MATTHEW KNEALE
Çev: Şahika Tokel İletişim Yayınları
Ne dizinin ismi ne de kitabın adına eklenmiş “tarihçe” sözcüğü sizi korkutmasın, bu kitap aslında “bir ateistin inanç bahçesi” ve gerçekten alabildiğine renkli, güzel hikâyelerle bezeli.
Yasakları caydırıcı değil, çekici bulan herkes gibi, üzerine konuşulması, tartışılması ve hatta düşünülmesi yasaklanmış her şeye bayılıyorum. Listemin başlarında da dinler tarihi ve mitolojisi var. Bu konuda birçok kitap yayımlanıyor bildiğiniz üzere, kimi uzun yoldan yürüyüp derdini edebi metinlerin ardına saklıyor ya da arkaplanı bunlarla süslüyor diyelim. Matthew Kneale gibileri de doğrudan meramını anlatmaya başlıyor. Fakat ikincisi esasen zor olan, çünkü işin içinde binlerce terminolojik kıskaç var sizi parçalamayı bekleyen, sanki anlaşılmasın diye yazılmış –tuhaf mı desek, gizemli mi, tuhaf olduğu için gizemli görünen mi- metinlerle örülü yollar var, var ki yürüyebilene aşk olsun. “İkisinin arasını bulamaz mıyız?” diyorsanız siz de benim gibi, İletişim Yayınları’nın tarih dizisinden çıkan Bir Ateistin İnanç Tarihçesi adlı kitabı gönül rahatlığıyla önerebilirim. İlk bakışta aksini düşünseniz de ne dizinin ismi ne de kitabın adına eklenmiş tarihçe sözcüğü sizi korkutmasın, bu kitap aslında “bir ateistin inanç bahçesi” ve gerçekten alabildiğine renkli, güzel hikâyelerle bezeli.
Kneale’nin anlatacakları kitapta bu önsözle başlıyor. Tüm bir kitabın ana fikrini özetleyen böylesi basit, kapsamlı ve kuvvetli bir giriş cümlesine ya da alıntısına da gerçekten az rastlanır… Neyse, biz önce yazarın kim olduğuna bir göz atalım.
1960’ta Londra’da doğan Matthew Kneale, BBC’nin ünlü prodüktörlerinden Nigel Kneale ve çocuk kitapları yazarı Judith Kerr’in oğlu olarak dünyaya geldi. Babası Metodist[1] bir ateist, annesi de Alman Yahudisi bir ateistti. Özellikle annesinin kökeni bence kitap için büyük önem taşıyor çünkü hikâye boyunca yazarın sadece Yahudilik ve Adolf Hitler’i yan yana getirip anlatırken din üzerinden çekilmiş tüm acılara eşit yaklaşımını kaybettiğini görebilirsiniz. Onun açısından bakıp düşününce haksız olduğunu söylemek de elbette kolay değil.
İngiltere’de doğup büyüyen Kneale, bunun kitaba ve kendi tarafsız bölgesini seçmesindeki katkısına da başlangıçta değiniyor: “İngiltere’de büyümek en azından Hıristiyanlığın resmi yorumunu belli belirsiz öğrenmeme yaramıştı.” Ancak yazar bununla yetinmeyip Oxford Üniversitesi’nde Modern Tarih eğitimi almaya başlamış ve hayatının yarısını dünyayı gezmeye, dünya halklarını ve inanışlarını tanımaya adamış. Bu yüzdendir ki kitap, popüler olanların önderliğinde değil, başlangıçtan bugüne inanç olgusunu yaratan her gelişmeye değinmeye gayret ediyor. Her dönem aynı hassasiyetle ele alınıyor ve hem dönemlere göre insanların psikolojik eğilimi hem de toplumsal ve siyasi hareketlerin inanç sistemleri üzerindeki etkisi üzerine kafa yoruluyor.
Yazara göre her şey yaklaşık 33.000 yıl önce bir mamut dişinden oyulan aslan başlı insan heykelciğiyle başlıyor. Bilim adamları Güneybatı Almanya’da bulunan, iki buçuk santim ebadındaki heykelciğin ne olabileceğini anlamak isterken izleri takip edip bunun dinî bir totem olabileceğinde hem fikir olurlar. Çünkü totemin birden fazla mağarada bulunması uzun sürmez ve her biri ellenmekten zaman içinde pürüzsüz hale gelmiştir. Bu nesnenin bir şaman ayininden sonra vizyonda beliren tanrısal bir figür olabileceğine inanç güçlenir. Ancak tarih öncesi dönemden bugüne gelmeyi başaran hiçbir kalıntı Göbeklitepe kadar güçlü bir ilk kanıt niteliğinde değildir. M.Ö. 9500 yılında Urfa’da bir tepenin üzerine inşa edilen bu alanın, başta keşifçisi Klaus Schmidt olmak üzere tüm uzmanlar tarafından tek bir amaç için yaratıldığı belirtilir: Kurban etme.
Tarihin en eski buluntularından sonraysa sıra önceki dönemlere göre çok daha tanınır olan Mısırlılara geliyor. Bu bölümde de duymaya alışık olduğunuz bilgilere tekrar yüz süreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Yazar, her belgesel kanalının baş tacı olan mumyalama tekniklerini anlatmaktansa firavunların tanrılaşma süreci hakkında çok ilginç bilgiler vermekle meşgul. Bana göre en nadide olanlarından biri, ölmek için can atan ve hatta sıraya giren firavunlardan söz edilen kısımdı. Kısaca anlatayım: Faniliğin sadece ölmek ve öte dünyada sonsuz yaşamla tanrısallığı tatmak için var olduğuna inanan Mısırlılar, yaşadıkları sürece ölümden sonraki hayatları için yatırım ve mezar yaptırmakla meşgullermiş. Elbette hepsi bunu başaramamış, çünkü ölüp tanrı katına yükselebilmek de bir asalet gerektirir ve herkes o mertebeye erişemezmiş. Anlayacağınız kimileri sadece ölmekte, kimileriyse ölmekle kalmayıp tanrılara komşu olmaktalarmış. Yazarın da sıkça sorduğu gibi, bu kanıya nasıl vardıklarına ise hâlâ akıl sır erdirilemiyor.
Asurlular, Taoculuk, Hıristiyan ve Musevilik, hatta yeniçağın gözdesi Scientology tarikatı ve hatta cadıların icadı. Matthew Kneale, bu kitapta doğrudan ya da bağlantılı tüm inanç sistemlerine göz atarken bir yerlerde bırakılıp unutulmuş kıymetli bilgileri de özenle aktarıyor. Açıkça, kibarca, inançsız biri olduğunu deklare ederek başladığı sayfaların her birinde titiz, keşfini incitmeden ortaya çıkarma mücadelesi veren bir arkeolog gibi çalışıyor. Kurgu tarafında verdiği eserlerden gelen yeteneğiyle süslü anlatımı, bu kitabı okuması en keyifli tarih kitaplarından biri haline getiriyor.
Ve en önemlisi: Tüm kitap boyunca kendine sorular soran bir yazarla karşı karşıyayız. Düşüncenin temeli, o en güzel soruyla, “Neden?” sorusuyla başlayıp yüzlercesini sıralıyor ve okurla birlikte bir yanıt arıyor. Birlikte düşünüp sormaktan, herkesin kendi cevabını bulmasına öncü olmaktan daha güzeli var mı?