Şimdinin hayatları

beterotu

Beterotu

PINAR ÖĞÜNÇ

İletişim Yayınları

Pınar Öğünç, Beterotu’nda 10 yeni hikâye anlatıyor. Öyküler hepimizin etrafında dönüyor. Beterotu apartman dairelerini, ofis masalarını, otobüs koltuklarını ve market reyonlarını sarıyor. Bir sarmaşık gibi… Ve sardığı her hayatın ömründen alıp, buna şahit olan bizlere kelimelerden örülmüş küçük ömürler veriyor.

BUSE ÖZLEM BAY

Beterotu’ndaki öykülerin ortak noktası, sanırım hepsinin büyük bir manzaranın küçük birer parçası olması... O küçük parçalar da kendi içlerinde yeni manzaralar anlatıyor. Matruşka bebekleri veya Bruegel tablolarındaki gibi. Her gün gördüğümüz şeyleri başka bir gözden okumak ve başka birilerinin de bizim gördüklerimizi gördüğünü bilmek, edebiyatın galiba en haz verici noktası. Gördüklerinin boşlukta kaybolmadığını ve birilerinin onları alıp somut bir şekilde sana sunabildiğini görmek garip de olsa yalnızlık hissini kıran yegâne şeylerden biri. Kıyameti bile yalnız yaşamadığını bilmek insanı mutlu etmiyor mu?

“Ağ Tercihleri” öyküsü buna güzel bir örnek. Sahip olduğumuz bu kocaman teknolojinin en büyük amacının yine iletişim olması meselesi... Hep bir diğerine ulaşmak, ulaşamadığımızda da onun bizsiz varoluşunun nasıl olduğunu bilmek istiyoruz. “Ben”, “sen” olmadan varolamıyor. Kurulan bağ bir şekilde yarım kaldığında da, geride bıraktığımız wi-fi şifrelerine Hansel’in kırıntıları gibi tutunuyoruz. 

Richard Linklater’ın Gün Doğmadan’ında Celine, Jesse’ye eğer bir Tanrı varsa onun içimizde değil de sadece birbirimizin arasındaki boşlukta olabileceğine inandığını söyler. Çünkü gerçekten bir büyü varsa, o ancak birbirimizi anlama çabamızda yatabilir. Biz ölümlülerin mucizesi birbirimizi anlamaya çalışmamızdaki o imkânsızlıkta sınırlı kalır, ama bazen denizleri ayırmak bundan daha kolaydır. “Plazada Huzur” öyküsünde de karakterimiz küçük bir geziye çıkıyor. Celine gibi Viyana sokaklarını dolaşamıyor belki, ama içinde mahkûm olduğu plazanın sınırlarını “onunla” birlikte keşfediyor, içindeki öfkenin sebebini ve bazen başka bir insanın “huzur” demek olabileceğini öğreniyor. Sonrasında şöyle diyor: “Aramızda on beş santim vardı, ama ben bir insana hiç bundan yakın durmamıştım daha önce.” On beş santimlik bir Tanrı mümkündür belki de.

Ama bu ülkede birine dokunabilmek çoğu zaman 15 santimden fazlasını istiyor. “Bir İleri İki Geri” öyküsünde Ender toplu konutlarda yaşıyor: “şehrin basuru”. Kentin içinde gibi, ama tam da değil. O yaşamdan, hareketten çok uzakta. Tek hareket, arabaların durmak bilmez ilerleyişi ve başkalarına dokunabilmenin tek imkânı da beton bir AVM. Ender buraya atılmış. Kent artık onunla yaşayanlara sahip çıkamıyor ve Ender bu yüzden toprağını hiç tanımıyor. Onda sadece kazanç görüyor, bir define bulabileceğine inanıyor. Ama Ender o çukuru kazdıkça, insanlığı da onunla birlikte kayboluyor. Atalarını insan yapan şey toprağı ekip hayat yaratmakken, Ender sadece söküyor.

Ve bu, kent erkeklerini yorduğu kadar kadınlarını da yoracak. Hatta çoğu zaman daha da fazla yoracak. “Tanga Mevsimi, Karnabahar Mevsimi”nde Filiz ve Gülsüm, İlyas’ın motorunun üzerinde geçirdikleri zamanlarda kendilerini çok iyi hissediyorlar. Motor onlara, lokanta ve mağaza içinde sahip olmadıkları o hareket özgürlüğünü sağlıyor. Her şeyi bırakıp gitme ihtimalinin olduğunu, aslında tek bir alana hapis olmadıklarını... Filiz’in saçları uçuşuyor yoldayken. Her şey özgürlük adına konuşuyor. Özgürlüğün tadını alan Gülsüm daha da fazlasını istiyor ve böylece sürücü kursuna başlıyor. Özgürlüğünün kontrolü kendi elinde olsun diye. Kullanmayacak bile olsa yapabileceğini bilsin diye. Ama her şeyin sonunda, yoluna ilk engeli çıkaran Filiz oluyor, hemcinsi. Filiz, kendi mutluluğu için kendi cinsine savaş açar, çünkü öteki düşman çok güçlüdür. Böylece tanga mevsimleri yerini karnabahar mevsimlerine bırakır. Özgür bedenlerden mutfağa. Kadının evcil alanına, lanetine. Ve kış gelir.

Pınar Öğünç kitap boyunca bu küçük ömürleri anlatmaya devam ediyor. Tablonun ayrıntılarını boyuyor. “Ağrı Eşiği”nde hislerini olması gereken zamanda ifade edemeyenlerin ağrılarının büyüyüşünü anlatıyor mesela. Nostalji ve daimi mutluluk yalanına sığınanların susmaya zorladığı kurbanlardan birini anlatıyor. “Her şeyi büyüten sıfatlar” sesleri sustursalar da, insan hafızası bir şekilde hatırlar ve “Bir ovada iki saat süren üç yüz kişilik savaş yüz yıldır yöneteni değiştirmeye yeter.”

O küçük ömürler de yaşamaya devam eder. Edgar Allan Poe’nun bir karnaval döneminde geçen korku öyküsü “Amontillado Fıçısı”, bir gün “Çimento” öyküsündeki gibi günlük bir hadiseye dönüşebilir. İnsanlar duvarların içine intikam isteği ve kin gibi büyük duygulardan değil de, günlük hayatın umarsızlığından gömülebilir. Ve gariptir ki, intikam bile karşıdaki insanın varlığını onaylar, ölümün üzerine inşa edilen apartmanlarda yaşamaya göz yummaz.

Öğünç, anlatırken tüm hayatları bir giysi gibi üzerine giymeyi başarıyor. Tüm hikâyeler bir resim oluyor, o toplu endişe ânının bir parçası oluyoruz biz de ve izliyoruz. Görünmediğimizi sanıyorken, tüm o kahramanlar ve tanrılar arasında, kahramanlar ve tanrılar çoktan ölmüşken ve kendimizden başka anlatacak hiçbir şeyimiz kalmamışken...