ÖMER FARUK
Altıkırkbeş Yayınları 2020 256 s.
"Kitabı okurken zihnimizden geçen düşünceler tıpkı kitabın kendisi gibi çok katmanlı bir şekilde birbirini tetikleyerek akıyor. İnsan türünün varlığını sürdürebilmesi artık kritik bir noktaya dayandı. Süregelen düzenin bizi sıkıştırdığı yer öngörülemez, ele geçirilemez, bilinmez olanı tercih etmeyi kaçınılmaz kılıyor. Yazarın deyişiyle uçurum korkusunu artık yenmek zorundayız."
Her hatırlama bir yeniden tanımlama sürecidir. Geçmiş yeniden üretilir. Ve her yineleme bir farklılaşımla kendini gösterir. İnsan denen canlı türünün dünyadaki varlığının devamı için tarih boyunca söylenen ve bilinegelen, ancak hiçe sayıldığı için düzene terk edilen gerçekler, Ömer Faruk’un Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos adlı kitabında kışkırtıcı, çarpıcı, düşündürücü bir dille bize yeniden hatırlatılıyor.
Kendini tekrarlayan kafiye gibi cümleler, boş bırakılan sayfalar, dipnotlarla paralel giden okumalar biçimsel olarak okura farklılık sunuyor. Bu farklılık yazarın üslubuyla birleştiğinde kimileri için okunması kolay, kimileri içinse oldukça zorlayıcı bir kitap olarak nitelenmesi kaçınılmaz. Sayfalar ilerledikçe anlatıyı besleyen kaynaklar kitaplarla ve makalelerle sınırlı kalmayarak sinemadan, şiirlerden, romanlardan, belgesellerden, hatta dizilerden çeşitlilik içerecek şekilde, zenginleştirilmiş bir halde karşımıza çıkıyor.
Freud arkeoloji ve psikoloji arasında benzerlik ilişkisi kurarak en temeldeki bilinçdışına ulaşma çabasını bir hazine keşfedercesine, kat kat kazıma olarak nitelemiş ve bu çabanın sonucunda varılan yeri, “nereye gittiysem benden önce oraya bir şairin uğradığını görüyorum” şeklinde ifade etmiştir. Uygarlığın Huzursuzluğu’nda Alman edebiyatçı Goethe’den yapılmış birçok alıntıya dipnotlarda rastlarız. Sanat farklı yollardan geçerek aynı gerçeklere hisler üzerinden ulaşmanın gücüne sahiptir. Kaos’un dipnotları da sanatın bu gücünü anlatısının gücüne eklemiş, ilgilenen okurlara ajandalarına not edeceği pek çok film ve kitap sunmuştur.
Düzen ve Kaos
Yabanın evcilleştirilerek “düzen”e sokulmasının faili olan insan, devlete ve düzenli orduya varacak şekilde kurduğu bu sistemin içinde özgürlüğünden taviz vererek yaşamayı seçmiştir. “Empotansına muktedir olmak kıyıdaki güvenli alandan çıkarak sonsuz olanaklar ırmağına geri dönmektir” diyen yazar “yaban” olarak öngörülmez ve ele geçirilemez olanı imlemektedir. Meşrulaştırmak için “düzen” tarafından içine korku faktörü eklenerek anlamı değiştirilmiş, adına “kaos” denmiş ve yabanın yerine konmuştur. Yazar bunun başlangıç noktası olarak “çitleme hareketi”ni, (enclosure movement) “çit”i alır. (s. 34-39) Ne diyordu Rousseau: “Her kim ki bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burayı mülk edindi ve benimdir dedi, işte bütün kötülükler bundan sonra başladı.”[1]
Düzene geçilmesinde önemli bir adım olan işbölümü konusuna temas eden ilk düşünürlerden biri de İbn-i Haldun’dur. İşbölümüyle birlikte süreç ve istihdam her biri ayrı kişiler tarafından yürütülen parçalara bölünmüş ve bu uzmanlaşma sayesinde kazanç artmıştır. Artan getirilerin uzmanlaşmayla ilgili olduğu tezi Platon’a kadar uzanır. İşbölümü artan getiri sağladıkça şehirlerin ortaya çıkışı ve gelişimi hızlanmıştır. “Düzen” zaman içinde kendisini sağlamlaştırarak banka, üniversite, gökdelenler, borsa, medya, kamu kurumları gibi örgütleniş biçimleriyle büyür. (s. 39)
Aslında tam bu noktada işbölümü-artan getiri ilişkisini düşünebiliriz. Toplumsal yaşamın insan doğası için kaçınılmaz gerekliliği gerçeğiyle yaşamak, ötekine muhtaç canlılar olarak insan denen varlık için “düzen”den kaçışı imkânsız kılmaktadır. İbn-i Haldun’un Mukaddime adlı eserinden 398 yıl sonra, Adam Smith de işbölümü konusunda benzer görüşler ifade etmiştir. İşbölümü üretimde verimliliği artırır, nüfus arttıkça piyasa genişler, piyasa genişledikçe işbölümü artar, belirli bir artıdeğer üreten insanlar şehirlere yönelir.[2]
İnsanın hayatını sürdürebilmek için kaçınılmaz olarak kurduğu düzen bugün geldiği noktada bir kaos ve onun sonucunda da yeni bir düzen ihtiyacı doğurmuştur. Kitabın ifade ettiği anlamda söyleyecek olursak, “yaban”a dönüş bugün her zamankinden daha önemlidir.
İnsan nüfusunun ve tüketiminin aniden hızlandığı dönem 1950 yıllarına rastlamaktadır. Bu dönemden itibaren alüminyum, beton, plastik gibi maddeler artmış, ağırlıkları ilk defa gezegendeki bitkilerin ve hayvanların ağırlığını aşmıştır. Ormanların ve doğal ortamların kaybı nedeniyle bu oran “yaban” aleyhine hızlı bir değişim içindedir. İnsanlığın dünyaya olan etkisinin en üst düzeye çıktığı bu çağ Antroposen olarak adlandırılmıştır. Bu değişimin bizi götüreceği yerin neresi olacağı, gelecekte nasıl bir toplum kurulabileceği üzerine düşünen yazar, “bütünlüklü, gerçek bir insan olarak hayatımızı sürdürebilmemiz mevcut kimliğimizi önce imha etmemiz ve sonra yeniden icat etmemize bağlıdır” diyerek “öteki” korkusu yerine “uçurum” korkusunu dikkate almamızı istemektedir.
Bu noktada yazarın belirttiği “öteki korkusu”nu Kohut’un “kendilik psikolojisi” kavramı üzerinden okuyacak olursak, kendilik psikolojisinin ana yolu özne ve nesne arasındaki ilişki meselesidir. Sevilen, istenen, doyurulan ben bağlamında Kohut destek görme ve beslenme arzularının yaşam boyu sürdüğünü, çocuk ve kendilik nesneleri arasındaki kusurlu bir etkileşimin hasar görmüş kendilikle sonuçlanacağını söyler. Kendiliği hasar görmüş bir insan (büyüklenmeci ya da değersiz kendilik tasarımları) çocukluk döneminde yanıtsız bırakılan bazı gereksinimleri yetişkinlikte tekrar canlandırır. Yazarın tespit ettiği noktayı yetişkin olamamış büyükler olarak çevremizde sık görürüz. “Onlar normaldir!” Bu noktada bu normal çoğunluktan uçurum korkusunu beklemek ne derece gerçekçidir sorusu akla gelir. Onun yerine doymaz bir açlıkla gereksinimlerinin peşinde koşmak, öteki ihtiyacı içinde olmak kuşkusuz daha güvenlidir. “Uçurum korkusu” için bireyin bütünleşmiş bir kendilik farkındalığı şarttır; “kötü” ve “iyi” kendiliğin bireyde bütünleşmiş bir farkındalığı...
Kaosu tanımlarken yazarın kullandığı öngörülmez, ele geçirilmez, risk ihtiva eden, sırlı, bilinmeyen, aynılığı değil, farklılığı destekleyen ve “yaban”la ifade bulan kelimeler kitapta sık sık tekrarlanmaktadır. Düzenin yabanı olumsuzlayarak korku ürettiği ve adına da “kaos” dediği olguyu biz de kendi izleğimizden burada tekrar ele alalım ve İngiliz psikanalist Winnicott’ın “kaos” için ne dediğine de kısaca bakalım.
“Başlangıçta bir kaos hali varsaymak gerekli değildir. Kaos beraberinde düzen fikrini getiren bir kavramdır ve aydınlığı içinde barındırdığından, başlangıçta karanlık da bulunmaz. Kaos tam olarak fark edilecek bir tür düzen var olduğu ölçüde anlamlı hale gelir. Düzene bir alternatif temsil eder. Başta kaos yoktur çünkü düzen yoktur. Bu, bütünleşmemişlik olarak adlandırılabilir. Bütünleşmemişlik, ilksel hal kaotik değildir. Düzene bir alternatif olan bütünlüğün yitirilmesi kaotiktir.”
“Yaban”ı yitirdikçe içine daldığımız kaos düzeninde Althusser’ci ideolojik aygıtlar (cezaevi, toplama kampı, düzenli ordu) tarafından üretilen korku giderek baskın bir güce dönüşür ve yazarın da belirttiği üzere, seçilmiş tek adam rejimlerine yol açma ihtimalini taşır.
İnsan doğadaki en üstün varlık olduğu yanılsamasına kapılarak yani çocuksu bir narsisizmle doğayı denetime alma çabalarıyla doğadan kopar, yabandan uzaklaşır. Bunun sonucu olarak kendi içgüdüleri cılızlaştığı gibi doğa dengeleri de bozulur. Halbuki dünyanın evrenin merkezinde olmadığını, akıl almaz büyüklükte dünyalar sistemi içinde bir nokta olduğunu kozmolojik olarak Kopernik’le öğrendiğimizde ilk acımızı yaşamıştık. Biyolojik açıdan Darwin’le öğrendiğimiz, “soykütüğü hayvanlar âleminde yer alan insan” olma bilgisine varınca sıradanlığımızı idrak edip ikinci darbeyi aldık. Üçüncü ve en yaralayıcı kırılmaysa psikolojik açıdan Freud tarafından yapılandır. Bilinçdışının keşfiyle insanlığa, “Ey kendini evrenin efendisi sayan insan, sen kendinin bile efendisi değilsin” denmiştir. İnsan soyu için tarihsel bakımdan kültür ve uygarlığı domine etmiş olan “merkezde olma” düşüncesi, merkezde olmadığını öğrenmesiyle sona ermiştir. Bu bir iğdiştir, yani psikanalizdeki terimiyle kastrasyon, eksikliğinin farkına varma.
Yaşamamız için yaşamını sürdürmesine ihtiyaç duyduğumuz doğaya geri dönülmez zararlar vermeye devam ediyorsak, hâlâ bu travmaların etkisinde olduğumuzu söylemek pek de yersiz olmayacaktır.
Yazar kitabın başında, “Her birey tıpkı parmak izi, ses tonu, göz bebeği gibi doğal farkını yaşamak ve kendine ait bir hikâye edinmek ister, bunu bir sorun olarak edinmeye başladıktan itibaren itiraz başlar ve her itiraz ediş çatışmayı göze almaktır” demektedir.
Engin Geçtan, Kimbilir adlı kitabının bir yerinde Kanadalı psikiyatr Eric Berne’nin kişiler arasındaki ilişkilerin çözümlenmesine yönelik geliştirdiği modelden bahseder. Berne yetişkin insan ilişkilerindeki rolleri üçe ayırır. Ebeveyn, çocuk, yetişkin. Belirli bir olgunluk düzeyine erişmiş yetişkinler çocuk ya da ebeveyn rollerinin sürekliliğini kabul etmezler. Aynı ilke yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkide de geçerlidir.
Kitaba bu bağlamda bakacak olursak, olgunlaşmamış ebeveynlerin yetiştirdiği çocuk kalmış yetişkinler, yazarın belirttiği “her itiraz ediş, çatışmayı göze almaktır” cümlesinde geçen çatışmayı göze alamadıkları için kendilerine ait bir hikâye yazamaz, üretilen korku ortamına yaslanarak “kaderini tek bir kişiye terk eden bir araya gelişlere” dönüşme riskini taşırlar. Bu da yaratıcılığın önündeki en büyük engel ve özgürlüğün en büyük düşmanıdır.
“Bu tür geleneksel despotizmin egemen olduğu toplumlarda insanlar despotla kul, uyruk, sürü (tebaa, reaya) ilişkisi içinde olduklarından, özgür birey insan ortaya çıkamamıştır.”[3]
Düzenin sonuçlarından biri olarak hayal etme yetisi körelmiş, muhteviyatında bilinmezlik ve sır içeren “kaos” olumsuzlandıkça yaratıcılık da görünmez sınırların içine hapsedilmiştir. Kontrol edilebilir ve öngörülebilir halde tutma çabası başa çıkamadığımız nevrotik kaygıları yatıştırma çabasıdır. Çağımızın Nevrotik Kişiliği adlı yapıtında Karen Horney nevrozların sadece rastlantısal deneyimlerle değil, yaşadığımız belirli kültürel koşullarla da ortaya çıktığını söyler. Şöyle örnek vermek gerekirse; fedakâr bir anneye sahip olmak bireysel bir kaderdir fakat baskıcı ya da fedakâr anneleri belirli kültürel koşullarda buluruz. Her şeyi bilme isteği, kontrol etmek, farklılıklardan korkmak yani kaygılar ve onlara karşı kurulan savunmalar bütün nevrozların ortaya çıkmasında ortak bir etkendir. Karşımızda sürekli kaygılanmamız gereken dış tehlikeler, baskı, eşitsizlik, zorunlu bağımlılıklar, kültürel gelenekler mevcuttur. Eğer birey kendi potansiyeline uygun yaşama ve yaşamın ona sunduklarından zevk alma yeterliliğine sahipse bununla başa çıkabilir. Yazarın belirttiği “uçurum korkusu” yerine “öteki korkusunun” seçimi insanın empotansına ulaşma ihtimalini de çok azaltmıştır kuşkusuz. Ancak “kaos”tan “kaygı”yı sökemeyeceğimiz de aşikârdır.
Yazar, sosyolog Ulrich Bröckling’in Disiplin adlı kitabından şöyle bir alıntı yapmaktadır: “İyi kurulmuş bir devlet aynen bir makine gibi kusursuz olmalı, bütün çarkları ve motorları birbirleriyle tam bir uyum içinde çalışmalıdır.” (s. 91) Günümüzde bu şekilde tariflenen sistem modelinin en yetkin örneklerinden birini Çin’de görmekteyiz. Çin’de her bir kişi, sistemin 1,4 milyar dişlisinden biridir.[4] Dişli pürüz çıkartırsa makine işlemeyeceği için ve makinenin işlemesi dişliden daha büyük ve daha önemli görüldüğü için, “halkanın kopmasını sağlayacak imge kaosta birikir”.
Düzenin süreç içerisinde kurduğu yapılarla kendisini sağlamlaştırdığına ve bu örgütleniş biçiminin vardığı yerin kaçınılmaz olarak savaşlar olduğuna değinen yazar, Birleşmiş Milletler’e üye bütün ülkelerin düzenli ordusu olduğunu belirtmiş ve ilerleyen sayfalarda 1. ve 2. dünya savaşlarının yanı sıra Vietnam Savaşı’nın acımasız örneklerini Joanna Bourke’ın Öldürmenin Mahrem Tarihi kitabından alıntılamıştır.
Bu durum Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May ‘in söylediğine de paralellik taşımaktadır. May, Güç ve Masumiyet isimli kitabında Vietnam’daki insanlık dışı zulmü hatırlatırken, bürokrasinin mekanik olarak “nelerin işe yaradığı” temeline dayalı kararlar alma eğilimlerine de atıfta bulunur. Kanunun günümüz toplumunda düzenle yavan bir şekilde özdeşleştiğinden bahsederken, “kanun ve düzene vurgu yapmak kişinin onuru ve öz saygısı için yıkıcı olabilir” der ve ekler: “Kanun ve düzene vurgu yapmak bizzat şiddete katkıda bulunabilir. Gurur ve özsaygı güç gösterisinden incinir.”[5] “İnsan uçurum korkusu yerine öteki korkusunu tercih ederek özsaygı yoksunluğunu da seçmiştir” diyen yazar bu görüşe paralel bir yargı belirtir.
Yazar kaos ve düzen arasındaki ilişkiden bahsederken “baba”ya da değinmiş, Kafka’nın “Babaya Mektup” denemesini, “Baba oğula ne cevap verirdi?” sorusu üzerinden ve işin içine annenin rolünü de katarak ironik bir dille kaleme almış; bu mektubu bugün bile bu kadar önemli kılan şey nedir diye sormuş ve yine bir alıntıyla, “dünyanın kuvvet ilişkilerine göre şekillendiği” yanıtını vermiştir. (s. 153)
Doğayla insan arasındaki en önemli eşitsizlik güç eşitsizliğiyken ve bu durum tarıma geçişle birlikte insan lehine değişmişken, insan gücü eline alır almaz diğer bir eşitsizliği kendi yaratmıştır: Kadın ve erkek eşitsizliği. Dünyayı oluşturan ve düzeni sağlayan “Marduk” erkektir. Yunan mitolojisinde evrenin ve insanın yaradılışı baba ve oğulların mücadeleleri üzerinden şekillenir. Babasından doğmayı başaran Zeus ve Zeus’un kendi çocuklarını yutması erkek iktidar savaşının gücünü göstermektedir. Buradan Lacan’a gidersek, eksikliği imleyen, tamlığın sembolü fallustur. Babanın adı, toplumsal ve simgesel dizgenin temel yasa göstereni: Fallus iktidardır.
Babadan doğmak! Babayı doğurmak!
Kitabı okurken zihnimizden geçen düşünceler tıpkı kitabın kendisi gibi çok katmanlı bir şekilde birbirini tetikleyerek akıyor. İnsan türünün varlığını sürdürebilmesi artık kritik bir noktaya dayandı. Süregelen düzenin bizi sıkıştırdığı yer öngörülemez, ele geçirilemez, bilinmez olanı tercih etmeyi kaçınılmaz kılıyor. Yazarın deyişiyle uçurum korkusunu artık yenmek zorundayız.
Freud “insan yaşamının amacının ne olduğu sorusunun tatmin edici bir cevabı yoktur” diyerek soruyu daha iddiasız bir hale getirerek sormayı önerir. “Yaşamda neye ulaşmayı arzuluyoruz? Amacımız ve niyetimiz nedir?” Bu sorunun cevabı Freud’a göre “haz ilkesidir”. “Bu ilke en başından beri ruhsal aygıtın işleyişine hâkimdir. Ancak bu program bütün dünya ile makrokozmoz ile olduğu kadar mikrokozmoz ile de çatışma içindedir. Evrenin bütün oluşumları ona karşı çıkar.” Doğanın üstün gücü, kendi bedenimizin zayıflığı, insanların aile, devlet ve toplum içinde birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ayarlamaların yetersizliği acılarımızın üç temel kaynağıdır.
Bunlardan ilk ikisine bugüne kadar katlandık. Ancak içinde bulunduğumuz Antroposen çağında yıkıcı tarafımız varlığımızı tehdit eden bir noktaya bizi taşıdı. Kendi yarattığımız düzenlemeler koruma ve mutluluk getirmediği gibi, bilakis kültür ve uygarlık dediğimiz şey sefaletimizin büyük bir bölümünün sorumlusu haline geldi. Toplumun kendi kültürel idealleri uyarınca bireye dayattığı engellemeler çekilmez bir hale geldikçe birey nevrotikleşti. Uygarlığın ilerlemesinin bedeli ağır bir “suçluluk duygusu” olarak bize kaldı.
Sanırım Kaos’u okumayı bitirdikten sonra hissedeceğimiz duygulardan biri de bu suçluluk duygusu olacak. Çünkü bir seçimde bulunduk ve “düzen”i tercih ettik. Seçmemek de bir seçim olduğuna göre, Sartre’ın söylediği anlamda insan özgürlüğe mahkûmdur. Ve biliyoruz ki “her seçiş bir vazgeçiştir”.
Ömer Faruk kitabın son cümlesinde “yine savruldum, ama savrulmanın rüzgâra, yani yabana dair bir özellik olduğunu göz önünde bulundurursak yadırgamamak gerek” demiş.
Tıpkı bu yazıda benim de çokça savrulduğum gibi.
“Belki de esas sorun kaosa doğru savrulmayı yeterince göze al(a)mamamızdadır. Ne dersiniz?”
(s. 213)
•
NOTLAR:
[1] Jean-Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine, çev. Rasih Nuri İleri, SAY Yayınları, İstanbul, 2016.
[2] Bkz. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev. Haldun Derin, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
[3] Serol Teber, Tutunamayanların Politik Psikolojisi, yay. haz. Ayşen Anadol, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2014, s. 76.
[4] Öznur Unat, “Başka Bir Şehir, Başka Bir Ülke: Çin”, Birikim Dergisi
[5] Rollo May, Güç ve Masumiyet, Say Yayınları, İstanbul, 2013, s. 56.
KAYNAKÇA: