BİLGEHAN UÇAK
Everest Yayınları 2022 230 s.
"...Gelin buradan kanon meselesine ve post-modern zamanlarda roman müessesesinin dönüşümüne bir köprü inşa edelim. Nurhan Bey ve ailesi etrafında dönen bu aile anlatısı da vesilemiz olsun, çünkü bu konuları konuşmaya sevk edecek derecede iyi tasarlanmış bir romanla karşı karşıyayız."
İşin aslı şu: Genel kanının aksine tanışıklığım olan kişilerin kitapları hakkında nadiren klavye mesaisi yaparım. Her yönden dikenlerle çevrili yazı ve yayıncılık dünyasında yolculuk sürdürmek zannedildiğinden daha zordur. Kişiler, kurumlar, bağlantılar ve “büyük resimler” öz meselelerin öylesine önüne geçmiştir ki, “arı sicilli” bir sanatçı-yazar kalmak imkânsızı kovalamaktır. Diğer camiaları aynalamaktadır bu camia da, çamurdan saraylardaki kirli antlaşmalarla dönmektedir devran.
Camiaya dışarıdan, gri panjurlu evinden bakan her yazı işçisi örüntüleri algılayabilir ve karamsarlığın kara bulutları altında gece yürüyüşlerine çıkar gibi uzaklaştıkça uzaklaşır “meslektaş”larından. Belli ki yeteneğin heder edilişiyle doğru sesin iğdişi arasındaki kederli bekleyişe yandaşlar bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla etik sınırların iyice muğlaklaştığı bu neşeli dönemde yayıncılık da kurtuluş sunamamaktadır. Yazar yazdıklarında derin hakikatler bedenlendirme sorumluluğundan azat edilmiştir. O artık eğlence endüstrisinin sosyo-ekonomik kaosu gizlemek için kullandığı piyonların safında gönüllü çalışmaktadır.
K24’ün Faşizm, Totaliterlik ve Edebiyat dosyasında yazmak üzere beni de davet eden Bilgehan Uçak böylesi bir yazar mıdır, bunu bilemem fakat ikinci romanı çıkmışken, iki romanını da okumuş biri olarak ortaya koyduğu edebi emeğin fazlasıyla göz ardı edildiğini söyleyebilirim. Öyleyse bu bir tanıdığa yazılmış övgü yazısıdır diyebilir miyiz? Hep beraber okuyup görelim.
İlk romanı Akşamlar Artık Serin’den bir yıl sonra yeni romanını yayınlayan yazarın bu kitabının sonunda “Ağustos 2018” ibaresine rastlıyoruz. Demek ki nereden bakarsanız bakın, yazarın üç yıl gerisindeyiz. Öyleyse elinde başka bitmiş romanlar da olabilir. “Ne anlatmak istiyorsun?” dediğinizi duyabiliyorum, “neyin reklamını yapmaya çalışıyorsun?”
Eğer ilk iki romanı okusaydınız, Bilgehan Uçak’ın neredeyse unutulmuş bir romancılık anlayışında eserler verdiğini fark edecektiniz ve belki de aynı benim gibi “ya geçen üç yılda aynı bakış açısında yeni üretimler yapmışsa” diye ürperecektiniz. Acaba yanlış yönde fazlasıyla mesafe katetti mi? Dönüş yolunu bulamayacağı bir karanlığın esaretine mi kapıldı?
Elbette bunlar fazlasıyla dramatik cümleler, artık kimse edebiyatı bu derece önemsemiyor. Yazar saygı duyulan ya da yüceliklere cüret eden, kayıp bir kâşif değil. O, günümüzün sempatik ünlüleri arasına tıkıştırılmış küçücük ufacık “PiaR”cık. Hem sanat ufukları sınırsızken “yanlış yönden” bahsetmek de nedir?
Gelin buradan kanon meselesine ve post-modern zamanlarda roman müessesesinin dönüşümüne bir köprü inşa edelim. Nurhan Bey ve ailesi etrafında dönen bu aile anlatısı da vesilemiz olsun, çünkü bu konuları konuşmaya sevk edecek derecede iyi tasarlanmış bir romanla karşı karşıyayız.
Bilgehan Uçak
Kısacası şu ki, yazar ne yapmak istediğini milimetrik biçimde belirlemiş ve kurgu mekaniğini pürüzsüzce işletmiş. Bu anlamda başarılı bir roman var karşımızda fakat yazılma biçiminden karakterlerin iç dünyalarına dek sanki günümüz dünyasının nostaljik akislerinden imal edilmiş bir çeşit alternatif gerçekliğe sürüklenmiş gibiyiz. İlk romanı da sarmalayan bu aura oldukça tanıdık fakat taklit ya da özenti değil, daha çok edebi geleneğimizin yapıtaşlarından damıtılmış maziye özgü sedanın günceldeki titreşimi.
“Karısının ne diyeceğini bilemeden kapıda duraksayışı, hoş geldin derken kekeleyişi. Gözleri, zamk gibi saçlarında. Eskisinden de koyu artık, simsiyah. Ali, bütün patavatsızlığıyla: Kendi oğlumdan utandım. Gözlerini merakla karısına çevirişi, ‘Beğendin mi?’, bir umut. Karısının sessizliği. Yıkım. Elleri titrerken, üstündeki bakışları dağıtmak umudu; bir şey söylemem lazım! ‘Ben saçımı boyatmadım.’”
Nesilleri mercek altına alan romanın merkezinde saçını boyattığı için eşiyle oğlu karşısında sinir krizine savrulan bu karakter var, Nurhan Bey. Düşlerine ve arzularına ters köşe çizen sahte yaşantısı nedeniyle böylesi detay konularda dahi yüksek duygu dalgalanmalarına tutsak. Gerçek benlik gömüldükçe “persona”nın yani uyum sağlamak amacıyla oluşturulan kaplama kişiliğin zorlandığı ve olur olmaz durumlarda patlayıcı hallere büründüğü psikolojinin uzun zamandır kabul ettiği bir fenomen. Evet, uzun zamandır. Altını çizelim: uzun zamandır.
Bu, kişinin gerçek eğilimlerinin gizlenmesi mevzuu bir dönem dünya edebiyatının temel temasıydı. Özellikle Freud’ün psikolojiyi bilim kılma çabasıyla Jung’un onu metafiziğin sınırlarına sürdüğü kırılma noktasında, kabaca 1930-1960 arasında belki de en çok işlenen konuydu. “Mükemmeliyetçi” toplumlar canavarlar yetiştirdikçe mantığın ötesindeki alan uçurumlaştı. Edebiyatın en iyi dostu psikoloji, geçmişin ozanlarının el yordamıyla işaret ettiklerine yeni isimler giydiriverdi.
O dönemin insanları “gölge”lerini tanımıyorlardı. Karanlığın, püriten iyilik maskeleri ardındaki yılankavi yuvasını milim milim genişlettiğini fark edemediler. Yeteri kadar baskılanırsa “zararlı” eğilimlerin silinip yok olacağına dayanan, çocuksu bir anlayışın zaferini sürdüğü günlerin mamulüydü onlar. İki savaş ve iki atom bombası sonrası nasıl da vahşi, nasıl da ilkel, nasıl da zulümkâr, nasıl da tiksinç olduklarını net biçimde kavradılar ve utancı taşımak bizlere kaldı.
“Gene durakladı, kendi düzeni geldi aklına, esaret. O düzenin bozulmaması uğruna çektikleri, en büyük isteklerden, en büyük arzulardan vazgeçişleri.”
Bilgehan Uçak romancılığı, mazinin insanlarını mazinin buhranlarıyla bugüne taşıyor. Karakterlerin ilişki biçimleri de duygusal akışları da edebiyatımızın gömülü hazinesinden ödünç. İlk romandaki aşk serüveni de, bu romandaki aile çatışması da dünle bugün arasındaki muğlak bir zamana ait. Yazar edebiyat geleneğimizle öylesine yakın ilişkide ki, adeta geçmişle kamufle olmuş.
“Gözlerine farkında olmadığı menevişler yerleşmişti.”
Edebiyat kanonumuz hangi kitaplardan oluşur, edebiyatımızın ana eserleri hangileridir? Bu tartışmalar hâlâ devam ediyor. Büyük romanlarımız var ve fakat “gerçek bir roman çıkaramadık” diyenler de. Kafalar karışık.
Yalnız şu kesin: Tanpınar’ın açtığı modernist yarıktan bu tarafa geçenlerin yolu bambaşkalaşırken, yarığın diğer tarafındaki efsunlu birikimi rehber edinmişler kayıp zamanlarda dolanmakta. Konu oldukça uzun ve fakat 21. yüzyıldayız; gökyüzünde roket izleri, cep telefonlarında coin değiş-tokuşları; neredeyiz, nereye gidiyoruz?
Tüm bunları çözümlemek oldukça zor ve haddinden fazla zorlayıcı. Başaramayabiliriz. Teselliler yeterli mi? Tüm dönemleri ıskalayarak buluştuğumuz bu afet sonrası toplanma alanında “buradasınız” yazısını arıyoruz ve şarjımız tükenmekte. Yazar da oralarda bir yerde işte, tek gözünü kapayarak bakıyor; belki yeteneğinden korkuyor, belki de sorumluluğunun ayırdına varmamış henüz:
“Hep böyle yapıyorsun. Sorunlardan, sıkıntılardan kaçıyorsun. Bu kitaplar da sana o kaçışı sağlıyor; kitapları içinde yazanlardan ötürü değil, seni bizden uzaklaştırdığı için seviyorsun!”
•