Belki Duyulur Sesim: “Öğle şeyler gördük ki / unutmam artık / unutmayalım artık.”

Belki-Duyulur-Sesim

“Belki Duyulur Sesim” – 100 Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası 2 (1950-1980)

DERYA BENGİ, ERDİR ZAT

Yapı Kredi Yayınları Aralık 2021 büyük boy 396 s.

“Geçmişten, olup bitmişten, tarihe bakmaktan, en azından ‘hatırlamak’tan bahseden bu kitap serisinin gizli parolası, Turgut Uyar’ın ‘tefrika’ başlığı altında, başka başka biçimlerde tekrarladığı dizelerin sonuncusu: ‘öğle şeyler gördük ki / unutmam artık / unutmayalım artık.”

AHMET EKEN

Derya Bengi ve Erdir Zat’ın kaleme aldığı 100 Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası 1(1923 – 1950) / “Her Savaştan Bir Yara” isimli kitap geçen yılın sonunda çıkmıştı. Şimdi ikinci kitap Belki Duyulur Sesim raflarda yerini aldı. Derya Bengi’nin yazdığı önsözünden birkaç cümle ile kitaptan söz etmeye başlayalım: 

100 Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası, Cumhuriyet tarihinin dönme dolabı, atlı karıncası, balerini, korku tüneliyle bir lunapark gezmesi. Yorulunca bir masaya kurulup ailece gazoz, çay, kahve içmesi.

Geçmişten, olup bitmişten, tarihe bakmaktan, en azından ‘hatırlamak’tan bahseden bu kitap serisinin gizli parolası, Turgut Uyar’ın ‘tefrika’ başlığı altında, başka başka biçimlerde tekrarladığı dizelerin sonuncusu: ‘öğle şeyler gördük ki / unutmam artık / unutmayalım artık.

Yakın tarihimizin unutulmaya ya da unutturulmaya yüz tutmuş olaylarını, kişilerini, kültürünü yeniden hatırlamak güzel… 

100 Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası’nın ikinci cildinde, 1950-1980 döneminde yaşanan olaylar yer alıyor. 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin 1950 yılında yapılan seçimleri kazanıp, iktidar olmasıyla başlayan bu yeni dönem, Türkiye’nin Batıya açıldığı, kentlere göçün başladığı, karayollarının hızla geliştiği, tarımsal üretimin arttığı, kentlerdeki konut açığı nedeniyle vatandaşın çözümü gecekondu yaparak çözmeye çalıştığı, özellikle 1960’tan sonra daha özgürlükçü düşüncelerin ortaya çıktığı, tüm bu olup bitenin edebiyata, sanata, müziğe, siyasal yaşama yansıdığı bir dönemdir. Artık mağazaların raflarında o güne kadar görülmeyen mallar yer alırken, yazarlar da eserlerinde köyün, köylünün sorunlarından, şehre yeni eklenen gecekondu mahallelerindeki yaşamdan bahsetmekte, giderek kangrenleşecek olan bozukluklara karşı çözüm üretmektedir.

Sosyalizm sözcüğü daha çok duyulur, yasaklara rağmen birileri birilerini bir türlü susturmaz. Yasakçılar için iki darbe bile çare olmaz. Bir zamanlar adını bile anmak yasakken, grev yapmak yasal bir hak haline gelir. Hatta sansüre rağmen grev öyküleri anlatan filmler yapılır. Müzisyenler şarkılarıyla onlara eşlik ederler. Kılık kıyafeti hatta çaldığı enstrüman bile pek çok kişi tarafından yadırganan sahne sanatçısı bireysel, sosyal konulara değinen parçalar söyler… Velhasıl o yıllar, Türkiye’nin yeni bir çağa geçtiği, bunun sıkıntılarını yaşadığı yıllardır.

Alfabetik olarak düzenlenmiş Belki Duyulur Sesim’de yer alan ilk yazının başlığı “Af”; yazıda haksız yere mahkûm edilen şair Nâzım Hikmet’in 13 yıl sonra affedilmesi için şairin ve dostlarının verdikleri mücadeleyi okuyoruz. Sonunda özgürlüğüne kavuşsa bile Nâzım Hikmet ülkesinde barınamaz duruma getirilecek ve Türkiye’den kaçacaktır. Daha sonra vatandaşlıktan çıkartılan, şiirleri yasaklanan Nâzım, ne yazık ki ömrünün sonuna kadar, bir iki istisnai yayın hariç, Türkiye’de basılan hiçbir kitabın üzerinde kendi adını göremez.

Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım, af için imza toplarken, 1950.
Fotoğraf: Belki Duyulur Sesim, YKY, 2021. (Bütün resimler kitaptan alınmıştır.)

Bu ibretlik, hüzünlü olayın ardından efsane futbolcu Metin Oktay’ın öyküsünü geliyor. Cemal Süreyya’nın “ensesiyle bile top alır, baldırıyla, oyluğuyla, hatta bademciliğiyle” diyerek, futboldaki ustalığını övdüğü oyuncu, aynı zamanda “gemisini kurtaran kaptan” demeyen biri. Anekdotlarla bezenmiş güzel bir Metin Oktay portresi okuyoruz.

60’lı yıllarla birlikte ortaya çıkan yeniliklerden bir tanesi de aranjmanlardır. Kitapta aranjmanın tanımı şu cümle ile verilmiş:

“Kısaca, bir şarkının enstrümantal düzenleme biçimi olarak bilinir. Aranjör parçayı aranje eder ve orkestra bu aranjmanı uygular, çalar, 1960’ların orkestralarında bu kavram adeta ‘tornistan’ edilir ve ortaya bir şarkı türü, bir söz yazma, çalma ve söyleme biçimi olarak aranjman çıkar.”

Gerçekte işin aslı eskidir, 1930’larda Alman şarkılarını Türkçe okuyanlar olmuş, bunu tangolar, Batı ve Arap müziğinden alınan bazı örnekler izlemiştir, ama bazıları çok tutulsa da müzik dünyamızda yeni bir devrim başlatmazlar. Fırtınayı başlatacak olan 1960 sonrası yaşanan bir dizi toplumsal ve teknolojik gelişmedir:

Devir orkestraların devridir, Batı müziğinin kalbi gece kulüplerinde atar. 1961 sonlarında kurulan İstanbul İl Radyosu adeta bir ‘jukebox’ gibi çalışmaya başlar, radyo diskjokeyleri en popüler plakları çalar (…) gece kulüplerinde çalışacak yabancı orkestralara kısıtlama getirilir (…) Müzisyenler sendikasının düzenlediği gecelerin yanında bu dönemde başlayan kimi yarışmalar orkestraları ve grupları destekler (…) Hafif Batı Müziğini Türkiye’ye liselere kadar yayar.

Ajda Pekkan’ın “Her Yerde Kar Var” 45’lik plağı… 

Bu gelişmeye sinema da katkılarını sunar. Petkim tesislerinin de etkisiyle 45’lik plaklar hantal ve kullanımı zor taş plakların yerini alır. Yeni plak şirketleri kurulur. Sonuç olarak Fecri Ebcioğlu’nun başlattığı akım uygun bir altyapıya kavuşur. Ve kısa zamanda başta Ajda Pekkan olmak üzere pek çok şarkıcının sesleri her yerde duyulmaya başlar.

Ancak yetmişlere doğru bu naif, dertsiz, neşeli şarkılara duyulan ilgi azalmaya başlar. Müzisyenler yeni arayışa girmeye başlarlar. Ve 4 Nisan 1970 tarihli Akşam gazetesinde bir manifesto yayınlayarak görüşlerini kamuoyuna duyururlar:

Batılı pop sanatçıları bir sürü deneylerle ileri teknolojiden, yeni fikirlerden ve kendi özlerinden faydalanarak yeni bir insan ve toplum yaratmaya, en iyiye varmaya çalışıyorlar. Türk sanatçısının görevi ise herhalde Batı’nın vardığı noktadan başlamak değil, yeni bir kanal, yeni bir yol bulmak olmalıdır. Bu yol ne Batı’yı olduğu gibi taklit ne Türkiye şartlarına olduğu gibi adapte etmek değil, bizce Türk kişiliği olan zengin halk sanatımızla Batı’nın ileri tekniğini en iyi şekilde kaynaklaştırarak çağdaş bir Türk Halk Sanatı yaratmak olacaktır. Müzikte bu konudaki en ideal yol bizde Anadolu Pop’tur.

Moğollar imzalı bu manifesto ve Moğollar’ın yeni 45’likleri ‘Dağ ve Çocuk’ yeni bir dönemin başlangıcı olur…

Akım başka müzisyenlerin katılımıyla gelişir, pek çok sanatçı halk türkülerini yeniden yorumlar, yeni müzik grupları kurulur:

Edip Akbayram’ın Dostlar’ı, Barış Manço’nun Kurtalan Ekspres’i gibi, Erol Evgin’den Selçuk Alagöz’e, Selda Bağcan’dan Mazhar Fuat’a, Özdemir Erdoğan’dan Gülden Karaböcek’e bir iki plakla da olsa bulaşmamış az kişi kalır (…) Moğollar’da, Dervişan’da, Dostlar’da çalmış bulunan Taner Öngür’ün ifadesiyle Anadolu Pop 1967’de ‘Emrah’la başlar, 1977’de ‘Yoksulluk Kader Olamaz’ albümüyle biter.

Belki tek tiptir ama Anadolu Pop veya Rock adı verilen bu müzik, “Öncesiyle sonrasıyla, geleneksel ezgi yorumlarıyla, özgün modern şarkılarıyla Türkiye’de bir zamanlar en popüler tür olan rock müziğinin ana aksı olarak kalır, ardında yüzlerce şarkı ve şahane icra da bırakır.”

 

Yılanların Öcü filminde Aliye Rona ve Fikret Hakan, 1962.

1960’lı yıllarla beraber Türk Sineması’nın bazı yönetmenleri toplumsal içerikli filmler yapmaya başlarlar, ama bu kolay bir iş değildir. Filmleri daha senaryo aşamasında denetlemeye başlayan sansür öyle her projeyi kabul etmez. Ayrıca yapılıp önüne gelen her filme de gösterim izni vermez. Kısaca mali kaynakları kısıtlı, okulu olmayan Yeşilçam kolay bir dünya değildir. Ancak tüm bu zorluklara rağmen 1960’ların başlarından itibaren bazı filmler yapılır. Metin Erksan, 1962 yılında Yılanların Öcü’nü, bir yıl sonra da Susuz Yaz’ı; Ertem Göreç, 1961’de Otobüs Yolcuları’nı, 1964’te Gurbet Kuşları’nı çeker. Sonuç olarak Türk Sineması’nda farklı arayışlar başlamıştır. Bu gelişmelere paralel olarak seyirciler cenahında da önemli bir olay yaşanır. Ve 1965 yılında ilk kez Türk Sinematek Derneği kurulur.

Kaliteli eski ve yeni filmlere ulaşamayan, çoğu birbirinin tekrarı, kısıtlı olanaklarla üretilen yerli filmlerden bıkmış sinemaseverlere yeni bir nefes olan Sinematek’in ne yaptığını Onat Kutlar şöyle ifade ediyor:

Türkiye’de yaşayıp da dünya sinemasından haberdar olmak isteyen insanlar, bir araya gelerek kurdular Sinematek’i (…) O yıllar bir sezonda Visconti’nin bir filmi, Antonioni’nin bir filmi oynar, onun dışında Hollywood’un üçüncü sınıf filmleri ve birkaç Fransız, İtalyan filmiyle geçiştirildi. Sinematek’le insanlar bu dar çerçeveyi kırdı. 

Kuruluşunun beşinci yılında Beyoğlu Sıraselviler Caddesi’nde kendi salonuna kavuşana kadar farklı salonlarda faaliyet gösteren Sinematek tüm sorunların –kısıtlı mali imkânlar, abuk subuk eleştiriler, sansür– üstesinden gelerek, kapatıldığı 12 Eylül 1980 tarihine kadar gösterdiği yüzlerce filmle, düzenlediği panellerle, yayınlarıyla yeni bir sinema izleyici kitlesinin doğmasında önemli bir işlevi görecektir.

Artık ne yayıncısı kaldı ne de okuyucusu ama Belki Duyulur Sesim’in mercek altına yatırdığı o yılların en çok ilgi gören yayınlarından biri de fotoromanlardır. Önce biraz tarih: Fotoğraflar ile öyküyü birleştirme fikri ilk kez yayıncı Del Luca Kardeşler’in aklına geliyor ve 29 Haziran 1946’da “ilk fotoroman girişimi olarak kabul edilen “Grand Hotel” isimli eseri 100 bin tirajla piyasaya sürüyorlar.”

Ancak bu eser fotoğraftan ziyade çizgiye daha yakın durduğundan bir ara form olarak kalıyor ve ona fotoroman adı verilmiyor, ama kısa süre içinde illüstrasyonların yanında gerçek fotoğrafların kullanılmasıyla bu doğum süreci noktalanıyor ve piyasaya fotoroman adını hak eden eserler çıkıyor.

Genellikle haftalık yayınlanan, çoğunlukla aşk hikâyelerinin anlatıldığı, bazen romantizme erotizm sosunun da katıldığı bu fotoromanlar kısa sürede tüm Avrupa’da yayılıyor ve nihayet Türkiye’ye de ulaşıyor ve İtalyancadan çeviri bu fotoromanlar büyük ilgi görüyor…

Ancak fotoromanın geleceğini anlayan girişimciler bir süre sonra çeviriyle yetinmeyerek kendi “özgün” eserlerini üretmeye başlar:

Esas, İtalya’da olduğu gibi, bir hikâye uyacak fotoğraf çekmektedir. Ama kimi zaman fotoğraflara hikâye giydirildiği olur. Bu grubun ilk örnekleri Yeşilçam filmlerinden seçilmiş karelere filmle ilgisi olmayan hikâyeler yazarak ortaya çıkartılır. (…) Filmden devşirme eser oldukları için bunlara ilk özgün fotoroman örneği demek doğru değildir. Öte yandan okurun nabzını tutmak açısından önemli bir görevi yerine getirmişlerdir.

14 Haziran 1976 tarihli Hayat Resimli Roman’ın kapağı…

Fotoroman kurgusuyla çekilen ilk yerli fotoroman hakkında farklı görüşler var, ama 1950’li yılların ortalarına gelindiğinde Türkiye’de de fotoromanlar üretildiğini, 60’lı yıllara gelindiğinde de ilk “dört başı mamur” yerli fotoroman kabul edilen “Cumartesi Saat Dörtte”nin yayınlandığını görüyoruz. Ses Dergisi’nin 2 Ocak 1965 tarihli sayısından çıkan eser yeni bir dönemin başlangıcı olur. Daha önceleri İtalyancadan çevrilen eserleri yayınlayan Hayat ve Ses dergilerinin yayıncısı Şevket Rado, fotoromana gösterilen ilginin büyüklüğünü görünce işi genişletmeyi düşünür ve dergilerinin arasına bir de Hayat Resimli Roman’ı katar. Rağbet gören yayının tirajı 140.000’in üzerinde olacaktır. Şöhretli artistlerle usta yönetmenler ve fotoğrafçılar art arda fotoromanlar çekmeye başlar. Yeşilçam’ın pek çok ünlü oyuncusu bir de fotoroman yıldızı olurlar. Bilge Olgaç’dan Yılmaz Güney’e, Osman F. Seden’den Halit Refiğ’e birçok yönetmen fotoromanlara da imza atarlar.

 

1972’de Müjde Ar ve Ulvi Uraz’ın oynadığı “Esrarengiz Sır” adlı fotoromandan…

Fotoromanların konuları bazen güncelleşir. Örneğin: “Siyasal şiddetin arttığı 1976 yılında ‘Evlat Acısına Son’ yürüyüşünün hemen ardından ‘Evlat Acısı’ fotoromanı yayınlanır.” Daha önceleri de, ölümünden sonra “Hippi Perihan’ın Yaşamı”, toplumu sarsan “Handan O Cinayeti” fotoromanlarda işlenmiştir. 1970’lerde bağımsız fotoroman dergilerinin sayısı artar, okur kitlesine göre şekillenen alt türler oluşur. Kadınlar için romantik aşk maceraları, erkekler için kovboy veya polisiye hikâyelerin anlatıldığı fotoromanlar yayınlanır.

Bu ilgi 1980’lerin ortalarına kadar sürecektir. “Kimi zaman –belki de çoğu zaman–  basit ve önemsiz bir iş olarak görülse de Türkiye’deki okuyucu kuşaklarında daima karşılık bulan fotoroman günümüzde efsaneleşmiş bir koleksiyon objesi olarak yaşıyor.”…

Yazımızı bitirirken bir de tiryakileri altüst eden “acı” bir krize değineceğiz. 1955 yılı kahveseverlerinin hatırlamak istemeyecekleri bir yıl olacaktır. Gerçi yasağını kıtlığını yaşamışlardır ama “yok” hiç görmemişlerdir. Oysa baştaki parti iktidara kendisinden öncekilerin millete yaşattığı yoklukları “karne” uygulamalarını yerden yere vurarak gelmiş ve ilk fırsatta bu sorunları bitirmiştir. Ama şimdi, yani beş yıl sonra kahve yine piyasadan kaybolmuş ve karaborsaya düşmüştür.

Selahattin Giz’in objektifinden Sirkeci Garı’nda çay servisi

İşin aslı şudur:

“1950’deki seçim zaferinin ardından DP (…) Kore Savaşı’nın konjektürel kazanımları, NATO üyeliği ve Marshall yardımlarıyla yelkenlerini şişirmiş batıya ilerlemiştir. Dünya pazarında Türk mallarına artan rağbet beraberinde bir ekonomik refah dönemi getirmiştir.”

Devlet arazilerinin tarıma açılması, tarımda makineleşme üretimi arttırmıştır. Üstelik meteorolojik koşullarda buna uygun seyredip özellikle büyük çiftçiler önemli kazançlar sağlar. Ancak 1954 seçim zaferinden sonra bu durum değişmeye başlar ve iktidarın beceriksizliği yüzünden kısa zamanda Türkiye kasanın dibini görür ve dış krediye muhtaç olur. Ankara’ya gelen IMF acı bir reçete yazar: Kamu harcamalarının kısılması, KİT ürünlerine zam yapılması ve devalüasyon gerekmektedir! 

Dedikleri yapılır ama bunun ilk görünen tezahürü gündelik tüketim mallarının piyasadan çekilip karaborsaya düşmesi olur. Sonunda kahve zorlukla bulunan çok pahalı bir içecek haline gelir. Yokluğun ardından birilerinin akıllarına kahveyi Türkiye’de yetiştirmek gelir, Akdeniz Bölgesi’nde denemeler yapılır ama sonuç alınamaz. Sonuçta kahvenin bu coğrafyanın bitkisi olmadığı anlaşılır. Ve kahve ekonomik çalkantılardan hemen etkilenen bir ürün olarak serüvenine devam eder.

Ancak kahve yokluğu sırasında bir başka içecek, çay hızla onun yerini alır, mekânlar bundan böyle kahve değil çay içilen yerler haline gelir ve “sonraki kuşaklar yoluna çayın ‘kadim milli içecek’ olduğu sanısıyla devam eder.”

Büyüklüğü, haşmeti, ağırlığı sizi korkutmasın; Belki Duyulur Sesim, bu dizinin öteki kitapları gibi zevkle okunacak, popüler ve eğlenceli bir kitap, nostaljiyi popüler kültürle buluşturan neşeli bir ansiklopedi. Alfabetik olduğu için madde madde okuyabilir, bir maddeden ötekine geçebilirsiniz. İsterseniz bir dergi gibi karıştırıp resimler üzerinden ilerleyebilirsiniz.