ANDREW BOWIE
çev. Bilhan Gözcü Say Yayınları 2022 160 s.
İdealizm, materyalizm, rasyonalizm, diyalektik, diyalektik materyalizm… Alman felsefesi denince akla ilk gelen bu terimler bizleri ta binlerce yıl öncesine götürmüyor. Ancak tarihte ‘Alman felsefesi’ diye bir parantez açacaksak eğer, başlangıç noktasını 18. yüzyıl olarak işaretlememiz gerekiyor. Yani ‘modernite’nin başlangıcını... Bu ‘devir’ öncesinde genelde geleneksel ve teolojik desteklemelere sırtını yaslayan felsefi akımlarla Alman felsefesinin ayrımı da ‘modernite’yle birlikte keskinleşiyor. Londra Üniversitesi, Royal Holloway’de felsefe ve Almanca profesörü olarak görev yapan, genelde de modern felsefe üzerine araştırmalarıyla tanınan Andrew Bowie’nin Say Yayınları’ndan Bilhan Gözcü çevirisiyle yayınlanan kitabı Alman Felsefesine Giriş, Kant’la başlayan Alman felsefesinin yolculuğuna zaman, mekân, toplumsal gelişmeler bağlamında göz gezdirerek bu ‘taze’ sayılabilecek akımı Kant, Frege, Wittgenstein, Husserl, Marx, Hegel, Nietzsche, Heidegger gibi en ‘meşhur’ filozofların yanı sıra Novalis, Schleiermacher, Schelling gibi ‘yardımcı oyuncuları’ da katarak kısa ama net bir şekilde ele alıyor.
Immanuel Kant
Kitap “Kant ve Modernite” bölümüyle açılışını yapıp “Kant neden bu kadar önemli?” sorusunu yöneltiyor okura. Ardından “dil” meselesini masaya yatırıp Alman felsefesinde kilit rolü oynayan “Alman idealizmi”ne geçiş yapıyor ki, “bakın burası gerçekten önemli”. Yazar Andrew Bowie yine Kant’la beraber ortaya çıkan ve aslında gördüğümüz nesnelerin bambaşka anlamlar taşıdığı çekirdek temeliyle özetleyebileceğimiz Alman idealizmini şöyle açıklıyor kitapta: “1790’larda ortaya çıkan “Alman idealizmi”, Kant’ın savları ışığında, öznel ile nesnel arasındaki ilişkiyi gözden geçirmeyi amaçlar. Bizim ‘içten gelen’ doğaya ‘yasa koyma’ gücümüz, yasa koyulan doğayla nasıl ilişki kurar? Doğal varlıklar olduğumuz için, bir bakıma bu güç bize doğanın kendisi tarafından verilmiş olmalıdır. Ancak, doğanın geri kalanından farklı olarak, bu güç görünemez; çünkü doğa hakkında nesnel olarak düşünmeyi, onu bir ‘görünüş olarak’ ele almayı mümkün kılan şey yine tam olarak bu güçtür. Başka bir deyişle, tezahür eden şeylerle tezahürler aynı tarzda olamaz. Bu, yasa koyucu gücümüz hakkındaki savların zihne dair, örneğin psikoloji biliminden edinilebilecek, nesnel kanıta dayanamayacağı anlamına gelir, çünkü o bilimin kendisi de aynı güce bağlıdır.” Yine burada Alman idealizminin ‘membaındaki’ Fichte, Schelling, Hegel gibi bu mevzuya kafa patlatmış isimlere de yer veriyor. İlerleyen sayfalarda kitap adeta bir “ikinci bölüm”e geçiş yapıyor ve Marx, Nietzsche, Schopenhauer gibi ‘sivrilerin’ hayli çıkıntılı zihinlerinde neler dönüp durduğunu ve bu isimlerin sadece Almanlar üzerinde değil, dünyada nasıl bu kadar etkili olabildiklerini, değişim rüzgârını arkalarına almalarının altındaki sebepleri irdeliyor.
Alman Felsefesine Giriş, adından da anlaşılacağı üzere mevzuya bir “giriş” kitabı. Ancak içinde dolaştığı mevzular kesinlikle herhangi bir ‘konu başlığı’nı işin en ‘asgari’ tarafından ele almıyor. Yazar Andrew Bowie’nin derin özetleri, okura bir yol gösterip gerisini ona bırakmıyor. Birbirini destekleyen, çürüten önermeleri ve açıklamalarıyla bu “genç” felsefi akımın neleri içerdiğini, konuya dahil olan filozofların fikirlerini derli toplu bir biçimde açıklayarak misyonunu yerine getiriyor.
•