Gökhan-Arslan

Babam Beni Niye Öldürdü?

GÖKHAN ARSLAN

Yitik Ülke Yayınları 2019 78 s.

Babayla ilgili kaç film vardır? Babayla ilgili kaç şiir yazılmıştır? Babayla ilgili kaç roman okumuşuzdur? Babayla ilgili kaç öykü kulağımıza gelmiştir? Baba isyan ettiren, boyun eğdiren, kızdıran, coşturan, yaratan, yok eden, acıtan, sevdiren, sevindiren, nefret ettiren...

ÇAYAN OKUDUCİ

Bu aralar şair Gökhan Arslan’ın yeni basımı Yitik Ülke Yayınları tarafından yapılan, Babam beni niye Öldürdü? kitabını –karantina günlerinde– okuyorum. Her okuyuşta şiirlerin anlam katmanlarıyla örüldüğünü, örülen dilin bir nehir gibi aktığını hissettiren bir kitap. Kitap Cemal Süreya’nın sizin hiç babanız öldü mü? şiirinden dört dizeyle karşılıyor okuru. Şiirlerde babayla bir hesaplaşmadan çok, babanın fiziksel ve biyolojik olarak sonsuza dek artık bir daha olmayacağına sitem ve özlemi öne çıkıyor. Bu sitem ve özlemi trajik/dramatik bir tarzla değil, etkileyici bir dil işçiliğiyle örüyor şiir. Nehir şiir tekniğiyle yazılan eserlerin –denilebilir ki– ortak özellikleri tekrarlara başvurma ve tematik olanın vurgulanmasıdır. Bahsedilen “tekrar” ve “vurgu” Arslan’ın şiirlerinde rahatsız edici değil –hiç değil–  ve tüm bunlar çıkmaza girilince bir can simidi görevinden çok “anı” ya da “anımsatıcı” olarak işlevini yerine getiriyor.

Tek bir şiirde çoğalan uzun bir haykırıştır Arslan’ın şiirleri. Şairin dili kurgudan uzak, yaşanana ve özlem duyulana açık bir mektuptur. Bilincin ve duygunun harmanlandığı şiirler; anların şairde ne kadar canlı kaldığını ve o an’ların da nasıl şiire dair olduğunun açık bir örneği. Babam beni niye öldürdü?de tarihsel olanla ilişkisini sıklıkla işleyen Arslan, bir yandan ülkenin yakın tarihini de güncelleştiriyor. Bu yakın tarih şairin çocukluğundan başlayarak ara ara babanın ilk gençliğine kadar çekiliyor. Şair babayla büyüyor.

Ernst Bloch’un “ungleichzeitigkeit (eşzamansızlık ya da zamansız bilinç) kavramını burada ‘eşzamanlı’ ve ‘zamanlı bilinç’ olarak değiştirmek yerinde olacaktır. Bazı şiirler çağın yaşayanı/ tanığı olmanın vasfını, güncelin şiirini de kurarak satırlar aralarında ortaya koyarlar. Arslan’ın bu kitabında bilinç-zaman-mekân birlikteliğini sık sık görüyoruz. “bir sonbahar akşamında/ankara ekspesi/kemal beyazıt/ve yüksek ihtisas hastanesi/bütün şehrin ışıkları/tek bir gecede söndü” bu dizeler söylemek istediğime örnektir. Nehir şiir tekniğine örnek olarak okuduğumuz Babam beni niye öldürdü?’deki tekrarlar (yinelemeler); “anne, babam beni niye öldürdü?” ve “şimdi oturmuş yedi yıl sonra” vb. dizelerle karşımız çıkar. Şairin sık sık tekrarladığı bu dizelerle anlıyoruz ki yaşanana ilkin annesini ve kendisini tanık kılıyor. Böylelikle şair burada kurmacanın ve dolaylı kurgunun olmadığını sezdiriyor, “hakikat” ve “hakiki” vurgusunu temellendirmeye çalışıyor ve bunu da son derece başarılı bir şekilde yapıyor.

Caroline Shrodes, edebiyat ve okur kişiliği arasındaki dinamik etkileşim sürecini, kişiliğin gelişimi, değerlendirilmesi ve düzenlenmesi için kullanılabilecek bir psikolojik alan olarak belirtir. Şairin ruhuna ve derinliklerine işleyen depresif hali dinamik ve lokomotif görevini üstlenmiş durumda. Bu bağlam üzerinden yazılan şiirler; hem kaybı bugünde yaşatmak için vardır hem de yitimle başa çıkılacak geniş bir avludur şair için.   

Arslan yalın anlatımı; anlatıcı-ben üslubuyla, şiirlerini babanın hayatından kesik kesik anekdotlarla da kurarak güçlendiriyor dilini. Anıları ve özlemlerin iç içe geçtiği sinematografik ekranla da zamanı fizikselleştiriyor. Anlatıcı-ben şiirde en yüksek sesle dile getirilmiş. Babanın hayatı ile kendisi arasına bir mesafe koyup izlenimci bir dil kozmosu kurarken dingin ve derin bir hava büyüyor şiirde. Sevgiyle vurguluyor, sorgulamayı kendi üzerinden yürüterek özlemle inşa ediyor, yâd ediyor ve açıktan açığa, baba’ya hayranlığını da dile getiriyor. Bunu içtenlikle ve duru üslubuyla yapıyor: çok mana az kelimeyle. Şairin eril dilini, şiirin esas öznesi olan babanın ve anlatıcı-benin erkek olduğunun bilgisiyle ele alınca; içselleşmiş bir dilden öte bir aktarım dili olarak düşünmemiz mümkündür. Bununla birlikte şair; deneyimsel olanı eklektizmden uzak, sıcak ve içten bir dille derinleştiriyor. Diyebiliriz ki, anlatımcı tekniğin başarıyla uygulandığı örnek bir kitaptır, Babam beni niye Öldürdü?

Gökhan Arslan, her şiirinde küllerini üzerinden silkeliyor. Genç ve dinamik dizelerle ne taviz veriyor ne de gardını düşürüyor. Şiiri istikrarlı bir biçimde ilerliyor; meyvelerine dokunuyorsunuz, tadını damağınızda hissediyorsunuz. Bir çocuğun büyütülüşündeki sabrı, anlayışı; koruyan ve kollayan ellerle, yürekten gelenle şiirini serpiyor toprağa. Bu kitaptakökleri derinlere inen bir şair ile birlikte okur da ülkenin sancılı dönemlerine babanın tanıklıklıklarının eşliğinde şiir yoluyla varıyor. Anlatıcı ve özne çatışmasını, anlatıcının özneye olan sitemiyle başlayan ve bir intihara varan dizelerden okuyalım: “bütün intiharları bilirdim oysa/soysal ekinci, o dev adam/kendinden küçük bir odada/bacaklarını kaldırarak gökyüzüne/nasıl açmıştı gördüklerini tavana?”

Şiirin devamında gelen“sonra beni intihar ettiler/diyen antonin artaud/izmir’i nasıl saklamıştı/yıllar boyunca içinde?” dizeleri ile nehir şiir akmaya devam ediyor ve bize intiharın bir kurgu değil gerçek olduğunu gösteriyor: “otopsi raporu;/kükürt ve fosfor bazlı tarım ilacı” Şairin şiirin içinden geçerek okura sezdirdiği bir sitemi varsa, o da intihar eden bir babanın ardından yaşadığı boşluğa doğru haykırışıdır.  

Gökhan Arslan’ı uzunca bir süredir hem yayımlanmış kitapları aracılığıyla hem de son dönemlerde dergilerde yayımladığı şiirleriyle takip ediyorum. Özellikle son dönem şiirlerinde ‘vurguyu’ son dizelerine bıraktığını gözlemledim. Denilebilir ki şair, şiirini silkeliyor son dizelerle. Nasıl bir silkelenme bu? Söz öbeklerinin yer değiştirişi, kelimelerin çok anlamlılığı  şairin sınırlarını zorladığını işaret ediyor. Şair önce yapısökümle uğraşarak alışagelmiş, kulaklarımıza aşina cümleleri dağıtıp etkisiz hale getiriyor, daha sonra yapı-inşayla tekrardan dizeyi yapılandırıyor. Şair eylem ile –liriğin ahengiyle– öznenin ruhta/bilinçte oluşturduğu sorunsalı okurla birlikte sorguluyor; “kırılgan bir çingene miyim ben/sahipsiz, ülkesiz düşler biriktiren?/yoksa doyumsuz bir kırmızı mıyım/anlamıyla küçük ormanlar gezdiren?/neden yüzümde kırık bir duruş/duruşumda solgun bir fotoğraf?”

         Şairin imgeleri çoğu zaman eski nesnelerin ve geçmiş zamanın bilinciyle ortaya çıkıyor:  fotoğraf, şehir, zeytin dalı, toprak, su, devrim, mezarlık, intihar, yakılmış ve boşaltılmış köyler. Bu imgelerin arasında idealize edilen baba figürüyle kırsalı da sık sık imleyerek bağ kuruyor. Şairin ana imgesinin baba oluşu kitabın adından başlıyor. Bir biyografik anlatıdan çok fazlası var şairin dizelerinde, acısını ve yitirişini ruhunda olgunlaştırıp veriyor, çiğlikten ve ani kalkışmalardan uzak. Pastoral motifler şiirlerin en belirgin damarlarından. Şair, doğadan koparmıyor bağlarını. Onları bazen feodal ve geleneksel ölçüleri sorgulayıcı bir dille yererken; bazen de dalından düşen meyveyi, dereden akan berrak suyu, yağmurla yeni buluşmuş toprağın kokusunu, topraksız köylüyü, ırgatları sınıfsal bir bilinçle işliyor: “toprağın kıymetini bil/ağaçların, buğdayların da (…) yer sofralarında/büyük bir iştahla yenirken/kimsenin bilmediği ot yemekleri/serin mutfaklarda/beton avlularda bırak/çift dikiş çocukluğunu/ve unut dünyayı/toprak usulca/göğsüne yerleştirirken/terli kokusunu”

Kent doğumlu olan şairin idolü “baba”dır ve babanın sınıfsal bilinci ve devrimci pratiği, şairde emek bilincinin oluşmasının temelini oluşturur. Şiirlerinde açıkça dışa-vurmaktadır politik olanı: “thko davası/141-142/ege bölgesini/ıslık gibi dolaşan hayalet/kod adı: şevket/yaşasın tito ve hoş i minh dizelerinin devamında okura da babanın politik kimliği ifşa edilerek onun sempatizan veya romantik devrimcilerden olmadığı bildirilmek istenir şair tarafından. “aranıyor;/bir dağı düze indirmekten”… Şair de bir baba mirası gibi sınıfsal bilincini hem hayatına hem de bu kitabın içine taşıyor.          

         Okuyucunun ve edebiyat çevrelerinin beklentilerinin de farkında olan şair Gökhan Arslan, bugünün penceresinden geçmiş(in)e lirik bağlarla dokunup ustaca “bilinçli zamanı” yaratıyor. Şiiri okuyucuda hayal kırıklığı yaratmadan akıyor, Dicle gibi akıyor. Dicle, dedik: Dicle yaralı, Dicle kadim, Dicle susuz, Dicle tanık, Dicle sanık, Dicle yaşam… Şairin nehir şiiri de: hem tanık, hem sanık, hem susuz, hem yaralı, hem de gidenin arkasından bir ağıttır.