ÖZNUR YALGIN
Everest Yayınları 104 s. 2020
"Travma edebiyatının iyileştirici, tedavi edici yönü olduğu tartışılabilir fakat sağaltıcı bir etkisi olduğu su götürmez bir gerçek. Gerek yazar gerek okur için edebiyat bir tür liman. Belki de bu yüzden travma edebiyatı dendiğinde akla gelen örnekler saymakla bitmeyecek kadar çok. Listenin içinde yer alabilecek ve bu yazıya konu olan kitap ise Öznur Yalgın’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Ağırküre."
Tanık olmak insan ömrüne sığan en ağır deneyimlerden biri. Öyle ki, bir acıya, yitirilişe, ayrılığa tanık olmak çoğu kez taşıması zor bir yüke dönüşmekte. Gündelik varoluşumuzun bir parçası haline gelen bu yük insanlara, olaylara bakışımızı önemli ölçüde etkilerken, deneyimlerimize anlam verme yetimizi derinden sarsmakta. Sonrası, inkâr edemediğini kabullenmek zorunda kalan zavallı bireyin hayatta kalma çabası.
Bir kazanın, afetin, hak ihlalinin ya da istismarın tanığı olmak, mağduru/kurbanı olmak kadar ağır ve incitici. Hissedilen çaresizlik aynı. En iyisi tabii ki bilmemek, görmemiş, duymamış olmak, fakat bilmemek ve bilmek arasındaki eşik bir kere geçildi mi, geri dönüşü artık yok. Acı çekmenin insanı daha bilge kıldığı, daha engin bilgiye ulaştırdığı argümanını tersyüz etmek gerek bu noktada. Bilginin acı getirdiğini, daha çok gördükçe, daha fazla bilgiye ulaştıkça varoluşun sürekli bir sancıya dönüştüğünü hep hatırlamalı. Acı çekmenin insan varoluşunun bir gereği olduğunu savunan Nietzsche çoğu eserinde antik Yunan trajedilerinin ve öteki dünya inanışlarının illüzyon yaratma ve bu sayede varoluşa bir anlam yükleme işlevine dikkat çekmişti. Koca bir hiçliğe savrulmak istemeyen bireyin tanık olduğu tüm ölümler ve birbirini yok edişler karşısında ihtiyaç duyduğu tek şeydir anlam. Var olmak bu kadar acıysa, hayatın, hayatta kalabilmenin bir anlamı mutlaka olmalı.
Peki, insan tanık olduklarının yarattığı utanç ve isyan duygularıyla mücadele ederken deneyimlerine nasıl anlam yükleyebilir? İnsan olmanın bir tür dünyaya atılmışlık olduğunu hissettiğinde anlam arayışına devam edebilir mi? Bu sorulara cevabı travmanın yaratıcı etkilerinde aramak mümkün. Travmatik olaylara tanık olan bireyin hissettiklerini kâğıda dökmesiyle başlayan süreç önce kabullenmeyi, sonra hayatta kalabilmeyi mümkün kılar. Öyle ki, yazıya dönüşen her deneyim yazanın ve okuyanın yaşamında somut bir varlık kazanır. Tanık olunan olayın varlığı istemeyerek de olsa kabul edilir. Sonrasında ise birey içinde biriken isyan, öfke, çaresizlik gibi duyguları dışarı aktarabileceği bir kanal bulur.
Öznur Yalgın
Travma edebiyatının iyileştirici, tedavi edici yönü olduğu tartışılabilir fakat sağaltıcı bir etkisi olduğu su götürmez bir gerçek. Gerek yazar gerek okur için edebiyat bir tür liman. Belki de bu yüzden travma edebiyatı dendiğinde akla gelen örnekler saymakla bitmeyecek kadar çok. Listenin içinde yer alabilecek ve bu yazıya konu olan kitap ise Öznur Yalgın’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Ağırküre. Dünyada, dönüp durmakta olan bu kürede insan olmanın anlamını sorgulatan kitap okur için oldukça ağır bir okuma deneyimi sunmakta. Öykülerdeki yaşanmışlıklar çok tanıdık. Gazetelerde okunan, televizyonlarda izlenen, hakkında sayısız tweet atılan haberler öykülerin çerçevesini oluşturmakta. Ne var ki, Türkiye’de yaşanan, okurun ve yazarın bu ülkede yaşadıkları için tanık oldukları birçok olay bir o kadar da evrensel. Ve tam da bu yüzden kitabın adı insan olma halini net bir şekilde ortaya koymakta. Öyküye dönüşmüş acı olayları hatırlamak ve konuşmak utanç duygusu yaratıyor. Asıl katlanılmaz olan ise bu olayların gündelik hayatın sıradan bir parçası olması, okunup/izlenip geçilmesi ve ne yazık ki tekrar tekrar yaşanması. Çaresizlik hissi satırlara hâkim. Dünyaya atılmışlık duygusu çok baskın. Satırların okura hissettirdiği, dünyanın artık çoğu insan için ev değil, ağır bir küre olması. Sosyolog Arthur Frank’ın evsizliği travma olarak tanımlamasını Yalgın’ın öykülerini okurken hatırlamakta fayda var. Bu kadar anlamsız acının yaşandığı bir dünyada kendine yer bulamayan birey derin kaybolmuşluğunda yüzünü nereye dönecek? Edebiyat yitirilen evin yerine bir sığınak mı yoksa evsizliği kabul etmeyi sağlayan bir yüzleşme alanı mı? Öykü karakterleri kendi küçük yaşantılarının evsiz bireyleridir. İç dünyalarındaki huzursuzluk, yukarıda bahsedilen tanık olma halinin bir yansımasıdır ve kendi içinde artık huzuru bulamayan birey için ait olunacak bir ev de yoktur. Arkadaşlarını maden felaketinde kaybeden işçi maden ocağına, öğrencisini saçma bir ölümle kaybeden öğretmen sınıfına, cinsel yönelimi yüzünden yok sayılan kadın evinin sokağına, babasıyla konuşamayan evlat odasına rahatlıkla giremeyecekse, bir mekân aidiyeti de sağlanamayacaktır. Kitabı elinde tutan okurun hissettiği, evde olma duygusunun yitirilişinin yarattığı huzursuzluk dalgasıdır. Kucağında çocuğunun ölü bedeniyle objektiflere bakmaya zorlanan mülteci kadının yüzüne çarpılan kayıtsızlıktır evsizlik. Evini terk etmek zorunda kalan bireye bir daha asla evde olamayacağını acımasızca hissettiren bir ülkede hangi okur bundan sonra kendisini evinde hissedebilecek, bilinmez. Kimi zaman uzun diyalogların, kimi zamansa uzun susuşların koca boşluklara açıldığı on dört öykü evsizlik anlatıları olmasa da, okur bir yere ait olamamanın, bulunduğu yerde nefes alamamanın acısını her öyküde içinde hissedebiliyor. Birçok evsizleşme romanında olduğu gibi, tekinsiz olan evden dışarı çıktığında benliğini bulan bir birey yok karşımızda. İçeri-dışarı, ev-sokak tezatı üzerine kurgulanmış satırlar değil okuduklarımız. Yersizlik/yurtsuzluk öykülerin temel izleği. Bir ev arayışı zaten hiç olmamış, ne içeride ne dışarıda tam olabilen karakterlerin huzursuzluğu tüm öykülerde öne çıkıyor. Tanık olduğu acıların ağırlığıyla artık kendisini bir yere ya da gruba ait hissedemeyen birey yaşamaya devam edebildiğini fark ettiğinde, hissettiği şaşkınlıkla birlikte aşılamayan bir utanç duygusu onu arada bırakıveriyor. Ne huzur bulacağı bir içerisi var artık ne de özgürce yürüyüp uzaklaşabileceği bir dışarısı. Tam da bu nedenle bir travma edebiyatı öyküsü Ağırküre.
Tanık olmanın yarattığı acı ve bu tanıklığın utancıyla sürüp giden yaşantılar birbiriyle karşılaştığında ortaya çıkan paylaşım, ufak bir nefes arası gibi. Sözcüklerin sunduğu bu olanak aynı zamanda başka bir alana geçişi de mümkün kılıyor. Ne içeride ne dışarıda olabilen birey için acıyı ve utancı dille sarmaladığı yeni bir mekân belki de. Daha iyiye dair bir umut bekleyemeyecek kadar acıyla doldu her yer; ancak varoluşumuz bu kadar sancılıysa, okur ve yazar birbirini yine sözcüklere emanet edebilir.
•