12 Eylül’le yüzleşmek zorundayız

40-yıl-12-Eylül

40 Yıl 12 Eylül

Derleyen TANIL BORA

Göze Orhon, Murat Belge, Nilgün Toker, Ümit Kıvanç, Gaye Boralıoğlu, Ömer Laçiner, Merih C. Taymaz, Gültan Kışanak, Fethiye Çetin, Kumru Başer, Ercan Kesal, Tolga Arvas İletişim Yayınları 2020, 232 s.

Kitabın kapağında parmaklıklar var. Üstünde de kocaman harf ve rakamlarla 40 Yıl 12 Eylül yazılmış. Tanıl Bora’nın derlemesi, İletişim Yayınlarının verimi. Sadece parmaklıkları gördüğümüz için ne tarafta olduğumuzu anlayamıyoruz. Parmaklıklar, bir yönüyle hâlâ 12 Eylül darbecilerinin yaptığı anayasa ile yönetilmekte olduğumuzu vurguluyor, öte yandan 12 Eylül demek parmaklık demek, hukuksuzluk demek, işkence demek, yargısız infaz demek, gözaltında kaybetmek demek, kayıp doksanlara giden yolun açılması, bugün yaşadığımız birçok sorunun altında yatan sebep demek.

BİLGEHAN UÇAK

Derlemede on iki kişinin yazısı var ama içlerinden birinin farklı olduğunu Tanıl Bora, “Sunuş”ta açıklıyor: “Göze Orhon (…) bu kitabın 12 Eylül öncesini aklı baliğ olarak yaşamamış tek yazarı…” (s. 10) 1978 doğumlu Göze Orhon’un akli baliğ olarak yaşamadığı 12 Eylül’ü ben hiç yaşamadım. 12 Eylül’den tam dokuz sene sonra doğdum. Ama hem 12 Eylül’ü yaşamamış beni, hem akli baliğ olarak yaşamadığı halde Essex’teki doktorasında “12 Eylül’ün kolektif belleğini” çalışan Göze Orhon’u hem de bu darbeyi bilfiil yaşamış Nilgün Toker’i, Fethiye Çetin’i ve diğerlerini buluşturan nedir? Neden hepimiz 12 Eylül 1980 tarihini duyduğumuzda ürperiyoruz?

Cumhuriyet tarihinde 27 Mayıs’la başlayan darbecilik adeta bir geleneğe dönüşerek on senede bir yinelenmeye başlamıştı ve her darbe ardında onulmaz acılar bırakıyordu. Altmışta Menderes ve arkadaşları, hepimizin utanması gereken, yüzkarası bir yargılama sonucunda idam edildiler. Yetmişte sıra Deniz Gezmişlere geldi. Yaşanan onca felaketten sonra, küçük bir avuntu belki: Ölümü alkışlayan, idamı savunan bir toplum değiliz. Bu ülkede kimse artık “iyi ki şu asıldı,” demiyor.

Ama 12 Eylül, bulduğu bu bataklığı dehşetengiz bir seviyeye ulaştırdı. İşkence kurumsallaşmıştı ve devletin kadrolu işkencecileri vardı. Özellikle Diyarbakır 5 no.lu Cezaevi’nin şöhreti sınırları aşmıştı. Gözlerini o kadar kan bürümüştü ki, Erdal Eren adlı çocuğu asabilmek için yaşını büyütmüşlerdi.

Nilgün Toker, 12 Eylül mezalimi için muhteşem bir saptama yapıyor:

“Daha önceki darbelerin yapmadığı/yapamadığı bir şeyi başarmış olmalı 12 Eylül darbesi. En sonda söyleyeceğim şeyi baştan söyleyeyim: Toplumun geride bırakma kapasitesini ve nihayetinde bir toplum olma kapasitesini yok etti.”[s. 62]

Toker, felsefe profesörü. Yaşadıklarından -darbecilerin yaşattıklarından- sonra toplumun bu acıları, ıstırapları unutup –“geride bırakma kapasitesi”– hayatına kaldığı yerden devam edebilmesinin imkânsızlığından bahsediyor. Yüz yüze geldiğimiz şey öyle korkunç ki bir türlü geçmediği gibi geçtiğini sandığımızda bile araz bırakıyor. Bir milat oluyor herkes için.

Göze Orhon, doktorasını 12 Eylül üstüne yazmış. Bu derlemedeki yazısında (“Bir 12 Eylül Yazısının İlk Cümlesi ya da Kuşaklar, Sessizlikler, Kederler”) yaptığı saha araştırmalarından ve akademik çalışmalarından söz ediyor. Ama yazısında ister istemez kendisi yok – şimdi, yazarken benim de yaptığım gibi. Bir akademisyen ciddiyeti ve soğukluğuyla yaklaşıyor 12 Eylül’e.

Oysa, Nilgün Toker gibi Fethiye Çetin de 12 Eylül vahşetine bir kadın olarak maruz kalanlardan.

“12 Eylül darbesi döneminde gözaltına alınan 650.000 kişiden biriydim (…) Önce gözlerimi bağladılar. Bir süre araba içinde dolaştırdıktan sonra yerin dibinde karanlık, soğuk ve rutubetli bir yere götürüldüm. Buranın özel işkence mekânı olarak hazırlanan DAL (Derin Araştırma Laboratuarı) olduğunu…

İşkence yöntemlerinin hemen tamamının soğukkanlılıkla, pervasızca ve hatta çoğu zaman şevkle uygulandığı, çoğuna da maruz kaldığım bu ter, kan ve küf kokulu mekânda 63 gün tutuldum.” [s. 145]

İşkence bir insanlık suçu. Somut birine işkence edildiğinde, “İnsanlık” denen o soyut değere karşı işlenmiş sayılıyor. Affı, kabul görmesi, anlaşılabilmesi, olumlanması hiçbir koşul altında mümkün olmayacak bir suç işkence. Öyle bir suç ki, zaman bile aşmıyor. Ama 12 Eylül’ün beşibiryerde darbecileri, bırakın işkenceye karşı çıkmayı bu metodu kurumsallaştırdılar. Yüzbaşılara yetki vererek bir işkenceci hiyerarşisi oluşturdular. En tepede tabii ki kendileri vardı, aşağılardaysa Mamak’ın Albay Raci Tetik’i ya da Diyarbakır’ın Yüzbaşı Esat Oktay’ı gibi alt rütbeliler. Yargılanma ihtimalleri olduğunu bildikleri için anayasaya koydukları maddelerle kendilerini korumaya aldılar.

Fethiye Çetin, “12 Eylül hukuku” denen oksimoronun ne olduğuyla da tanışmak mecburiyetinde kalmış.

"12 Eylül savcılarının, gözaltı koşullarını, gözaltı mekânını, buralarda uygulananları, işkence yöntemlerini bilmediklerini kimse savunmasın. (…) Üstelik savcı gözetim ve denetiminde yapılan işkenceler, sadece sorguya alınanlara yönelmiş bir uygulama da değildi. Gözaltına alınanların yakınlarına bilgi verilmedi. (…) Avukatlarla da görüştürülmedik. (…)

12 Eylül yargısının karakteristik özelliği, her ne pahasına olursa olsun, hedef gösterileni, hayatı değersiz kılınanı cezalandırmaktır. Zira o, düşmandır. Bu yolda, işkence, insanlık dışı ve aşağılayıcı davranışlar görmezden gelinecek, ortaya çıktığında ise inkar edilecektir…" [s. 153-4]

Fethiye Çetin, düşman olarak görüldüklerini söylerken, gözaltına alınan 650 bin kişinin adına konuşuyor. Düşman olması için bir savaş gerekir. 12 Eylülcüler bu savaşı bizzat halka karşı açmışlardı. Savaşta düşmanın başına gelecek de bellidir: Ya ölüm vardır sonunda ya da esaret. 12 Eylülcüler halka ölümü de esareti de yaşatmaktan imtina etmediler. Sağcı olsun solcu olsun, devrimci olsun Müslüman olsun, Türk olsun Kürt olsun, kadın olsun erkek olsun, genç olsun yaşlı olsun, hatta politik olsun ya da olmasın herkes bu büyük acının bir parçası haline geldi. 12 Eylül, bu ülkedeki herkesin hayatına dokundu. Ve maalesef, bu dokunuş kan, acı, ıstırap, çığlık ve ölüm getirdi.

Mahkûmların hiçbir hakları olmadığını, elinden gelse onları hiç düşünmeden öldüreceklerini söylemiş Raci Tetik. Humeyni’yi örnek alıyormuş, “nasıl da sallandırıyor!” diye mutlulukla anlatıyormuş. Bir hapishanenin değil, esir kampının insanlıktan çoktan çıkmış komutanı. Daha sonra kendisi de hukukçu olacak Fethiye Çetin, Albay Tetik’in düzenini şöyle anlatıyor:

“Adımınızı attığınız andan itibaren sizi içine soktukları o korku, tehdit, işkence, kafes, ölüm hücresi, asker komutu, asker copu sarmalının günlük pratik olarak yaşandığı toplama kampı” diye tanımlıyor Mamak’ı. “Düşmandık biz, iç düşman…” [s. 158]

Tanıl Bora’nın derlemesinde, Fethiye Çetin ve Nilgün Toker’den başka, Murat Belge, Ömer Laçiner, Ümit Kıvanç, Gaye Boralıoğlu, Gültan Kışanak, Merih Cemal Taymaz, Tolga Arvas, Kumru Başer ve Ercan Kesal’in birbirinden güzel ve çarpıcı yazıları, tanıklıkları yer alıyor.

Nilgün Toker, yaşananları geride bırakamadığımızı söylemişti. Geride bırakabilmek için yüzleşmek ve hesaplaşmak zorundayız. İntikam arzusuyla değil, bir daha bunlar yaşanmasın diye, hiçbir asker bir daha darbe yapmayı düşünmesin, bu ülkede “işkence”nin kelimesi bile unutulsun diye…