PER PETTERSON
çev. Banu Gürsaler Syvertsen Metis Yayınları 2020 256 s.
İnsanın en temel duygularından biri aşksa, en önemli sorunlarından biri de evlilikte karı-koca arasındaki sevginin zamanla yitip gitmesi olmalı. Edebiyatı ve sanatı öteden beri besleyegelen bu ‘malzeme’nin bir an hiç var olmadığı ya da çözdüğümüzü sanırken içinden çıkılmaz sorunlar yumağı haline gelmediği bir dünyada, nasıl bir boşluğa düşeceğimiz hayal bile edilemez.
Adam Phillips, evlilik üzerine aforizmalara yer verdiği Tekeşlilik’te, evlilikten bahsettiğimizde aslında özgürlükten tutsaklığa, hırstan arzuya kadar birçok şeyden bahsettiğimizi söyler. Evlilik, iki kişinin aynı çatı altında kurduğu birliktelikten çok öte bir anlama sahiptir, bütün bir topluma dairdir. Aile içi sorunların kimi zaman dedikodu meraklılarının, kimi zaman durumdan vazife çıkaran aile büyüklerinin meselesi olmasının başka bir izahı olması gerek. Münferit bir olay ya da olgusal bir gerçeklik olarak da yaklaşılsa ev içinde olan evde kalmaz sonuç olarak. Phillips, aile değerleri üzerine –evlenme ve boşanma oranları– sürdürülen tartışmaların aslında tekeşlilik üzerine yani insanları bir arada tutan şeyin ne olduğu konusunda ve neden bir arada kalmaları gerektiği konusunda tartışmalar olduğunu söylüyor aynı kitapta.
Son yirmi yılda şaşılası bir hızla yıldızı parlayan İskandinav edebiyatının nahif kalemlerinden Per Petterson’un son romanı Benim Durumumdaki Erkekler, işte böylesi tükenmeyecek bir hikâyeyi kaldığı yerden sürdürüyor. Petterson’un kendisiyle yapılan söyleşilerde ‘diğer benliğim’ dediği Arvid Jansen’in eşinin üç kızıyla evi terk etmesinin ardından yaşadıklarını merkeze alan roman, taşıdığı otobiyografik özellikleriyle de dikkat çekiyor.
Petterson’un kendi hayatını da romanlarına eklemeyi tercih ettiğini, onlarla daha kolay baş edebilmek için olsa gerek yaşadığı büyük acılara romanlarında yer verdiğini önceki romanlarını okuyanlar biliyor. Lanet Olsun Zaman Nehrine romanının odak noktasında yine Arvid Jansen’i görüyorduk, sosyalist faaliyetleri birlikte yürüttükleri Kızıl Gençlik Derneği’nin etkisiyle üniversite eğitimini yarıda bırakmış, fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamış bir halde. Babasıyla mesafeli olan Arvid’in, annesiyle arasında Ödipal denebilecek bir bağımlılık ilişkisi olduğunu görüyorduk. Annesinin kanser olduğu haberi zaten hassas yaradılıştaki oğulu iyice yaralamıştı, üstelik boşanmak üzereydi.
Benim Durumumdaki Erkekler’de takvimler 1992’yi göstermektedir. 159 kişinin öldüğü feribot kazasında Arvid’in, annesi, babası, kardeşi ve kuzenini kaybetmesinin üzerinden iki, karısı Turid’den ayrılmasının üzerinden bir yıl geçmiştir. Düşünce dünyası bakımdan da işlerin pek yolunda olduğu söylenemez, Sovyetlerin çözülüşü Maocu ideallerinin yıkılması anlamına gelmektedir. Böylesi bir yıkımla açılan roman, Arvid Jansen’in yaşamında açılan o büyük boşluğu nasıl doldurduğu sorusuna verilmiş cevap niteliğinde. “Bütün bu kocaman boşluk bilincime kazınmış, beni evde yalnız kalmaktan korkar hale getirmişti” der daha romanın başında. Psikologlar, boşluk duygusunu; olumlu ya da olumsuz hiçbir duygu hissetmemek diye tarif ediyor ve bunun en önemli sebebinin yüksek bir duyguya (bir sevgiliden ayrılmak olabileceği gibi yakın zamanda yaşanan bir iş değişikliği, yeni bir eve taşınmak, yaşadığınız şehri değiştirmek ya da bir yakınını kaybetmek gibi) maruz kalmak olduğunu belirtiyorlar. Arvid, hem ayrılık hem de ölüm acısına şahit olduğu için söz konusu ‘yüksek duyguları’ katmerli yaşamış biri. Hal böyle olunca Arvid’in roman boyunca yaptıkları, yapmadıkları, başına gelen hemen her olayın sebebi daha bir anlam kazanıyor: Niçin boşanma meselesinde elinden hiçbir şey gelmediğini, karısına ve çocuklarına hiçbir konuda itiraz edemediğini, boşanma sonrası niçin ‘dağıttığı’nı… Boşluk duygusunun bir nevi depresyon olduğunu ve sevgisiz büyüyen çocukların buna daha kolay sürükleneceğini öğrendiğimizde –Arvid’in ailesinin durumunu Zaman Nehri’nden zaten iyi bildiğimizden– anlatılanları yadırgamıyoruz. Ne var ki, Benim Durumumdaki Erkekler, bildiğimiz türden bir devam kitabı değil. Zaman Nehri’ne göndermeler olsa bile, Petterson başlı başına bir roman kurgulamış. Hayatı boyunca kaybetme korkusuyla yaşayan, korktuğu başına gelince ne yapacağını bilemeyen, elinden tutup kaldırılmayı bekleyen bir erkeğin dramını ince ince işlemiş, böylece kendi ayakları üstünde duran bağımsız bir roman ortaya koyabilmiş.
Petterson’un diğer romanlarından alışık olduğumuz çift zamanlı bir kurguyu bu romanında da kullandığını görüyoruz. Zamanda gidiş gelişler, anlatıya bir yandan nefes aldırırken öte yandan anlatıcı kahramanın geçmişten kopamadığını, hatta kopmak istemediğini de vurguluyor gibidir. “Kaybettiklerimi, her neyse onlar, geri alacaktım, otuz sekiz yaşındaydım, her şey uçup gitmiş. Bana hiçlik kalmıştı” dedikten sonra bu hiçliğe bir anlam kazandırmak için yaptığı şeylerden biri de fabrikada çalıştığı yıllara dair bir roman yazmaktır. Fabrikaya dair o büyük romanı yazmak, yaşamın zahmetli ama her şeyin anlamla yüklü olduğu o yılları hatırlama çabasıdır bir bakıma. Harold Bloom, “Hafızayı yaratan acıdır. Dolayısıyla acı anlamın ta kendisidir ve anlam da acı verir.” derken acının yarattığı hafızadan bahsediyordu. Arvid’in durumu bu denklemi tersine çevirmiş görünüyor. Acı, Arvid’i hatırlamaya sevk eder, Arvid güzel günleri hatırladıkça ve bunlara anlam yükledikçe acıdan uzaklaştığını hisseder.
Anımsamalarla ilerleyen romanın dikkat çekici yönlerinden biri de rüya-hakikat denklemi için söyledikleri. Kahramanımızın kitabın daha başlarında “Beni yoran şey rüyalardı.” sözüyle ne demek istediğini okudukça görürüz. Bu rüyaların birinde annesiyle babasının birbirlerine oldukça nazik davrandıklarını görür (gerçekte böylesi bir hassasiyetin yanından bile geçmezler!) diğerinde dev bir lale tarafından yutulmakta olduğunu görür. Yukarıdan bir kadın, elini uzatıp onu kurtarmaya çalışır. Ve bu kadının, karısı Turid olmadığını anlar. Karısı bırakın kurtarmayı, ona el uzatmayı denememiştir bile. Gelecek güzel günlerin habercisi gözüyle baktığımız için çoğu zaman mutluluk veren rüyalar, Arvid’e gelince ‘ancak rüyanda görürsün’ ifadesinde kendini bulan bir acımasızlıkla yüzleşmeye sebep olur.
Benim Durumumdaki Erkekler, parçalanmış ailelere, onları bu noktaya adım adım getiren sebeplere dair olduğu kadar kadın erkek ilişkilerine de dairdir ve bizi bir yığın muammayla baş başa bırakır: Bir ilişki nerde başlar, nerde biter? Kırılganlıkların toplamı mıdır evliliği bitiren, her şeye rağmen devam etmek kimin elindedir? Başkalarının bize hangi gözle baktığının önemli olmadığını hangi noktada anlarız? Ölüm mü acıdır, ayrılık mı? Petterson, kitapta birkaç kez Tolstoy’un adını andıkça, biz de ister istemez Anna Karenina’nın o çok bilinen “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz olan her aileninse kendine ait bir mutsuzluğu vardır.” cümlesini hatırlıyoruz.
Konu mutsuz aileler olunca, Tolstoy’u anmadan, onunla hesaplaşmadan geçmek olmuyor belli ki. Tıpkı Petterson gibi Jonathan Safran Foer da kendi hayatından izler bulunduğunu düşündürecek bir evlilik-boşanma öyküsünü anlattığı romanı Buradayım’da buna fena halde benzer şu cümleyle ustaya selam vermişti:
“Bütün mutlu sabahlar birbirine benzer, tıpkı bütün mutsuz sabahlar gibi ve bunca mutsuzluğun nedeni, bütün bunların daha önce yaşanmış olduğu hissidir; kaçınma çabalarının en iyi ihtimalle mutsuzluğu güçlendireceği veya muhtemelen artıracağı ve masumane bir sıra uyarınca birbirini izleyen giysilere, kahvaltıya, diş fırçalamaya, jöleyle yapıştırılmış korkunç saçlara, sırt çantalarına, ayakkabılara, ceketlere ve vedalara karşı bir komplo yürüttüğü hissi.”
Adam Phillips yukarıda bahsettiğimiz kitabında Tolstoy’un bu cümlesini şöyle yankılar:
“İlişkilerin nasıl olup da yürümediği hakkında yazılanlar, nasıl olup da yürüdüğü hakkında yazılanlardan daha fazladır. Uzun süre mutlu olan bir hayat yaşayan çiftleri tarif etmek için banallik dışında bir dilimiz yok neredeyse.”
Yazının bu kısmına kadar gelince aşırı acıklı bir öyküyle karşılaşacağı düşüncesiyle rotayı başka sulara kırmayı düşünen okuru uyarmak vazifemiz olsun: Petterson, pekâla dramatize edilebilecek olaylar silsilesini dozu iyi ayarlanmış bir ironiyle yoğurmayı bilen bir yazar. Kolay olanı seçip kahramanına acındırmayı da deneyebilirdi. Kitapta yer yer kendini hissettiren mizahi hava, yıkımlara belli bir mesafeden bakmayı sağlarken okura da soğukkanlı bir okuma vaat ediyor.
Romanı okuyup bitirdikten sonra ister istemez kendi dramına boğazına kadar gömülmemek için Arvid’in elinden gelen bir şey olup olmadığını düşünüyoruz. Romanda cılız da olsa bilge bir ses olarak yer alan Tolstoy’un “Kendi ışığını, ışığın tamamına ekle!” cümlesinin kutup yıldızı gibi yol gösterebileceğini söyleyebilir miyiz? Bakışlarını yalnızca kendi yaşadıklarına sabitleyip, başkalarını görmezden geldiği için ‘kendi acılarını dev aynasında gören’ herkes, işe çareyi sebepte aramakla başlayabilir. Yani etrafı görmekle, el uzatmakla belki. Kim bilir?