Sami Selçuk

26 Ağustos 2024

Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler -X

Bu ülkede meslek ahlakını bile zorlama pahasına, yargılama etkinliği ve duruşma aşaması, meşru yatağından çoktan çıkmış, haksızlığın, adaletsizliğin çok çarpıcı, üzücü bir aracına dönüşmüştür

Daha önceki yazılarda dile getirilenlerin ışığında ilk yapılacak etkinlik açıktır, bellidir ve yalındır: Tek yargıçlı mahkemede yargıç, çok yargıçlı mahkemede ise başkan, yalnızca iddianameyi (hukuk davasında davacının ya da vekilinin dava dilekçesini) okumalı, ancak önyargı oluşmaması için dosyanın tamamını asla incelememelidir. Eğer incelemek gerekiyorsa, güvendiği yazmanlardan biri yahut da stajını yapan bir hukukçu, dosyayı inceleyerek ulaştığı sonuçları, duruşma yargıcına ya da başkana özetlemelidir.

Bu incelemenin sonucunda eğer keşif yapılması, bilirkişi incelemesi vb. gerekiyorsa, ilkin bunlar tamamlanmalı, daha sonra da, bütün bunların tartışılması amacıyla yasanın kullandığı terimle “duruşma,” Batı dillerinde geçen terimle “tartışma” (débat, dibattimento) aşamasına geçilmelidir.

Davacılar, davalılar, mağdur(lar), sanık(lar), kısaca taraflar, tanıklar ve gerekiyorsa bilirkişiler vb. çağrılarak başlayan duruşma, yani tartışma, bilimsel yapıtlarda ayrıntılarıyla anlatılan ilkelerine göre yürütülerek tek oturumda bitirilmeli, karar verilmelidir.

Tıpkı yasalarını aldığımız, bizim gibi aynı yasaları alan ülkelerde görüldüğü gibi.

Demek, duruşma yapmak, asla duruşmaya katılanların kimler olduklarını ve isteklerinin ne olduğunu tutanaklara geçirmek değildir. Çünkü tutanağı yazmanlar düzenler, yargıçlar değil. Bu görev ve yetki, çok önemlidir. Bu nedenle yargılama hukuku, tutanak yazmanlarının da, yargıçlar gibi, reddedilebileceklerini benimsemiştir.

Yargıç, elbette önemli gördüğü bir konu olduğu zaman tutanak yazmanını uyararak o konuyla ilgili söylenenlerin de tutanağa geçirilmesini, unutulmamasını sağlayacaktır.

Ülkemizde duruşma etkinliğinin her zaman böyle yapıldığı söylenemez. Yargılama, özellikle de duruşma konularında eksiklerimiz, günahlarımız çoktur.

Bu eksikler, günahlar üzerinde dururken adalet tarihinin bizlere iletilerini de hiç unutmayalım.

Evet, yargısal (adli) yanılgılar, “Dreyfus” davaları, efendiler, hemen her ülkede yaşanmıştır yaşanmasına.

Ancak her ülkede bu türden yanılgıların üstüne yürüyen babayiğit Binbaşı Picquart’lar, “Suçluyorum!” diye haykıran büyük Emile Zola’lar sık sık ortaya çıkmamıştır (Zola, Emile, J’accuse, la vérité en marche, Paris, 1965.)

Tam bu noktada bir ayraç açmak isterim.

Güvenilirliği dünyaca bilinen Fransız gazetesi Le Monde, şubat ayında eski cumhurbaşkanlarından François Mitterrand’ın büyük reformcu ünlü adalet bakanı ve Eski Anayasa Konseyi Başkanı Robert Badinter’in (1928-2024) ölümünü ve bunun üzerine Fransız Cumhurbaşkanının Bordeaux’ya gittiğini, ölüm cezasının ve barış dönemlerinde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılmasını, yeni ceza yasanın yapılmasını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının tanınmasını sağlayan, ayrıca “hukuk toplumbilimi” uzmanı Prof. Irène Théry’ye göre, bilimsel açıdan ortak yaşama öncülük etmiş olan Badinter’in ünlülerin mezarı olan Panthéon’da yerini alacağını duyuruyordu (Le Monde, 15 Şubat 2024).

Çünkü Fransız Cumhurbaşkanına göre, Badinter, “Yüzyılın bir figürü, cumhuriyetçi bir vicdan, Fransız ruhu”ydu.

Öte yandan Türk basınının yeterince ilgilenmediği Badinter, bizim için de çok önemli bir hukukçu düşünürdü. "Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır" diyen Yasa’ya, “Parlamento mahkeme değildir, dolayısıyla bu yasa, Anayasa’ya aykırıdır” (Le Monde, 14 Ocak 2012) diyerek karşı çıkmış; hem Senatodaki oylamayı, hem de bu yasayı iptal eden Anayasa Konseyini (AYM) de çok etkilemişti.

Ayrıca şu nokta da hiçbir zaman unutulmamalıdır: Ne zaman bir yargısal yanılgıdan söz edilse, ilk akla gelen örnek, “Dreyfus Davası”dır. Nitekim “Büyüklük olmadan Fransa olmaz” diyen General de Gaulle bile, anılarına kendi kuşağının Fachoda’nın yitirilmesi, toplumsal uyuşmazlıklar, dinsel ayrışmalar ve de Dreyfus Davası ortamında yetiştiğini belirterek başlamıştır (Mémoires de Guerre, l’Appel, 1940-1942, Paris, 1954, s. 5, 6.)

Evet, herkese sesleniyorum ve diyorum ki, geliniz, her şeyden önce duruşma anlayışımızı A’dan Z’ye gözden geçirelim, “yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu” gibilerden aldatmacalarla, safsatalarla kendimizi kandırmayı bir yana bırakalım.  

Efendiler, Türk yargıçları, savcıları, avukatları, asla hiç kimseye öykünemezler. Çünkü onlar, sadece ahlaksal temelde gelişip oluşan, herkese açık ve ilkelerine göre yapılan yargılama, duruşma hukukunun buyruğundadırlar.

Üstelik o hukukun doğru uygulanması konusunda şerefleri, eved en yüce değerleri üzerine ant içmişlerdir. 

Bu yüzden onlar, varoluşları hukukun doğru uygulanmasına bağlı olan hukuk kurumlarını ve hukuksal yetkilerini asla çirkinleştiremezler, kötüye kullanamazlar.

Dolayısıyla hiç kimse kendisini aldatmaya kalkışmasın.

Kalkışırsa, ortaya uygulamamızdaki gibi, yalnızca hukuka aykırı bir yargılama ve duruşma uygulaması çıkmaz; Türkiye’nin “Avrupa Birliği”ne girmesi bir düş olup çıkar.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde “Zamanımızda bir kuşak, bilginin cezalandırıldığı ve bilgisizliğin mutluluk olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki kuşak, bilgisiz olduklarını bile bilmeyecek, çünkü onlar, bilginin ne olduğunu bilemeyecekler" diyen ABD kurgu yazarı Ursula Kroeber Le Guin haklı mıydı yoksa Türkiye’deki hukuk uygulamasını hiç duymamış mıydı diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

SON SÖZLER VE DİLEKLER

Evet, efendiler.

Bireysel yararları bir yana bırakırsak yukarıda değinilen yargılamalarda, duruşmalarda, davalarda ortaya çıkan bütün olağan dışılıklar, çarpıklıklar, ülkemizde hemen hemen her davada her gün herkesin gözü önünde yaşanmakta, böylelikle davalar, sadece hukuksal boyutlarını değil, etik boyutlarını da yitirmektedir. Bunu yapanların mesleklerini dürüstçe ve hukuka uygun ve de hukukun gerçekleşmesi için yapacaklarına ilişkin şerefleri üzerine ant içmeleri ve de bu çarpıklıklara uygulanan yaptırımlara gelince, bunlar, ne yazık ki, bu ülkede yetersiz kalmaktadır.

Bu nedenlerle de hemen hemen her dava, Türkiye’de aynı alınyazısını yaşamaktadır.

Üstelik davalı vekillerinin müvekkillerinin hükümlülükleriyle sonuçlanacağını kesinlikle kestirdikleri davalarda, çoğu zaman salt yargılama, üstelik de bütün dünyada tek oturumda biten duruşma aşamasının süresini aylarca, hatta yıllarca uzatmak, alınyazısını olağan yörüngesinde saptırmak için başvurdukları apaçık belli olan çarpık istekleri için, sözgelimi, en çok birkaç gün yeterli iken, duruşmanın ikinci oturumunun yaklaşık yarım yılı aşan uzun bir süreyle ertelenmesi gibi durumlar da, kuşkusuz bu çarpıklığı kolaylaştırmaktadır.

Elbette bu türden tutumlar, çoğu kez, mahkeme yargıcının sadece bazı arka niyetlere destek olmasından kaynaklanmamakta, tam tersine, her şeyden önce duruşmaların, hukukun buyruğuna karşın, tek oturumda bitirilmemesinin doğal görülmesinden de kaynaklanmaktadır. Çünkü ülkemizde mahkemeler, ne yazıktır ki, davaları tek oturumda bitirmemeyi genel bir kurala dönüştürmüşlerdir. Çünkü olasılıkla yargıçlarımız, inandıkları dinin peygamberinin ne “Bilim Çin’de de olsa danışınız” ve “Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsız” hadislerini, ne de hukuk öğrenimi sırasında okudukları, sözde öğrendikleri ve sınavlarına girdiği dersleri ciddiye almaktadırlar. Yetiştikleri düşündürmeyen, ezberci öğretim sistemi de buna katkıda bulunmaktadır. Çünkü amaç, sorgulayan ve düşünen birey olmak değil, sınıfları geçip bir diploma almaktır.

Bu, bir.

Öğretimde düşünmeye alıştırılmamış hukukçular ise, stajlarından başlayarak ablalarına, ağabeylerine öykünmekte, onları taklit etmektedirler.

Yaşanan dramın temel nedenleri, işte bunlardır.

Bu, iki.

Bu açıkla oyunun (dram) sonucu ise bellidir ve de çok ağırdır: Bu bağımlılık ve de tek oturumda karar vermeme yüzünden davaların birikmesi ve uzaması; adalet değerinin bayatlayıp çürümesi.

Bu da üç.

Demek, duruşma denilen balık, ülkemizde baştan kokmuştur, efendiler!

Üstelik bu tiksindirici kokuyu, bugüne değin A. Karakoç, A. Yüce gibi nice ozanlar ağıt şiirleriyle, nice sinema ve tiyatro oyunları sahneleriyle dile getirmiş olmalarına karşın durum, ne yazık ki, hiç mi hiç değişmemiş; ne Batı cephesinde bir değişiklik olmuştur, ne de duruşma cephesinde.

Sonuç ise, apaçık ortadadır ve şudur: Bu ülkede meslek ahlakını bile zorlama pahasına, yargılama etkinliği ve duruşma aşaması, meşru yatağından çoktan çıkmış, haksızlığın, adaletsizliğin çok çarpıcı, üzücü bir aracına dönüşmüştür.

En düşündürücü olan da şudur: Yargılamayı ve duruşmayı bu düzeye indirenlerin, Batı kökenli yazılı hukuku bile doğulu kılmayı becerenlerin bu ülkede yükseköğretimden geçmiş olmaları ve de, ne yazıktır ki, sürekli başarılı sayılmaları.

Bu konuda bir başka üzücü durum ise, bunların arasında yukarıda değinilen hadisin sahibi Hz. Muhammet’e gerçekten içtenlikle inananların bile bulunması!?

Bu satırların yazarına gelince. Şimdilerde ona düşen, bu yazı dizisinden de kolayca anlaşılacağı üzere, kendisinin ve herkesin hemen her Allah’ın günü mahkemelerde yaşadığı bu çarpıklıkları bundan böyle hiç kimsenin yaşamaması için son bir çabayla ve de hukuk diliyle dile getirmeye, yargılama ve duruşma kavramlarını açıklamaya çalışmaktır.

Bu yazı dizisinin biricik amacı da budur.

O kadar.

Evet. Elindeki biricik çare de, ne yazık ki, sadece budur, hanımefendiler, beyefendiler.

  Hukukumuz uğruna keşke hepimizin elinden daha çok şeyler gelebilseydi.

Ancak şimdilik bunları sizlere duyurmaktan ve “Kimileri ellerine kınalar yaksın, adalet de utansın!?” demekten başka bir şey gelmiyor, hiçbirimizin elinden!?

Çok yazık, çok!?

Tamam, şimdilik bu çirkin çarpıklıklara tenezzül edenleri bir yana bırakalım, ya sizlerin önerdiğiniz çareler nelerdir, efendiler!?

Lütfen bu konuda neler düşündüğünüzü, birkaç sözcükle de olsa, açıklar mısınız?

Daha önce de değinildiği üzere evet, ne yazık ki, ozanımız Şükrü Erbaş’ın dediği gibi, “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz.

Yıllardan beri yaşadığımız ve asla değişmemesi gerekin duruşma yargıçlarının hemen her oturumda değiştiği, yargıçlardan yargıçlara duruşma oturumlarının tutanaklarla aktarıldığı, tutanaklara göre de yargıların kurulduğu, yani “biçim veremediğimiz şeylerin, biçimini alarak” gerçekleştirdiğimiz duruşmalar sonrası biz yargıçlar, savcılar, avukatlar da çok yorulduk ve bunaldık; Batı hukukuna göre yürütemediğimiz yargılamaya, duruşmaya dünyada görülmemiş biçimler vermeye kalkıştık ve de bunları doğru sandık ve de milyonlarca, milyarlarca kararlar verdik.

Evet, efendiler! Hiç değilse Cumhuriyetin yüz birinci yılında bu kaba saba yanlışımızı artık görelim, kendimize gelelim ve itiraf edelim ki, bu anlayışla verdiğimiz bütün kararlar, “KESİN GEÇERSİZLİK” yaptırımıyla sakattır; sakat olduğu için de “ADLİ YANILGI”lara gebedir.

Tam bu noktada bir ayraç açmak isterim.

1966 yılında Fransa’da on yedi cezaevinde incelemeler yapmıştım. Suçlarını sorduğum hükümlülerden hiçbirisi iftiraya uğradığından söz etmemişti.

Türkiye’de ise, lütfen bir cezaevine gidiniz ve aynı soruyu sorunuz. Hükümlülerin en az beşte biri iftiraya uğradığından söz edecektir, size.

Bunun üzerine lütfen şu soruyu kendinize sorunuz: “Bu hükümlülerin hepsi yalan mı söylemektedir? Biz hukukçuları uyarmak için yalnızca birinin bile doğruyu söylemesi yetmez mi?”

Evet. Bizler, ülkemizde hukukun işleyişinin, duruşmanın tek oturumda bitirilmesinin çok, ama çok ayrıklı (istisnai) bir durum olduğunu gözeterek adli yanılgı oranının yüzde 90’ların çok üzerinde, hatta yüzde 97, yüzde 98 olduğunu ve bu hukuksal gerçeği anlamayan bir hukuk düzeninin asla sağlıklı bir adalet dağıtamayacağını artık düşünmeye başlamalıyız.

Bildiğimizce de yeryüzünde bu hukuksal doğruları, özellikle de hukuksal gerçeği, sadece yasama ve yürütme erkleriyle değil, yargılama erkiyle bile algılayamamakta direnen tek ülke, Türkiye’dir.

Bunun en somut örneği, 16 Ağustos 2024 tarihinde toplanan TBMM toplantısında yaşanmış; erkler ayrılığı uyarınca yargılama erkinin içinde yer alan AYM’nin kararına, yanlış bile olsa, uymak gerektiğini unutan yasama erki (TBMM), kendisini bir temyiz makamı olarak görmüş ve  ilkokul birinci sınıfındaki bir öğrencilerin bile anlayacağı ölçüde çok açık seçik, çok buyurucu, asla yorumu gerektirmeyecek oranda çok katı hükmüne, yani “Anayasa Mahkemesi karaları, Resmi Gazetede yayımlanır ve YASAMA, YÜRÜTME VE YARGI(LAMA) ORGANLARINI … BAĞLAR” diyen hükmüne (m. 153/son) uymayı reddetmiş; Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesinin hukuka aykırı kararını ve suç (Türk Ceza Yasası, m. 257/1) oluşturan eylemini desteklemiştir.

Bu karar, hiç kuşkusuz kara bir leke olarak hukuk ve de siyaset tarihimizde yerini alacaktır.

Yeri gelmişken ayraç açarak hukuk bilinciyle davranmanın bir örneğini vererek ve sonuçları üzeinde durarak bu yazı dizisini bitirmek istiyorum.

İkinci Dünya Savaşı sona erince, İtalya’da halkoyuyla krallık rejimine son verilmiş ve Cumhuriyetin anayasasını hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis (Costituente) oluşturulmuştu. Devlet Başkanlığına da geçici olarak hukuk Profesörü De Nicola getirilmişti.

Anayasa’nın benimsenmesi üzerine seçimler yapılmış, Prof. De Nicola da görevini seçilen Cumhurbaşkanına bırakmış, kendisi de yeni Anayasa’yla kurulan Anayasa Mahkemesi Başkanlığına seçilmişti.

O dönemde İtalya’da faşist dönemden kalma “zorunlu sürgün”le (foglio di via obbligatorio) ilgili bir Yasa hâlâ yürürlükte idi. Buna göre, doğduğu ilden başka bir ile giden ve orada bi işi olmayan insanları o ilin valisi doğduğu ile geri gönderebiliyordu. Amaç, yoksul güneyden varsıl kuzeye göçü, bu göçün yol açtığı suç patlamasını önlemekti.

Sol partilerden biri, bu Yasa’nın özgürlüğü sınırladığını ileri sürerek iptal davası açmış, Anayasa Mahkemesi de o Yasa’yı iptal etmişti.

Ancak dönemin halkça çok sevilen, AB’nin kurucularından ünlü Başbakan Alcide de Gasperi, bu karara uymayacaklarını, Yasa’nın büyük kentlerde dirlik ve düzenin sağlanması, işsiz güçsüz insanların, başta hırsızlık olmak üzere, birtakım suçları işlemelerinin,  olaylar çıkarmalarının önlenmesi bakımından gerekli olduğunu açıklamıştı.

Bunun üzerine AYM Başkanı De Nicola, bir bildiri yayımlayarak Başbakan De Gasperi’yi ağır bir dille eleştirmiş ve hükümet Anayasa Mahkemesinin kararına uyuncaya değin Başkanı olduğu Mahkemenin hiçbir davaya bakmayacağını, kendisinin de Roma’dan ayrılıp Napoli’ye taşınacağını açıklamış ve dediğini de yapmıştı.

Bunu üzerine bunalım büyümüş, grevler yaygınlaşmıştı. Bütün kamu hizmetleri durmuştu.

Ve en sonunda Başbakan De Gasperi, yargılama erkinin bağımsızlığı ilkesi bilinciyle geri adım atmış, iptal kararına uyulacağını açıklamış ve Anayasa Mahkemesi Başkanı De Nicola’dan da özür dilemişti.

Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri de, Roma’ya dönerek görevlerine kaldıkları yerden başlamışlardı.

Peki, İtalya ile Türkiye arasındaki bu başkalığın nedeni ne?

Bu soruya yaşadığımız iki anıyla yanıt vermek isteriz.

1984 yılının eylül ayında incelemeler yapmak üzere, 1926/765 sayılı T. Ceza Yasası’nı aldığımız ülkenin başkentine, Roma’ya gitmiştik.

Havanın çok güzel olduğu bir gün, Roma’da dolaşırken karşımıza giriş kapısının üzerinde “Yargıçlar (ve Savcılar) Kurulu” yazan bir bina çıkınca hemen içeri girip kendimizi tanıtmıştık.

Kurul üyesi bir asliye hukuk yargıcı gelip bizi toplantı salonuna götürmüş ve Kurulun çalışmaları hakkında bilgi vermeye başlamıştı. Eğer bir gün önce gelmiş olsaydık, Kurulun Cumhurbaşkanının başkanlığında yaptığı toplantıya katılmış olacaktık.

Bir ara Kurulun doğal üyelerinden Yargıtay Başkanı ile Yargıtay Nezdinde C. Başsavcısı de gelerek bizimle tanışmış, özellikle Başsavcı, bizi makamına çağırmış ve görüşmek istemişti. 

Meslektaşım yargıç, Kurulun tarihçesini, oluşumunu, yetkilerini, görüşme biçimini anlatıyor ve biz de notlar alıyorduk. Kurul üyeleri yerlerini almaya başlayınca Kurulun toplanmak üzere olduğunu anlamış ve yargıç meslektaşıma teşekkür ederek ayrılmak üzere izin istemiştik. Meslektaşım, kalabileceğimizi, Kurul toplantılarının herkese açık olduğunu söyleyince çok şaşırmış, bunun üzerine kendisi hakkında disiplin soruşturması yapılan bir yargıç ya da savcının da bu toplantıya katılıp katılamayacağını sormuş ve şu yanıtı almıştık: “Elbette katılıp dinleyicilere ayrılan yerinde oturup izleyebilir.

Bu yanıt bizi çok şaşırtmış ve kendi ülkemizdeki uygulamayı düşündürtmüştü. Çünkü bizim ülkemizde bu türden görüşmeler, yalnızca gizli kapılar arkasında yapılmakla kalmaz; bunun da ötesinde hakkında bir disiplin yaptırımı uygulanan bir yargıç ya da savcı, buna karşı çıkınca, bu başvurusu çoğu kez yalnızca reddedilmez, kendisine değişmez ve kalıplaşmış bir yanıt verilirdi: “Dosyanızdaki bilgi ve belgelere göre itirazınız reddedilmiştir.”

Bu yanıtı alan yargıç ya da savcı da, “Dosyamda bulunan ve sözü edilen belge ve bilgiler acaba nelerdir?” diye kara kara düşünüyor ve bunun yanıtını bir türlü bulamazdı.

Görülüyor ki, rejim, özellikle demokrasi anlayışı açısından Batı ile aramızda büyük bir uçurum vardır. Batı ülkeleri Fransız düşünür Attali’nin vurguladığı üzere, bilinen kökleşik (klasik) demokrasi anlayışını çoktan geride bırakmış, “yüksek demokrasi”nin (la hyperdémocratie, Jacques Attali, Une brève histoire de l’avenir, Paris, 2006, s. 11) bir uygulaması olan “gün ışığındaki demokrasi”ye (la démocratie à ciel ouvert) çoktan adım atmış; çağdaş (contemporaine) değil, çağcıl (moderne) insanı yaratmaya çoktan başlamışlardı.

Ertesi gün başsavcıyı ziyaret etmiş ve orada da düşünce özgürlüğüne saygı açısından Doğu insanının aklının alamayacağı, bilincinde hiçbir zaman bulunmayan bir olayla karşılaşmıştık.

Zira başsavcının karşısındaki koltuğa oturmuş konuşurken gözümüz, onun koltuğunun arkasındaki bir yağlı boya resme takılmıştı. Bildiğimizce İtalya’nın tanınmış önderlerinden ya da hukukçularından tanıdık hiçbirine benzemiyordu resimdeki yüz. Bu durumu anlayan başsavcı, resmin kendisinden önceki bir meslektaşına, İtalya’nın yetiştirdiği çok değerli ve ünlü bir hukukçuya ait olduğunu belirttikten sonra, sözlerini şöyle bitirmişti:  “Mussolini’den önceki faşistlerdendi.”

Evet, İtalya, yaşadığı acılı faşist dönemi çoktan geride bırakmış, yukarıda belirtildiği üzere bir bakıma yüksek demokrasiye, onun uygulama biçimlerinden biri olan gün ışığındaki demokrasiye çoktan adımını atmıştı. Ancak bütün bunlara karşın, acılarını yaşadığı, ancak artık tarihe karışan faşist dönemi ve yandaşlarını da asla yadsımıyor, hatta onlardan bilime ve ülkesine hizmeti geçenleri nesnel bakışla değerlendiriyor, minnetle anmayı sürdürüyordu. Nitekim parlamento binasında da geçmişin ünlü komünist ve faşist milletvekillerinin büstleri de yana yanaydı.

İtalya ile Türkiye arasındaki bu bakış açısının başkalığı çok açıktır: İtalya, halkın, bireylerin özgürlük bilincine dayanan demokratik bir rejimle yönetilmekteydi.

Türkiye’de ise, bu bilinç, ne yazık ki, çok acıdır, yönetenlerde bile yoktu!

Nitekim Hollandalı düşünür Johan Huizinga (1872-1945), “Dönemler çökerken bütün eğilimiler, özneldir. Yeniçağın koşulları olgunlaşırken, bütün eğilimler nesneldir” (İleten: Carr, Edward, Hallett, [Misket Gizem Gürtürk], Tarih Nedir, İstanbul, 1980, s. 166) derken yerinde bir belirlemede bulunmuştu. 

Çünkü benim ülkemde, bırakınız yüksek demokrasiyi, gün ışığındaki demokrasiyi ve de nesnel değerlendirmeyi, savcılar bile, suç hukukunda Roma hukukundan bu yana iki bin yıldır geçerli olan “(Hukukçu,) yargıç, saikleri yargılayamaz” (De internis non judicat praetor) hukukun temel ilkesini bir yana bırakarak, dış dünyaya yansıtılan sözlerde dahi, o sözleri yazılı ya da sözlü olarak yansıtan kişilerin iç dünyalarına girip dürtülerinin, amaçlarının ne olduğunu araştırıyor, “Demek sen, terörü övüyorsun, kışkırtıyorsun” gibi sonuçlar çıkartarak insanlar hakkında davalar açıyor, bununla da yetinmiyor, onların tutuklanmalarını bile istiyor, yargıçlar da tutuklama kararı veriyorlardı.

Elbette sürekli yaşanan bu türden olaylar, bir bilgisizlik, hukuk ayıbı ve de bu nedenle birir hukuk skandalıdır.

Bundan başka, hiç kuşkusuz yargılama dizgesini benimsemiş olan birçok Kara Avrupa’sı ülkesinde olduğu gibi, ikinci dünya savaşından sonra Türkiye’de de kurulan anayasa mahkemeleri, açılan dava üzerine yasaların anayasaya aykırı olup olmadığı ve / ya bizdeki gibi yargılama sürecinde bir insanın temel hak ve özgürlüklerinin çiğnenip çiğnenmediğini “belirlemek”le; dolayısıyla hiçbir mahkemeye ya da yargıca talimat vermeyip hukukun gereğinin ne olması ve o konuda ne yapılması gerektiğini söylemekle görevlidirler.

Bu nedenlerle ve özetle yargı(lama) erkinin bağımsızlığı ve hukuk içinde yürütülen yargıcın karar özgürlüğü ile hukuk düzeninin bütünlüğü ve tutarlılığı birbirine karıştırılarak, kavramlar ve ilkeler çarpıtılarak sözüm ona hukuksal görüşler adı altında saçmalıklar üretilemez.

AYM ve hukuk konusunda son sözü söyleyen Yargıtay ve Danıştay kararlarına, her devlet birini ve kamu görevlisi kesinlikle uyacaktır. Uymayan kamu görevlisi, yukarıda değinildiği üzere “yetkiyi saptırma” ya da “yetkiyi kötüye kullanma” suçunu işlemiş olur (Türk Ceza Yasası, m. 257/1).

Peki, uyayanlar hakkkında bir soruşturma açılmış mı?

Asla.

Peki, açılabilir mi?

Belki.

Bu durumda Türkiye’nin hukuk açısından dünyadaki yeri nedir?

Türkiye, 2023 yılında “hukukun üstünlüğü endeksi”nde 142 ülke arasında 117’nci sıradadır!?

Başka söze gerek duymuyor ve ayracı kapatıp ilkin yargıçlarımıza sesleniyorum: Sizlerin amacı ve görevi,  hiç kuşkusuz yargılamanın ve duruşmanın amacından saptırılmasına izin vermemek ve bir an önce adaleti gerçekleştirmektir. Bu amaçtan saptırıcı davranışlara, bunların sizi araç kılmalarına asla izin vermeyiniz. Sözgelimi, taş çatlasa en çok on gün içinde çözülecek bir ön sorun için yarım yıla yakın bir süre tanırsanız, bu türden saptırıcı oyunlara araç kılınmış olursunuz.

Elbette çok ağır bir yanlıştır, bu. Lütfen bu türden yanlışlara izin vermeyiniz.

Ve savcılarımıza sesleniyorum: Savcılık, asla bir karar organı değildir. Suç yargılama yasalarında savcıların “karar”larından söz edilmesi, yanlış bir çevirinin ürünüdür. Dolayısıyla sizleri bir karar organına dönüştüren her tür işlemden kaçınınız. Dava açarken “mahkeme temizlesin” düşüncesiyle değil, hukukun öngördüğü “yeterli kuşku” ölçütünü gözetiniz (CYY, m. 170/2).

Son olarak avukatlarımıza sesleniyorum: Yargılama ve duruşmada sizlerin görevi, sizlerle ilgili yasanın deyişiyle “Hukukun doğru uygulanmasını sağlamak”tır. Hukukun doğru uygulanması ise, salt hukuksal değil, ancak etik boyutuyla birlikte olanaklıdır. Bu boyutu savsamak, hukuku ve adaleti yörüngesinden saptırır; aynı boyuta yalan karıştırmak ise, adaleti çökertir. Lütfen hukukun, adaletin ahlaki boyutunun savsanmasına izin vermeyiniz.  Tam tersine adaletin hukuk ve ahlak içinde gerçekleşmesi için çalışınız. Bu anlayış ve yaklaşım, sizin toplum içinde ve mahkemelerin gözünde saygınlığınızı ve de adalet arayışı peşinde koşanların sayısını, dolayısıyla başarınızı artıracaktır.

Bunlara uyulursa, umarız, Batı anlayışının ürünü olan yasaları batılılar gibi uygulayabilir, Ayşe teyzelerin beddualarından da insanlarımızı kurtarabiliriz.

Unutmayınız ki, toplum sizlerden, sizin eseriniz olan böyle bir yargılama, duruşma, kısaca adalet beklemektedir.

Son.


NOT: 10 bölümlük bu yazı dizisi, yakında İmge Yayınları'ndan kitap olarak çıkacak.


Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)