İstanbul'un şenlikli tarihi

Bir-Şehri-İstanbul-Ki

Bir Şehr-i İstanbul Ki... Şehrin Şenlikli Tarihinden İzlenimler

GÖKHAN AKÇURA

Oğlak Yayıncılık 2020 304 s.

Kendisini tarihçi değil de "akademik araştırma yöntemlerini kullanan bir magazin gazetecisi" olarak tanımlayan Gökhan Akçura'nın kitapları nasıl tanımlanabilir? Başka bir tür oluşturduğu söylenebilir gönül rahatlığıyla: Tarihin yanında, ondan daha alçak gönüllü, ama daha tuzlu biberli, daha ballı kaymaklı bir tür.

DERYA BENGİ

Gökhan Akçura “Şehrin Şenlikli Tarihinden İzlenimler” alt başlığıyla sunduğu Bir Şehr-i İstanbul ki... kitabında, eski gazete ve dergi sayfalarının altını üstüne getirerek, öykülere, romanlara ve yaşayanların tanıklıklarına başvurarak geçmiş zamanı şimdiki zamana taşıyor.

Takip edenler bilir, Akçura’nın bu konuda inadı inattır, yaptığı arkeolojik kazı çalışmalarını yiğitçe küçümsemekte de ustadır. Geçenlerde Express dergisine verdiği söyleşide, “Ben akademik araştırma yöntemlerini kullanan bir magazin gazetecisiyim” diye tanımlamış kendini. Tam 30 yıl önceki ilk derlemesine “Ivır Zıvır Tarihi” adını takmıştı. Bunu sonradan genişletip bir kitap serisine dönüştürerek, gündelik hayat içinde gelip geçici sanılan her şeyin, kısacası ıvır zıvırın da söyleyecek bir sözü, bıraktığı bir izi ve tarihsel bir yolculuğu olabileceğini kanıtladı.

Tarih kitaplarında hep ofsayta düşen, ama neyse ki zaman zaman edebiyata (Refik Halid, Halide Edib, Sait Faik, Attilâ İlhan vd.) ışığını düşüren küçük insanlar, unutulmaya yüz tutmuş efsaneler, olaylar ve olgular geçiyor Gökhan Akçura’nın kitaplarının içinden.

Bir Şehr-i İstanbul ki... ağırlıklı olarak erken Cumhuriyet dönemi İstanbul’unun eğlence hayatına eğiliyor, ama Cumhuriyetin kurulduğu yıl 80 yaşında ölen Sarah Bernhardt da kitabın kahramanlarından biri. Çoğu çocuğun bir Red Kit cildinde çizgi karakter olarak tanıyıp sevdiği Bernhardt, beş kez İstanbul’a gelip piyeslerde oynuyor, rivayet o ki Yıldız Sarayı’nda 2. Abdülhamid’in karşısında bile sahneye çıkıyor. 1908’deki son gelişinde “İstanbul gibi güzel ve tarihi bir şehrin bazı sokaklarında rastladığı pislik”ten rahatsızlığını dile getirmeyi ihmal etmiyor…

Kitabın bir başka kahramanı Zeki Zeren (Dr. ZZ), beyhude yere bu “pislik”le, “saygısızlık”la mücadeleye ömrünü adamış bir zat. İstanbul’un Anadolu’dan göç almaya başladığı 40’lı yıllarda, Saygısızlıkla Savaş Derneği’nin kurucusu. Derneğin tüzüğünde amaçları “İstanbul şehrinde ileri, medeni bir şehir topluluğu yaşayışının gerektirdiği karşılıklı saygı âdabını kökleştirmek ve yaymak için çalışmak” biçiminde özetleniyor, hazırladıkları pankartlarda ise şu hipotezler yer alıyor: “Çöpünü sokağa atanın geçtiği yol çöplük olsa umursamaz… Telefonla sohbet saygısızlıktır… Sokak aptesane değildir… Medeni şehirlerde saygıyı ancak aydın halk koruyabilir.” Sebep sonuç ilişkisi kurmaktan bu denli uzak, “içtimaiyat”tan, “adem-i müsavat”tan bu denli habersiz olunca, bu tuzu kuru örgütün yüzeysel çabaları dudaklarda acı bir tebessüm bırakıyor, ne çare ki sokaklar da pislendiğiyle kalıyor.

Kitabın diğer başrol oyuncularını saymak istersek: Marie Bell tıpkı Sarah Bernhardt gibi İstanbul’u defalarca şereflendiriyor. (Bu Comédie-Française aktrisi ile Beyoğlu’nun ünlü şekerci esnafı Hacı Bekirzade Ali Muhiddin Bey arasında bir kaçamak yaşandığına dair dedikodular ayyuka çıkıyor.) Sıraselviler Caddesi’ndeki Maksim’i “Siyah Rus” lakaplı Frederick Bruce Thomas açıyor. (Memphis’ten, önce Paris’e, sonra Moskova’ya, oradan İstanbul’a göç eden Thomas, 1920’lerin başında İstanbul’un kozmopolit kaymak tabakasını hakiki caz müziğiyle tanıştırıyor.) Meraklılar Charles Trenet’ninki gibi şanson konserlerini, David Oistrakh’ınki gibi klasik müzik resitallerini İtalyan tebaalı Musevi organizatör Fernando Franko sayesinde izliyor. (Bu gösterilerin büyük çoğunluğu 1200 sandalyeli Saray Sineması’nda gerçekleşiyor.) Gökhan Akçura, konularını eğlence ile sanatın birbirini iterken çektiği, döverken sevdiği şenlikli alanlardan seçiyor…

Kitapta Florya’dan Salacak’a plajlar, Suadiye’den Boğaziçi’ne sayfiyeler, devrin “nezih eğlencesi” Çiçek Bayramları, 1930’larda topu topu 700.000 nüfus barındıran şehirde hafta sonları 40.000 kişinin vapurlarla hücum ettiği Adalar da işleniyor.

Bir Şehr-i İstanbul ki...’nin en yenice öyküsü, 60’ların başlarında Haldun Taner’in öncülük ettiği ve sonu Devekuşu Kabare’ye varan kabare tiyatrosu. Bu bağlamda okuyucu, 20. yüzyılın hemen başlarında yolu İstanbul’a düşen bir Fransız aktörün Catacloum adıyla açtığı bardaki ve 1920’lerde Raşit Rıza’nın Bizim Lokanta’sındaki kabare deneyimlerini de öğrenme olanağı buluyor.

Haldun Taner, kitapta alıntılanan bir söyleşisinde kabare tiyatrosu için şöyle diyor: “Tiyatronun yanında, ondan daha alçak gönüllü, ama daha tuzlu biberli bir tür.” Gökhan Akçura kitapları için de gönül rahatlığıyla benzer bir şey söylenebilir: Tarihin yanında, ondan daha alçak gönüllü, ama daha tuzlu biberli, daha ballı kaymaklı bir tür.