Ahmet Ağaoğlu’nun ‘Birey’ ve ‘Demokrasi’ Ütopyası: Ben Neyim?& Gönülsüz Olmaz

Ben-Neyim

Ben Neyim? / Gönülsüz Olmaz

AHMET AĞAOĞLU

Hazırlayan: Tuncay Birkan Sunuş: Aylin Özman Can Yayınları 2020 120 s.

Ahmet Ağaoğlu, imparatorluk sonrasında yeni bir rejimin kuruluş ve yerleşme sürecinde oldukça renkli kişiliği olan bir isimdir. Meşrutiyet öncesinden Cumhuriyet sonrasına uzanan yaşamındaki politik hareketliliği, akademisyenliği, gazeteciliği ve polemikleri, onun renkli kişiliğinin kanıtlarıdır.

HASAN ÖZTÜRK

Şuşa’dan Rusya’ya ve oradan da Paris’e uzanan çileli yolculuğun ardından hukuk eğitimini tamamlayıp yeniden Azerbaycan’a dönüş sonrasında İstanbul’daki gazete yazarlığıyla İttihat Terakki yöneticiliğini sürdüren Ağaoğlu, bir sürelik Malta sürgünlüğü yaşadıktan sonra rotasını yeni ‘merkez’ Ankara’ya çevirir. Rejimin kurucusuyla henüz rejim kurulmadan yakınlaşan Ağaoğlu, yükselişine Matbuat Umum Müdürlüğü ile başlar. Ankara’nın, “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesinin başyazarı Ağaoğlu, ‘hukuk’ mektebinde ‘hukuk-ı esasiye’ profesörü, ardından iki kez Kars mebusu olmuşken 1930’da emirle kurulan Serbest Fırka yöneticisidir. Kuruluşuna benzer biçimde yine emirle kapatılan ‘Fırka’ içindeki politik deneyimiyle adından söz ettiren Ağaoğlu, rejimin ‘devletçi’ kanadı Kadrocularla hayli sert polemiklere girişmiş, diğer yandan rejimin giderek otoriterleşmesini ve İnönü’nün katı devletçi politikalarını da eleştirmiştir. Resmî yöneticiliğin ötesinde gerçekte ideoloğu olduğu Serbest Fırka kapatılınca İstanbul’a dönen Ağaoğlu, üniversite reformuna kadar (1933) Darülfünun’daki derslerine devam etmiş, uzun ömürlü olmayan “Akın” gazetesiyle devletçi İnönü politikalarına eleştirilerini sürdürmüştür. Serbest Fırka’nın kuruluşu için kendisini görevlendiren Mustafa Kemal’e “ben senden ayrılmam” bağlılığıyla itiraz edebilmişken sonrasında, “Akın” gazetesindeki muhalif yazıları nedeniyle “sığıntı” olmakla aşağılanıp suçlanan Ağaoğlu, 1939’daki ölümüne dek “sivil ölüme mahkûm bir heyula gibi” yaşamıştır. Hukuk dersi kitaplarını dışarıda tutarak söylemeliyim ki Ağaoğlu, bugün de okunmayı gerektiren kitapların yazarıdır.

Edebiyatçı bilinmeyen Ağaoğlu ile benim tanışıklığım, onun 1930’da yayımlanan Serbest İnsanlar Ülkesinde adlı ütopyası nedeniyledir. “Türkiye’nin Demokrasi Sarmalında Liberal Bir Ütopya: Serbest İnsanlar Ülkesinde” (Kurmaca ve Gerçeklik, 2014, kitabımın içinde) başlıklı yazım için adı geçen kitabı güçlükle edinmiş ancak istediğim halde onun yine o yıllarda basılmış başka kitaplarını okuyamamıştım. Benim yazımdan sonra iki ayrı yayınevince (Gram, 2016; Mavi Gök, 2020) yeniden basılan Serbest İnsanlar Ülkesinde kitabının ardından, iki ayrı zamanda yazılan Gönülsüz Olmaz ve Ben Neyim? adlı metinler, tek ciltte 2020’nin sonlarında okura sunuldu: Ben Neyim?& Gönülsüz Olmaz.

Ağaoğlu’nun iki ayrı metninden Tuncay Birkan’ın yayıma hazırladığı kitaba Aylin Özman açıklayıcı bir “sunuş” yazmış. Tuncay Birkan, kitabın başlangıcındaki “İzler Üzerine” yazısında Can Yayınları’nın sevindirici bir haberini duyuruyor. Açıklamaya göre yayınevi, 100. yılına yaklaşırken Cumhuriyet’in yeterince tanınmayan “yazılı mirası” adına, “üç beş meraklı haricinde kimselerin hatırlamadığı veya varlığından haberdar olmadığı, gazete ve dergilerde gömülü kalmış ama bugün hâlâ söyleyecek dikkate değer şeyleri olan çeşitli yazı ve tefrikaları, artık sadece bazı sahaflarda ve kütüphanelerde birkaç nüshası kalmış kitapları bir tür ‘arkeoloji’ çalışmasıyla gün ışığına çıkarmak” projesini başlatmış. Önemli bir eksikliği gidereceğini umduğum bu dizide –başka kitaplar yanında– Ağaoğlu’nun, Devlet ve Fert (1933) kitabının da yer almasını isterim öncelikle. Yeni basılan bu kitapların dilini sadeleştirmek yerine her bir kitaba, bu kitapta olduğu gibi okura yardımcı bir ‘sözlük’ eklenmeli.

Kitabın “sunuş” yazısında Aylin Özman’ın içeriklerinden söz ettiği her iki metin de Cumhuriyet rejimine bir tür özgürlük alternatifi olan Serbest İnsanlar Ülkesinde kitabının öncesinde okunması gereken metinlerdir. Bu birlikte okumayla rejimin modernleşme projesine alternatifler sunan Ağaoğlu’nun, kültürel/politik itirazının Cumhuriyet ile başlamamış olduğunu, hazırlıksız ve donanımsız değişim yüzeyselliğiyle uygarlıkça Batılılaşmanın yarattığı olumsuzlukların rejimden öncesine işaret ettiğini söyleyebiliriz. Ağaoğlu’nun, rejimin işleyişine yönelik bu yetersizlik eleştirisini, vaktiyle Mithat Paşa’nın öncülük ettiği Kanun-ı Esasî’yi eleştiren Celal Nuri’nin, “Ruhunu değiştirmeden bir milletin müesseselerini değiştirmeye kalkılabilir mi?” (İçtihat, Nisan 1913) sorusunun yeni bir açılımı olarak okumak gerekir denilebilir. 

Gönülsüz iş ve halktan kopuk yönetim

Ağaoğlu, Malta sürgünlüğü döneminde yazdığı Gönülsüz Olmaz kitabında, 1908’deki ‘Meşrutiyet’ yönetiminin toplumsal yaşamda neden olduğu bazı olumsuzlukları yansıtır. İki eski “mektep ve gençlik arkadaşı”nın yıllar sonra, şehir merkezine oldukça uzak bir Anadolu köyünde karşılaşmalarıyla yaşananları anlatan Gönülsüz Olmaz, adını oradaki köylünün, “Taş üzerinde ot, ağaç biter mi? ... Gönülsüz de iş olmaz.” sözlerinden almıştır. Orta Anadolu’nun bu “alelade” köyündeki; kadın-erkek, köylü-toprak ve devlet-köylü ilişkileri üzerinden toplumsal yaşamdaki karşılıklı ‘güvensizlik’ sorununa özellikle vurgu yapılır. Dikkatli bir okumayla Mehmet Emin Yurdakul’un “Anadolu” şiirinden izler taşıdığı anlaşılan bu günah çıkarma kitabında Ağaoğlu, kendisinin de bir dönem aralarında olduğu Meşrutiyetçilere yönelik eleştirilerini yine bir Meşrutiyet seçkinine yaptırır.     

Kitabında, “İnsanı insan yapan akıl ve zekâ değil, gönüldür. Akıl ve zekâ olsa olsa manivela, kürek, kazma, makine gibi bir alettir.” tezini, köylü halk ile yöneticilerin gündelik yaşam ilişkilerindeki eylemleriyle somutlaştırmaya çalışan Ağaoğlu, devletin duyarsızlığına yönelik eleştirisini, toprak alarak köye yerleşmiş Turgut’un, zamanın hükümeti için “bu köyün mevcudiyetini yalnız asker ve para lazım olduğu zamanlar hatırlamış” sözleriyle açığa vurur. Meşrutiyet inkılabı da bir istibdadı yıkmış, ancak Batı’dan alacağı “müesseselerin kâffesi[nin] gönül üzerine kurulmuş” olduğunu kavrayamayıp kendi iktidarını “egoizm” üzerine kurmuştur ne yazık ki. Turgut’un, yıllar sonra arkadaşına söyledikleri, kendi zamanıyla sınırlı kalmayan, “inkılabın satıhlarında yüz”erken “diplerine hulul edeme”yen iktidar muhterislerinin evrensel gerçeğidir:

“Azizim, inkılabın tarihini hatırla. İlk zamanlarda o ne ilahî bir heyecandı, o ne kutsi hamlelerdi, o ne takdise layık fedakârlıklar, kanaat ve nefse hâkimlikti. Fakat bu henüz mücadele zamanlarıydı; mücadelenin verdiği neşe ve sıcaklıktan doğma bir haletiruhiyeydi. Mücadele bitti, yerleşme devri geldi. İşte eski kalp kendisini o zaman gösterdi. Bu kalbin en bariz hususiyeti olan hodkâmlıkla hırs hepimizi zebun etti. Birbirimize düştük. Dün beraberce başlarını koltuklarının altına alıp seve seve ölüme gidenler bugün birbirine yaman düşman kesildiler. Herkes makam sahibi, mevki erbabı olmaya yeltendi. Kimse kimseyi çekemez oldu. Mebus olmayanlar mebuslara düşman kesildiler, mebus olanlar mutlak nazır olmak, nazır olanlar sadrazam olmak istediler. Bu kere de aramızda çekişmeye, vuruşmaya başladık. Asıl mesele ve mevzu unutuldu. Kimse bulunduğu yere ve makama kanaat ederek yeni sistem için azami fayda vermeyi düşünmedi. Herkes diğerini yıkıp mutlak yerine geçmeye çalıştı. İşte nihayetünnihaye memleket de biz de iflas edip gittik.”

Ağaoğlu, Gönülsüz Olmaz kitabını Malta’da yazdığı günlerde Meşrutiyet’in on yıllık geçmişi vardı ve Cumhuriyet henüz kurulmamıştı ancak anlatısında yakındığı kahredici sorun, kendisinin tanıklık ettiği zamanla sınırlı değildir. Ağaoğlu’nun zamandaşı Yakup Kadri, yüzüncü yılına yaklaştığımız ‘Cumhuriyet’ rejimi henüz onuncu yılında iken yazdığı Ankara (1934) romanında, Meşrutiyetçilerin suçlandığı “Asıl mesele ve mevzu unutuldu. Kimse bulunduğu yere ve makama kanaat ederek yeni sistem için azami fayda vermeyi düşünmedi.” türündeki eleştirileri, Cumhuriyet rejimini kuranlara yöneltir çekinmeden. Romanın, yıllar sonraki baskısına yazdığı önsözde (1964), rejimin işleyişine yönelik hayal kırıklıklarını da dillendirir Yakup Kadri. Türkiye’de “ikinci cumhuriyet” tartışmaları başlamamışken Mustafa Kutlu, içeriden birisi olarak yazdığı Ya Tahammül ya Sefer (1983) kitabında, “Yaz sıcakları bastırıp, deniz mevsimleri açılıp, herkesler plajlara, kırlara, kızlı oğlanlı toplantılara koşarken” içlerinde “davanın sönmeyen ateşi” olan gençlerin dünyalık çıkarlar için davalarını nasıl da sattıklarını, “nasıl dağıldıklarını, şahsiyetlerinden ve bulunmaları gereken yerlerden nasıl uzaklara sürüklendiklerini” anlatır içtenlikle. Ağaoğlu’ndan önce ve onun döneminde nasıl idiyse durum bugün de öyle. Değişen bir şey yok ütopyalar kurguladığımız bu topraklarda: Çıkarlar ‘in’; davalar ‘out’…

Kendine bakma zamanı

Ben Neyim? kitabı, derin bir iç hesaplaşmadır ve Ağaoğlu bu kez Cumhuriyet aydınına yaptırır bu içsel sorgulamayı. Yazılar Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildiğinde (1936) rejim kemale ermiş, Ağaoğlu da sonlara yaklaşmıştır. Gelinen nokta geriye dönüp bakmanın, yanlışlıkları görebilmenin zamanıdır; Ağaoğlu’nun yaptığı da budur. Başat sorun yine bellidir: Değerler ve çıkarlar çatışması… Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” sözünün esiniyle kendini bilen bireyin iç dünyasının derinliklerini hissettirmeye yönelik yazıların, önceki kitaba benzer biçimde otobiyografik yönleri olduğu açıktır. Augustinius ya da Rousseau benzeri bir tür itirafnamedir okuduğumuz.

Kitapta tanık olduklarımız, baştan sona ‘iç ben’ ile ‘dış ben’ çatışmasıdır. Kendi kendisini “müşahede altına almak” iddiasındaki anlatıcının, bu gözleminde kendisine dair tanıklıklarını “olduğu gibi kaydetmek” dışında yapacak fazla bir şeyi yoktur. İçinin bütün iyilikleriyle dışının engelleyici onca kötülüğünün çatışma noktasında “egoizm” olması pek de şaşırtıcı değildir. Bu egoizm, sonrasında ‘içi öldüren’ buna karşılık ‘dışı dirilten’ yalancılık, çekememezlik, dalkavukluk, riyakârlık, zorbalık, servet ve makam hırsı türünden hastalıklara neden olur. Her ne zaman ‘iç ben’, kendisinden başkalarını önemseyerek bir iyilik yapmayı düşünse ‘dış ben’ hemencecik “dimdik” biçimde karşısına çıkar ve böylece iyilikleri düşünen iç, “sümüklüböcek gibi kınına çekilip” kaybolurken “hesaplı, amelî düşünen dış” egoizm meydanında yerini alır. Sonunda egoizm, “tahakküm” tutkusunu doğurur ve dış ben, “İnsanları kendi önünde başları aşağı, belleri bükük, muti [bağlı] ve münkad [boyun eğen] görürken o kendinden geçer, yedi göğe kadar yükselir.” On iki ayrı yazının yer aldığı kitabın ayırımsız bütün anlatılanlarında bu böyledir. Dönemi az çok bilenler, Ağaoğlu’nun iç sorgulamalarından gereken çıkarımı yapabilir ve sonrası ile de karşılaştırabilirler elbette.

Ağaoğlu, kitabının son yazısında “baştan başa antisosyal bir varlık” olarak tanımladığı ‘dış ben’in, “içtimai hayatın teşekkülü ve açılması için lazım gelen bağları mahvedi”ci olduğu gerekçesiyle toplumsal uyarısını yapar:

“İçinde böyle bir mikrop taşıyan bir cemiyette karşılıklı yardım, sevgi, inan, doğruluk, güven, ciddi çalışma, hakikate bakım, hulasa modern cemaatlerin açılımlarını temin eden amillerin birleşmesi pek güç olur. Binaenaleyh bu dışla cemiyet arasında tam bir zıddiyet vardır, birisi ötekini inkâr eder.”

Yüzüncü yılına gelinen Cumhuriyet Türkiye’sindeki; hoşgörü, demokrasi algısı, düşünce özgürlüğü, birey-devlet ilişkileri vb. durumlara bakılırsa vaktiyle “antisosyal” mahvedicilerce “sivil ölüme mahkûm bir heyula gibi” yaşamaya mahkûm edilmiş Ahmet Ağaoğlu, şimdilerde yeniden okunacak demektir. Demokrasi dersinin konusu belli:

“Yaşayabilmek için tahakküme ve keyfi idareye son vermeye karar vermiş olanlar, vatandaşlarda birbirlerini korumak ve birbirlerinin hak ve şereflerini mutlak ve mutlak tenmiye[büyütme, yetiştirme] etmelidirler. Yoksa öteden beri devam edip gelen tahakküm itiyadı her şeyi inhilale[dağılma, aralanma] uğratır.”

Hazır, kitaplar yeniden basılmışken dersimize hazırlıksız gelmeyelim lütfen!