Babamın-Masalı

Babamın Masalı – Bir Osmanlı Kadınının İlk Yolculuğu

TÜLAY ULUSER

Oğlak Yayınları 2019 224 s.

1800’lerde Efendilerinin ayak seslerini bilen, sıkı sıkıya kapatılmış selamlık perdelerinin arasından süzülen ince bir ışıktan bile ürken kadınların arasında, öksüzlüğünü babasının masalıyla sırlamış cesur bir kadının hikâyesi...

REYHAN SAYGIN

“Yazmak, köşeye sıkışmış insanın tepkisidir.”[1]

Sıkışmak.

Sıkıştıkça büyüyen bir “ben” var; sıkıştıkça küçülen bedenlerin, silik isimlerin arasında mürekkeple yazılan çığlıklar.

Hâkimiyetin topla, tüfekle; sınırsız gücün ve zenginliğin, afyon etkisi gibi geçici olacağını bilmeden yaşanan bir masalda sıkışmak. Ve bir kadının çığ gibi büyüyen çığlığının durdurulamaz hikâyesi.

“İmkânsızı sevmek”; tutkusunun ardından yılmaz bir kararlılıkla gidebilenin düsturu mudur? Sıkıştığı o “yaşmağın, feracenin, çarşafın, duvarların, kafesin” ardından çıkıp kalemi ile var olma azmi ile kadere kafa tutmak desek yanlış olur mu?

Babamın Masalı, kadın olmanın, kadın olarak var olabilmenin epik gerçekliği ile sarmalıyor bizi ve son kelimeye kadar bırakmıyor. Zafer Hanımın, bir Osmanlı kadınının sıkıştığı o yerden, yaşamak için nasıl köklendiğine şahit olmak, bugün var olmaya çalışan her kadın için benzer duyguları ifade ediyor. 

“Sükût etmeyen bir kadın”, mücevherleri elinin tersiyle itip azimle, sebatla fikrine sahip çıkabilen bir kadın…”

1800’ler, Memalik-i Osmaniyye’deki Valide Sultanın sırrına ortak olmuş bir ailede büyüyen, dinlediği masalın ruhuna vurduğu mührü yıllar sonra anladıkça babasından yadigâr bir yazı masasıyla kader birliği edercesine hayallerine, umutlarına ve amacına sıkı sıkıya tutunan bir kadın Zafer Hanım.

Okudukça kabuğundan çıkan, sorgulayan, düşünen, fikirleri savunan, duvarları yıkmaya niyet etmiş “destursuz selamlığa dalıveren” bir kadın. Tanık olduklarını, kafasını karıştıranları, yepyeni âlemlerin varlığını ve aklının her köşesine daha nice nüfus edenleri “keşke yazılmış olaydı!” cümlesiyle aklına kazımış, gördüklerini unutmayacak, süzülenleri önce beyitlere, tutkuyla bağlandığı kalemiyle kâğıda “suya sabuna dokunarak” dökecek bir kadın.

“Vatan ne ki?”

“Sabahı zor etti. Soluğu kütüphane odasında aldı. O vakitten beri halen mütalaa ediyor, ihtimamla. Yusuf Halis Efendi’nin şiirlerinin mana denizine dalmış, her dizesindeki kelamın ardını görmeye çalışıyor. ‘Kadın aşkı yahut erkek muhabbeti, kadın sadakatsizliği yahut erkeğin hıyaneti’ değil yazdıkları; Kırım’daki muharebenin sesi, yiğitlerin feryadı olmuş, on sayfalık kasidenin adı da vatan, haykırdığı da vatan!”

Zafer Hanım yalılarda, konakların haremlerinde, Fransız dantelalarının beyazında, mücevherlerin göz alan ışıltısında kaybolanlardan; duvarların ardındaki donuk hayatın teslim aldıklarından olmamak için kendini çaresiz hissettikçe “mütalaa ediyor”, aklının tutsak edilemeyeceğini bilerek.

“Vatan için ne yapabiliriz hemşirem?”

Erkek egemenliği, tıpkı bugün gibi, önünde kendine rakip olacak irili ufaklı her şeyi yok saymak ve elbette yok etmek üzere varlığını sürdürüyor. Zafer Hanım’ın yanında kadın özgürlüğünü idrak eden erkeklerin olması önünü açsa da diğer kadınlarla bir araya gelip bir yola çıkma arzusu tıpkı bugünkü kız kardeşlik dayanışması ile üretmenin gücünü deneyimlememiz gibi.

“Kadınların terakkisi yine biz kadınların himmetiyle mümkün, bunun yolunun da salonlardan geçtiği apaçık!”

Duvarlar, kafesler ardında eğitim görmemiş, dış dünyada olup bitenle alakadar olmayan, okumayan, yabancı dil bilmeyen; boş lakırdılarla ömrünü harcayan “aynı fistan ile aynı misafiri birkaç kez kabul etmekten dolayı izzet-i nefsi incinen” kadınların aciz, mağdur durumları aklını yorar, yüreğini yaralar Zafer Hanımın. Kararını verir. Babasının masalındaki, vatanına gitmek uğrunda çırpınan cariye gibi sükût etmeyecek, vatan aşkıyla yanıp tutuşan, yollara düşen bir kadın olacaktır.

“Fikirlerimin yalnızca şahsımda mevcudiyeti artık kifayetsiz gelir. Cüretkâr bir heves içindeyim. Kalemimle cümle âleme fikirlerimi anlatabilmek hayalini kurarım…”

Yazdıklarını paylaşmak arzusunda olan Zafer Hanımı, alıkonulmuş, tutuklanmış hatta sürülmüş yazarların varlığı da durdurmaz. Fikirlerine değer verdiği, saygı duyduğu yazarların, samimi olmasa da destekleri ve Namık Kemal’in “Vatan bugün edebiyattan gördüğü faideyi, askerlikten başka hiçbir şeyden görmedi. Sizden kan istemiyorum… Birkaç damla mürekkep istiyorum” sözleri, doğru bir yolda olduğunun kanıtıdır.

Yalnızlığının ilacı baba yadigârı yazı çekmecesi ve üzerindeki, ilmek ilmek işlenen bir romanın fitilini ateşleyecek hatıralar, Zafer Hanımın vatan aşkıyla yoğrulan ruhunun çığlıkları olarak ses bulur. Nisan-Mayıs 1878’de “İstanbul ediplerinden ve çağdaşı hanım” Zafer Hanım’ın Aşk-ı Vatan eseri yayınlanır ve beklenenden de çok ilgi görür. Eser bir ilke daha imza atmıştır; geliri yaralı askerlere yardım etmek için kullanılacaktır.

Babamın Masalı, Tülay Uluser’in ilk romanı. Yazarın, bir sinema filmi gibi işlediği 19. yüzyıl sonları Osmanlı yaşamının içine okuyucuyu çektiği eseri, geniş araştırmalara dayanan bir çalışmanın ürünü. Romanda, hayatına dair yok denecek kadar az kayıt olan ilk Türk kadın romancı Zafer Hanımın Aşk-ı Vatan romanından alıntılarla karşılaşmak da heyecan veriyor.

Tülay Uluser, o tarihte, kendi ismiyle var olan ve vatan aşkını kadın kimliği ile kelimelere dökmekten çekinmeyen, “imkânsızı seven” diğer kadınlara ilham olacak bir kadın yazarı, unutulmamak üzere bizlerle tanıştırıyor.

“Ama eğer bir köşede
Unutulup giderse mezarım,
Ve hatıram da solarsa,
Ah işte ben o zaman ölürüm.”[2]

•                  


[1] Faruk Duman, Yazmalı Defter, Alakarga Yayınları, 2017, s. 21.

[2] Bedros Turyan, “Ölümsüzlük”ten.