rüyasında Seni Gördü” öykülerinde rüyalar yer alır. Bu rüyalar öykü için birer ayrıntı olarak görülse de öyküye hizmet ederler. Çıkarıldıklarında öykü temelden sarsılır, yıkılabilir. Edebiyatın yaratıcılığı rüyalarla eşdeğer olarak görülebilir. İlki bilinçle oluşturulur, ancak hayal dünyasına ihtiyaç duyar. Ötekisi ise bilinçdışında gece uyurken oluşur, kaynağı yaşantıdır. Bir öykü kitabında bu kadar rüya içeren öykünün yer almasını hoş tesadüf olarak adlandıralım.
Çağatay Yılmaz’ın ilk kitabı Bizi Buraya Getiren Şeyler ile öykü dünyasına ustaca bir adım attığını düşünüyorum. Karakterler çok canlı ve sahici. Kimi karakterleri uzağımızda görebiliriz, ancak onu bize yakınlaştıran yine yazarın kendisi. Atmosfer konusu yine yukarıda anlatılanlardan bahisle çok fotografik ve aynı zamanda masalsı. Acele etmeden, yavaş yavaş anlatıyor, sahneleri zihnimize yerleştiriyor. Öykülerindeki “ölçülülük” bir meslek hastalığı diyebiliriz. Her bir cümle tartılarak oluşturulmuş; ne bir eksik ne bir fazla. Doğa odaklı öyküleri merkezinde insan ilişkilerinin yer aldığı öykülerine göre bir tık daha yukarıda duruyor kanımca. Derdi olan öyküler anlatması, bunu yaparken de sahici bir dil kullanması “acemiliği” es geçtiğinin göstergesi. Bu açıdan baktığımızda Çağatay Yılmaz ikinci kitabını merakla bekletiyor.
•