ÖZGE SAMANCI
İletişim Yayınları
Söylenmeyenle okuru gülümseten bir metin, daha zor değil mi? Hem de kimsenin anlatmadığı şekilde, kara mizahla değil, hadi uyduralım, beyaz mizahla…
Özge’yi tanıyordum. Uzaktan. Sarışın ve yalnız birine benziyordu. Kampüsteki yurdun kapısında elleri ceplerinde tedirgin bakışlarla hatırlıyorum onu daha çok. Şimdi kitabını okuduğumda bir neslin çocukluğunu, o eski yanlış zamanları, o herkesin girmek istediği güzel üniversitemizde ne çok mutsuz olduğumuzu ve mutsuzlukta yalnız olmadığımızı görüyorum. Görünmez olmayı öğrendiğimiz onca çocukluk zamanından sonra artık görünür olan Özge için bu yazı.
Bırak Üzülsünler-Türkiye’de Büyümek, otobiyografik bir grafik anlatı. “Öteki Taraf” adlı birinci bölümle başlıyor. İzmir’de yaşayan orta sınıf bir ailenin içine giriyoruz önce. 1980’ler. Özge ailenin ikinci çocuğu. Baba ve anne öğretmen. Özge’nin okul düşüncesiyle tanışması ve öteki tarafa geçmek istemeyi onca istemesi. Evlerinden dürbünle görünen okul bahçesine. Annesiyle, okul bahçesindeki ablasına dürbünle baktıkları o pencereden başlıyor ilk çizim. Uzaktan baktığı eğitim sisteminin içine düşmesiyle başına nelerin geleceğinden habersiz. İşte kitap böyle başlıyor. Dürbün incelikle seçilmiş sade bir metafor mu? Eğitim sistemi dürbünle bile hâlâ hepimize çok uzak.
Sonraki bölümlerde 1980 sonrası ülke panoraması alıp başını yürürken biz o yıllara ait ayrıntıların içinde o pek iyi bildiğimiz, tatlı ama buruk gülümsemelerle yol alıyoruz. Okula başlama heyecanı, Atatürk’le tanışma, öğretmenin pembe cetveli, İstanbul’da yaşayan komünist Nihat dayı, 12 Eylül, Dallas, okullar ve sınavlar, başarısızlıklar ve Kaptan Cousteau, tek kanallı televizyon, necefli maşrapa, okul disiplin cezaları, sıra dayağı, sokağa çıkma yasağı, Turgut Özal, Dallas…
Bir grafik romanın/anlatının edebiyat değeriyle ilgili sorularla dolanıyorum bir zamandır. Çizmek ve yanına o kısa, damıtılmış, rafine sözcükleri yerleştirmek, olay örgüsünü bazen yalnızca çizimlerle bazen yalnızca tek bir sözcük ve yüz mimiğiyle ilerletmek. Nasıldır bütün bunlar? Bir karakteri hayal edişimizi nasıl etkiler? Çizenin çizgisini ben nasıl kolayca kabullenirim. Öykü ve grafik roman arasında nasıl bir ilişki kurabilirim? Bir grafik roman yazmak ve çizmek nasıl bir yetkinlik gerektirir? Hem çizimine hem de metnine mi güvenir insan?
Kitap, her bir bölümün kendi içinde ayrı bir öykü barındırdığı on beş bölümden oluşuyor. Her bölüm; başlangıcıyla ve sonuyla, öyküyü öykü yapan o insana özgü, gündelik hayattan ayrıntılarla, samimi ve içten diliyle tamı tamına bir öykü. Her bir çizim ve çizimin cümleleri; kitaptan çıkarıp alabileceğiniz, saklayabileceğiniz, gözünüzün önünde bulundurmak isteyeceğiniz kadar da tek başına aslında. Evet, nostalji rüzgârını arkasına alarak ama bir dönem anlatısı başka nasıl olur ki… Metnin, çizimleri bütünleyen anlatımının üstünde durmak gerekli. Edebiyatı, metinde bıraktığımız boşluklarla tanımlardı bir büyüğümüz. Edebiyatın, o boşluklarda ne kadar çok söz söyleyebildiğinle, ne kadar çok gösterdiğinle, ne kadar çok dokunduğunla ilgili olduğunu… En az sözle çok şey söylemenin büyüleyici gücünü böylece öğrenmiştik. İşte çizimlerle metinlerin hemhal olduğu böyle bir kitapta o boşlukları gördüm en çok. O boşluklarda durdum, zaman geçirdim, düşündüm, gülümsedim. O bize bırakılan boşlukların nasıl şairane serpiştirildiğine tanık oldum. Özge’nin okuru o boşluklarla gülümsetme becerisinin önünde eğildim. Çünkü söylenmeyenle okuru gülümseten bir metin, daha zor değil mi? Hem de kimsenin anlatmadığı şekilde, kara mizahla değil, hadi uyduralım, beyaz mizahla…
Bu yazıda pek çok çizim ve örnek paylaşılabilir ama ben bu kısacık yazıda yalnızca bir tek sayfayı burada anmanın yeterli olabileceğini düşünüyorum. 127. sayfa. Özge yatılı olarak İstanbul Atatürk Fen Lisesi’ne gitmiştir. Okul, 4. Murat’ın av bahçesi üstüne kurulmuştur. Burada geçirdiği zaman içinde İslamcılar ve solcular arasında paylaşılmış öğrenciler ve örgütlü bir şekilde okulu ele geçirmiş İslamcı müdür ve öğretmenler grubuyla karşılaşır. Ardı sıra aldığı disiplin cezaları onu okulu terk etmeye zorlar. Babası okula gelir ve bahçede uzun bir yürüyüş yaparlar. 127. sayfada babasıyla Özge’yi görürüz. Bu iki çizim ve tek sayfada, 12 Eylül’ü, eğitim sistemini, felç olmuş nesli, görünmez olmayı, av olmamayı, hayatta kalmayı, hayatta kalmak için ölüp/av olup hayalet olmayı görebilir, daha da ileri giderseniz orman-ana rahmi metaforundan hareketle hiç doğmamış olmayı istemeye kadar varabilirsiniz. Evet, 1970’lerde doğmuş olmak hiçbir çocuğun hak etmeyeceği kadar ziyan bir hayat sundu bizlere. Bütün bunlardan daha da kötü olan, nesillerin içine doğdukları dünyaları birbirleriyle karşılaştırmaktan korkmak. Hadi soralım: Şimdilerde ilkokula giden çocuklar nasıl büyür?
Görünmez olmanın bütün inceliklerini hayatının erken döneminde, daha en başta layıkıyla yerine getirip sonrasında duvarında asılı Kaptan Cousteau posterinin üstündeki periyodik cetveli söküp atan Özge, bizi bu erken dönem beyin kanamasından, elimizi ayağımızı sürüyerek yürüdüğümüz, süründüğümüz yollardan, tırnaklarımızla kazıyarak soymaya çalıştığımız kabuklarımızdan güzel mavi sulara götürmeye çalışıyorsun, anladım. Deniz gözlüklerimiz su almıyor, pahalıya patlamış olabilir ama şimdilik buradayız, sınırlı bir süre… Ve hep yeniden başlanabilir.