JOHN FOWLES
çev. Süha Sertabiboğlu Ayrıntı Yayınları 2020 80 s.
Viktoryen bilimin doğaya karşı tavırda yarattığı en zararlı değişim, doğayla ilişkimizin amaçlı olması, daima daha çok bilgi peşinde koşması talebidir. Batılı insanın çok büyük bir çoğunluğu için doğa bir okul dersi haline gelmiştir. Bu da doğadan yabancılaşmaya yol açar. Diğer kuvvetli bir yabancılaşma öğesi ise Fowles’a göre, sinema ve televizyondan gelir. Bunlar doğanın gerçeğini sadece başka bir gözle değil, konu seçiminde ve yaklaşımda, yeniliğin yahut ender bulunurluğun baskın rol oynadığı bir versiyonunu sunarlar.
Michel Foucault 18. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan yönetim biçimlerini öncekilerden ayırır. Modern iktidarlarda belirleyici olan artık hükümdar değil yönetim sistemleri, toprak değil insandır. Siyasetin konusu insan yaşamıdır. Bu nedenle siyasi veriler biyolojiden referans alır. Artık bir tertip söz konusudur. Bundan sonra doğayla ilişkimiz değişecek, bu ilişki insanın ihtiyaçları üzerinden belirlenecektir.
Gündelik yaşamda bu değişimin izlerini Rebeca Solnit’in Yürümenin Tarihi, Yol Aşkı isimli kitabında (çev. Elvan Kıvılcım, Encore Yayınları, 2000) bulmak mümkün. Solnit, doğayı kültürel bir şeye dönüştüren tarihi anlamak için insanların bazı doğal alanlarda belirli gündemlerle yürümeyi neden seçtiklerini bunun İngiliz bahçelerinde nasıl vücut bulduğunu ve de buradan dünyaya nasıl yayıldığını anlamak gerekdiğini ifade eder (s. 130).
John Fowles, Ayrıntı Yayınları tarafından, Süha Sertabiboğlu çevirisi ile yayımlanan, Ağaçlar adlı kitabında da bu değişimi anlamaya çalışır. Biçimli ve düzenlenmiş bahçelerin politik, kültürel, felsefi ve dinî anlamını sorgular. İnsanın yaban doğaya olan bakışının, onunla kurduğu ilişkinin, başka türlere tavrının altında yatan nedenler üzerine düşündürür. Fowles’un metni başlangıçta baba-oğul çatışmasının konu edildiği bir kitap gibi gözükse de ilerledikçe asıl derdinin başka olduğu anlaşılır. Yazar, babasının her şeyi özenle seçilmiş, yabani hiçbir şeye yer bırakılmamış, biçimlenmiş, düzenli bahçesinin karşısına el değmemiş doğayı koyarak metnine başlamış olsa da onun esas vurgulamak istediği şeyin, modern bilimsel perspektiflerin adlandırma, kategorize etme, düzenleme gibi tahayyüllerinin, zamanla geçerli olmasının sonuçlarını ortaya koymak olduğunu görürürüz. Yazara göre cehalete yol açan şey ille de çok yetersiz bilgi değildir ; gereğinden çok bilgiye sahip olmak ya da gereğinden çok bilgi edinmeyi istemek de aynı sonucu verebilir (s.46).
« Bir şeyleri adlandırmak daima, dolaylı olarak onları kategorize etmek ve dolayısıyla da toplamak, sahiplenmeye kalkışmaktır ; ve insan, modern toplumların çoğu tarafından beyni yıkanarak, sahiplenmenin sahiplenilmekten daha zevkli olduğuna, ele geçrimenin ele geçirilmeye bin bastığına inandırılmış çok açgözlü bir yaratık olduğundan, sırf isimler ve bunlarla bağlanan nesneler çabucak bayatlar. Sürekli bir yeni nesneler ve isimler –doğa bağlamında da yeni türler ve deneyimler- arama gereksinimi ya da dürtüsü vardır. Yakından tanımaya karşı her gün daha da kayıtsızlaşılır ve her şey bilindikçe bilinmez hale gelir. Ve bu sadece insandışı doğa için geçerli değildir ; çevremizdeki insanlara karşı tavrımızın bu gezegendeki ‘daha aşağı’ yaşamalara karşı tavrımızdan ayrı bir şey olduğunu düşünmek için aptal olmak gerekir » (s. 30-31).
Yazar bütün bunlardan hem makineleri hem de doğru isimlendirmeye takıntılı Viktoryen biliminin talihsiz mirasını sorumlu tutar. Viktoryen bilimin doğaya karşı tavırda yarattığı en zararlı değişim, doğayla ilişkimizin amaçlı olması, daima daha çok bilgi peşinde koşması talebidir. Batılı insanın çok büyük bir çoğunluğu için doğa bir okul dersi haline gelmiştir. Bu da doğadan yabancılaşmaya yol açar. Diğer kuvvetli bir yabancılaşma öğesi ise Fowles’a göre, sinema ve televizyondan gelir. Bunlar doğanın gerçeğini sadece başka bir gözle değil, konu seçiminde ve yaklaşımda, yeniliğin yahut ender bulunurluğun baskın rol oynadığı bir versiyonunu sunarlar. Doğa filmi ya da programı elbette eğlence değeri taşır. Ancak, « kameranın sizi Afrika cangılının en diplerine, uçsuz bucaksız Arktika’ya, denizin otuz kulaç dibine götürmesi « modern teknolojinin mucizesi » gibi görülebilir ; ama seyirciyi doğanın gerçekliğine daha çok yaklaştırmaz yahut « insanlarla çevrelerindeki gerçek doğa arasında daha doğru dürüst bir ilişki sağlama olasılığı, sırf roman okumakla roman yazmanın öğrenebileceğinden daha fazla değildir » (s. 34). Özellikle doğa belgesellerinden yola çıkarak, konuyu biraz daha ileri götürmek pahasına « vahşi doğanın » evlerimize kadar getirlmesini sömürgecilik ya da oryantalizmle ilgili literatüre bağlayabiliriz.
Fowles, yapılan her şeyde amaç aramanın, işlevselliğin (s. 47) ; ağaçlara ve ormanlara sadece bilimsel, ekonomik, topoğrafik yahut estetik yönden bakmanın (s. 65) tehlikelerine dikkat çeker kitapta. Ona göre, vahşi doğayı –ne kadar masum ve kullanılması zararsız olsa da– « kullanılabilirlik » kavramından ayırmadıkça, doğayı (ya da kendimizi) asla kesinlikle tam anlayamayacak ve kesinlikle hiçbir zaman saygı duyamayacağız (s. 38).
Fowles’un umuda dair üç önerisi bulunur: “Birincisi, doğayı tam anlamıyla tanımak bir bilim olduğu kadar, sanattır da. İkincisi, bu sanatın özü kendi kişisel doğamızda ve bunun diğer doğayla ilişkisindedir ve asla, bizim dışımızdaki “şeylerin” bir koleksiyonu biçimindeki doğada değildir. Son olarak da bu tür bilgi yahut ilişki başka bir yolla -resimle, fotoğrafla, sözcüklerle, bilimle- yeniden üretilemez.” (s. 62) Doğadan beslenilebilir, onun imgeleri kullanılabilir ama bu onun ancak yeniden üretimi olabilir. Bizim onunla ilişkimizi –eğer gerçek bir ilişki istiyorsak– tüm bunların ötesinde bir yere konumlar. Onu kendimizden ayrı bir yere konumlamamayı, ormanı kereste için, ağacı meyve için sevmemeyi, onun yaban doğasını kendi oluşu ve ilişkiselliği içinde kabul etmeyi önerir yazar.
« Doğa bir şekilde bizim dışımızda, sınırlarla çevrili ve yabancı, yani ayrı görüldüğü sürece hem bizim için hem de bizim içimizde yitiktir. İki doğa, yani özel ve genel doğa, insan doğası ve insandışı doğa birbirinden ayrılmaz ; doğa ve hayatın kendisi hiçbir zaman dolaylı bir şekilde, yani sadece başka kişilerin gözü ve bilgisi yoluyla gerçek bir şekilde anlaşılamaz. Bilim de sanat da ne kadar mükemmel, ne kadar derin olursa olsun, sonuç olarak işe yaramaz » (s. 65).
Doğa bugün insanın yol, inşaat, maden, kanal gibi gerekçelerle dinamitlerle, işmakinalarıyla, betonla, asfaltla, yangınla yaptığı her türlü saldırıya karşı direniyor. Fowles’un dediği gibi : Doğa doğası gereği direnir. Doğa başka bir şekilde, kendi bireysel şimdiliğinde ve bizim bireysel şimdiliğimizden görülmeyi bekliyor (s. 47). Gelecekte bizi bekleyen tehlike, doğadan duygusal ve entelektüel kopuşumuzdadır (s. 61). Bu kopuş bir süre daha insanın doğaya dolayısıyla kendi varoluşuna verdiği tahribatı arttırsa da, doğa, içinde insan olmadan da kendini toparlayabilme gücüne hep sahiptir.
•