Zamyatin'in Biz'i

Biz

Biz

YEVGENİ ZAMYATİN

cevap. Fatma Arıkan, Serkan Arıkan İthaki Yayınları 2019 248 s.

"Konunun Cesur Yeni Dünya, 1984 ve Fahrenheit 451 ile ortaklıkları bir tarafa Biz’i diğerlerinden ayıran en büyük farklılık, kullandığı üslup. Retoriğin ve estetik dilin yerini marşlara bıraktığı bir kültür ortamında, bir matematikçi/mühendisin günde bir saatle sınırlandırılmış boş vaktinde tuttuğu günlük olarak düzenlenmiş bir metin okuyoruz. Kısa denebilecek bölümleri, aritmetik ve rakamlarla dilden ve kelimelerden daha çok hemhal olmuş baş karakterin, D-503’ün kaleminden, hem de kısıtlı serbest zamanında çıkıyor."

SEMİN GÜVEN

Birçok bilimkurgu başyapıtının ve telaffuz edilmese de 2002 Hollywood yapımı, Equilibrium filminin apaçık şekilde fikir babası olmasına rağmen bilinilirliği ilham verdiklerine yetişememiş bir bilimkurgu romanı, Rus yazar Yevgeni Zamyatin’in Biz’i. Bilimkurgu türündeki eserler, kendi dönemlerinin sosyopolitik korkularını dile getirmede nispeten tarafsız duruşlarını kurgu olmalarından sağlarken evrensellere dokunabildikleri ölçüde zamansızlaşırlar. Türün severlerini kendine çeken en başat özellik bana göre budur. Biz de dünya edebiyat mirasının bu özelliği en tartışmasız olarak taşıyan örneklerinden biri.

Zamyatin, bir Bolşevik olarak Bolşevik Devrimi sonrasında da öncesi kadar muhalif tavrını korumuş, değerlerinden maruz kaldığı kötü muamelelere rağmen ödün vermemiş bir edebiyat eleştirmeni ve yazar. 1921’de yazılan Biz, dönemin otoriteleri tarafından “ideolojik olarak uygunsuz” bulunduğu için yasaklanmış ve kendi dilinde 1952’ye kadar basılamamış. El altından kaçırılan metnin İngilizce çevirisi ise yazıldıktan birkaç yıl sonra ABD’de okuyucuyla buluşuyor. Böylece janrın anavatanı sayılan ülkelerin bu sıfatı almasında katkısı olan eserlere birinci elden –en azımsanmış deyimle– ilham veriyor.

Konunun Cesur Yeni Dünya, 1984 ve Fahrenheit 451 ile ortaklıkları bir tarafa Biz’i diğerlerinden ayıran en büyük farklılık, kullandığı üslup. Retoriğin ve estetik dilin yerini marşlara bıraktığı bir kültür ortamında, bir matematikçi/mühendisin günde bir saatle sınırlandırılmış boş vaktinde tuttuğu günlük olarak düzenlenmiş bir metin okuyoruz. Kısa denebilecek bölümleri, aritmetik ve rakamlarla dilden ve kelimelerden daha çok hemhal olmuş baş karakterin, D-503’ün kaleminden, hem de kısıtlı serbest zamanında çıkıyor. Çok akıcı bir kitap değil Biz ve sıkışmış bir zihnin hezeyanlı iç konuşmalarını en iyi şekilde yansıtmak için olması da gerekmiyor. Zamyatin gibi son derece entelektüel bir yazarın, tamamen amatör ve edebi yetenekten uzak birinin ağzından yazması daha mı kolay yoksa daha mı zor? Bu tartışılır tabii, sonuçta kullanılan neredeyse mekanik denilebilecek dil, konunun içeriğini güçlendiriyor ve destekliyor. Yazıldığı dönem itibariyle alışılagelmişin dışındaki üslubu, anlatıcının duygu durumunun her bölüm değişmesiyle okuyucunun algısını sürekli açık tutuyor.

Fakat 1984’ü yayımlamadan 3 yıl önce 1946’da yazdığı eleştiriye bakılırsa George Orwell bu konuda benimle aynı fikri paylaşmıyor. Biz’i Cesur Yeni Dünya’yla kıyaslıyor ve Cesur Yeni Dünya’Biz’e göre daha başarılı “bir araya getirilmiş” buluyor. Böyle düşünmesinin sebebi rahatlıkla anlaşılabilir zira kitap bazen ilgisiz bölümlerin arka arkaya gelebildiği kısa kısa 40 bölümden oluşuyor. Diğer taraftan Chomsky, 2013 yılında yapılmış bir röportajının başında Orwell’in bu yorumuna katılmadığını hatta Biz’in, Cesur Yeni Dünya’dan daha geniş algılı (perceptive) bir eser olduğunu düşündüğünü belirtiyor.

 

Yevgeni Zamyatin. (1923, Boris Kustodiev'in fırçasından.).

Biz’in birçok bakımdan (kurgulanan toplumsal yapı dışında tabii) Cesur Yeni Dünya’dan daha fazla ortaklık gösterdiği başka bir bilimkurgu klasiği daha var: nispeten daha geç dönem, 1953’te basılan Fahrenheit 451. Şahsen aynı kıyaslamanın asıl Fahrenheit 451 ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. Her iki kitap da yasaklarla dolu bir gelecek distopyasını, toplumsal sistemin maşası ve en önde gelen koruyucuları baş karakter yaparak aktarıyor fakat bu ortaklıklarının içinde baş karakterlerin duygu durumları açısından aralarında çok temel bir farklılık var. Fahrenheit 451’de okuyucuya geçirilen asıl duygu korkuyken (otorite tarafından yakalanma/bilinmezlik korkusu) okuyucu ile ana karakter Montag aşağı yukarı aynı törel değerlere sahipler – tek farkla; Montag daha rezalet şartlara doğmuştur. Antagonist karakter aslen otoritedir, kendisini açık seçik adı konmuş yasaklarda gösterir ve ondan korkulur. Bu durum Biz’de daha dolaylı, bana göre gerçeğe daha yakın şekilde ele alınıyor. Zira D-503, aynı zamanda hikâye anlatıcısı, yasakları Montag’e göre çok daha fazla içselleştirdiğinden kategorik imperatiflerin çiğnenme ihtimalini, Fahrenheit 451’deki gibi dışsal bir tehdide verilen korku tepkisinin ötesinde adeta kendi varoluşuna bir ihanet olarak algılıyor. Otorite tartışmasız rolünü hiç değiştirmiyor. Bu bastırılmış ve köşeli düşünce şeklinin anlatıcı tarafından bu kadar soğurulmuş olması, ana karakterin okuyucu tarafından benimsenememesi tehlikesini taşırken aslında daha derin bir anlayışla okuyucuya “ötekilik” üzerinden bir sorgulama alanı yaratıyor. Anlatıcının gözünün önünde duran kötülüğü nasıl göremediğine ve nasıl olup da yapay rejimin baskıcılığı dışındaki şeyleri suçladığına şaşırıyoruz. Bu belki de yazarın, dönemin otorite destekçilerini –haklı bulma değilse de–  affetme şekli diye okunabilir.

Bir diğer karşıtlık, insanların alfanümerik şekilde isimlendirildiği bir dünyada anlatıcının insanlara verilmeyen değeri, tuttuğu günlükteki bölümlere vererek onları isimlendirmesi olarak göze çarpıyor. Nispeten düzenli aralıklarla yazdıklarının içeriğini özetleyen üçer isim kullanıyor her bölüm için. İnsan yaratısı ve insan kontrolündeki sistem ve teknolojilerin bireylerin çok üzerinde değer görmesi, kitabın sanayi devrimlerinin ardından yazıldığı düşünüldüğünde tamamen alegorik okunabilir. 

Biz’in bir diğer karakteristik özelliği de okuyucunun üzerinde bırakılmak istenen psikolojik etkinin çoğu zaman renklerle sağlanması. Örneğin birçok yerde rutinlerle hayatın baskılandığını vurgulamak için ortam yeşil bir filtrenin ardından tanımlanıyor. Bu bir tesadüf müdür yoksa kitap Matrix’e de ilham vermiş midir bilinmez ama yazarın duyuların birbirine karışmasına sebep olan sinestezi adında nörolojik bir anomaliye sahip olduğuna dair muhtemel tanısı beni hiç şaşırtmadı. (Bu tanı kesinlik taşımıyor, çünkü yazar hayattayken değil “On Language” isimli makalesinden yola çıkılarak sonradan konmuş...) 

Kitapla ilgili belirtilmesi gereken en önemli noktalardan bir diğeriyse yalnızca konu itibariyle değil ismen de sıklıkla geçen felsefi terimlerin, karşımızdaki metnin aynı zamanda bir felsefe metni olduğunu kanıtlar niteliği. Kitap, bir hatta birden fazla bireysel başkalaşımın, haliyle insani sığışamamanın hikâyesi, bir tarafıyla Heidegger’ın insani huzursuzluğunun kurgusal tezahürü. D-503, sistemi doğrudan kötülemeden, aksine bunu aklına dahi getirmeyerek, hatta devrin propagandalarının tam bir esiri olduğu halde, düşünsel varlığına bir yer arıyor. Zamyatin böylece hikâyenin içinde geçtiği kurgusal geleceği bir yapı iskelesi olarak kullanıyor ve insanın kendi yaratısı olan toplumsal kuralların, hazır kalıpların kendisini sıkıştırıp hapsetmesini metinde de adlı adınca geçen Ratio ad Absordum (saçmaya indirgeme) yöntemiyle okuyucuya aktarıyor. Yani aslında bütün iyi bilimkurgu kitaplarında olduğu gibi bilimkurguyu söylemek istediğine aracı yapıyor. Açıklamak gerekirse, saçma gelecek kadar uzak ve yabancı bir zamana, içinde yaşadığımız devre hiç bakamadığımız kadar tarafsız bakabiliyoruz. Böyle uzaktan bariz görünen doğru ve yanlışların, bir gayret daha düşünülmeye cesaret edildiğinde fark edilen günümüzle paralellikleri bize kendi zamanımızı bambaşka bir açıdan sunuyor. Önceden fark etmediğimiz kalıplarımızın sakilliğiyle böylece yüzleşebiliyoruz. Biz, okura bu karşılaşma fırsatını sunan bir kitap.

Çok eskilerden günümüze süregelen gerçek şu ki tüm bu kalabalığın içinde kendimize bir özgürlük ve “ruh” diye tanımlanan aşkın bir sahiplenme alanı yaratmaya uğraşıyoruz. Bu çaba gün geçtikçe ağırlaşıyor çünkü kapan gitgide kısılırken ‘benlik’ dediğimiz aşkınlık talep eden radikal buhranımız gitgide büyüyor. Biz’de bu durum kendine has şekilde (daha sonra 1984’le kendine eş buluyor) aşk aracılığıyla okuyucusuna geçiyor. Önceleri anlatıcının olumsuz bir güdü, bastırılması gereken hastalıklı bir anomali olarak algıladığı I-330 isimli anarşist kadın karaktere olan ilgisi, sonraları bir tutkuya hatta anlatıcının bütün hareketlerini kilitleyip yönlendiren bir takıntıya dönüşüyor. Anlatıcının bu istemsiz saplantıya tamamen teslim olmadan önceki gidip gelmelerinin ifadesindeki samimiyet estetik açıdan kitabın en güçlü bölümlerini oluşturuyor:

“– Ben I-330. Hemen görüşmeliyiz. Eski Ev’de buluşalım. Tamam mı?

I-330!… Bu beni tiksindiriyor, iğrendiriyor. Neredeyse korkutuyor beni; tam da bu yüzden şöyle cevap verdim:

– Evet!

5 dakika sonra bir hava aracının içindeydik…” 

Diğer taraftan anlatıcı, âşık olduktan sonraki hareketlerinin öznesini kimliğinin bir parçası olan idsel, gelişmemiş ve kontrol edilemez tarafı olarak görüyor. Bu doğal ve arzulanır duygunun baş karakteri kendisine yabancılaştırmasına, kişiliğinin ayrışmasına sebep oluşuna yadırgayarak tanık oluyoruz. Bir başkaldırı gerekçesi olarak kullanılan aşk, klasik Rus romanlarındaki vazgeçilmez hata aklayıcısı rolünü Biz’de “düş (fancy) merkezi” adı altında sürdürüyor ve ‘sistemin mükemmel bir çarkı olma’ idealini olumsuzlama fırsatını okuyucuya güçlendirerek veriyor. D-503 önceden yadırgamadığı hatta tatmin duyduğu rutinlere ve kalıplara âşık olduktan sonra sığamamaya başlıyor. Yazar, böylelikle insan aşkınlığının otoriter sistem tarafından tolere edilememe eşiğini on ikiden vuruyor. Bu kişilik bölünmesi ve kontrol edilemeyen bir alt benlik temasının Freud’un etkisinden kaynaklanması dönem göz önüne alındığında kuvvetle muhtemel.

Zamyatin’in etkilendiği bir diğer isim ise kuşkusuz H.G. Wells. Öyle ki kitabın içeriğindeki Darwinizm’i Darwin’den çok H.G. Wells’ten aldığı söylenebilir. ‘Zaman Makinesi’ndeki insan türünün iki farklı koldan evrimleşmesine tekrar ama bu kez anlatıcının bir yabancı değil taraf olmasıyla tanık oluyoruz. Kültürel çeşitliliğin ötesinde biyolojik bir itici gücün, evrimin kaçınılmaz ve uzlaşıya neredeyse hiç yer bırakmayan ayrıştırmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Yine de roman tamamen mutsuz bir sonla bitiyor denilemez, yazar son sayfalara ihtimali düşük de olsa bir ufak ümit kırıntısı bırakıyor.

İncil referansları bilinir geleneksellikle mesafesini vurgularken, kendi geleneklerini de benzer şekilde özünde bir kurallar ve ritüeller silsilesi aracılığıyla kurmuş bir toplumsal sistemin tüm yapaylığının içinde özellikle son bölümüyle, Aydınlanma’nın yaşanmadığı bir senaryoda, ideallerin yerine bireyi odağa alan anlayışın içselleştirilmemesinin doğal sonucunun totalitarizm olduğunu düşündürüyor kitap bize. Yasakların kalıcı egemenlik kuramayacağını ise kendi kıtalar arası macerası üzerinden en pasifist ama en güçlü yöntemle kanıtlıyor: kendiyle hemfikir zihinleri besleyip milyonlarca okuyucuyu etkilemiş romanlara ilham vererek. Biz, sadece öncü olduğu için değil, bittikten sonra üzerinde düşündürüp sorgulatan pek çok soru barındırması dolayısıyla da okunmaya fazlasıyla değer bir eser.