Bir kez daha yineleyelim: Hukukun temeli ve özü, ahlaktır, efendiler, ahlak.
Çünkü ahlaka aykırı hukuk olmaz, olamaz.
Öte yandan yineleme pahasına hep birlikte belirtelim ki, hukukun doğru uygulanması, kendisinden öncekilere düşünmeden öykünen (mukallit) hukukçularla değil, ancak sabırla ve sürekli olarak bilime danışan düşünür (mütefekkir) hukukçularla yapılabilir.
İncelememiz boyunca sergilenen hukuk dışı, çocukların evcilik oynamaları gibi yapay, kendi kendisini kandırıcı duruşmalarla, bırakın Avrupa Birliği’ne girmeyi, bizler bile kendimizi kurtaramayız, efendiler.
Ve ben, ülkemizin en yaşlı hukukçularından biri olarak ve ahlaka dayanan hukuku gözeterek, sağduyulu ve sağgörülü her insanımıza sesleniyorum: Geliniz, bencillikleri ve kötü niyetleri birlikte aşalım, bu çarpıklıkları düzeltelim ve insanlarımızın adalet dağıtan yargılama erkine, mahkemelere olan güvenlerini yükseltelim.
Bu konuda neler yapılacağı üzerinde, neler yaşandığına bakılarak elbette kolayca uzlaşabiliriz.
Çünkü sorunlar, sorular ve bunların bilimsel reçetesi açıktır ve de bellidir.
İlk sorun ve soru şudur: Bu çarpıklıklar, kimlerin eseridir ve de asıl sorumlular, bunları çözmesi gerekenler kimlerdir?
Bu önemli sorunları doğru sorup, sorulara doğru yanıt verebilmek için ilkin Batı’dan ve bizim toplumumuzdan kimi örnekler verelim.
André Gide (1869-1951), bir denemesinde, Ozan Mallarmé’den (1842-1898) söz ederken şöyle demektedir: “Ne tuhaf adam şu Mallarmé! Konuşmadan önce uzun uzun düşünüyor.” Aslında bununla da yetinmiyor, Mallarmé. Yine Gide’e göre, konuşmayı sürdürürken bile düşünmeyi sürdürüyor ve sözcüklerini özenle seçerek konuşuyor (Gide, André, [Suut Kemal Yetkin], Denemeler, İstanbul, 1955, s. 117.)
İşte Batı insanı budur, efendiler. O, her şeyden kuşku duyar, araştırmadan, bilime danışmadan, uzun uzun düşünmeden asla karar vermez veremez.
Onun açısından konuşmak, uyumak gibi doğal bir olaydır, bu.
Gelelim Doğu insanına.
Bırakınız sade insanımızı, yükseköğrenimden geçenlerde bile, bilgisinden kuşkulanıp konuyu incelemeksizin hemen görüşler bildirip uygulamaya yönelenleri bile sık sık görebilirsiniz.
Nitekim önce bilgisinden kuşkulanmama, önyargılı olma konusunda insanı şaşırtıp güldüren, doğru düşünme yöntemi konusunda ise hemen herkesi düşündüren aşağıdaki öyküler bunun kanıtıdırlar.
Benim de yedek subay okulunda öğrenim gördüğüm 1960’lı yıllarda yedek subay öğrencilerine, rütbeleri yüzbaşı-albay arası değişen subaylar, çeşitli dersler verirlerdi. Bunların arasında bir ya da iki saat matematik, kimya, fizik vb. fen bilimleri dersleri de vardı.
Cumhuriyetin başlarında yurt dışında fizik öğrenimi gören, Merhume Matematikçi Prof. Dr. Hilmiye Dener’le evli ve 1950’li yıllarda orta öğretimde okutulan fizik kitaplarının yazarı Merhum Prof. Dr. Hayri Dener’in yedek subay okulunda öğrenciyken fizik dersleriyle ilgili olarak yaşadığı bir öykü anlatılırdı.
Subay öğretmen, tahtaya bir formül yazar. Öğrencilerden biri formülün yanlış olduğunu söyler ve subay öğretmeni uyarır. Ancak subay öğretmen, bu uyarıya kulak vermez. Öğrenci bir kez daha uyarır. Subay öğretmen, bu uyarıyı da dinlemez. Üçüncü kez ayağa kalkıp karşı çıkınca ve subay öğretmenin “Ben bunu Hayri Dener’in kitabından aldım, sen ondan daha iyi mi bileceksin, otur yerine!” diye azarlaması üzerine o öğrencinin yanıtı şu olur: “Eğer o Hayri Dener ben isem, hiçbir kitabımda böyle bir formüle asla yer vermedim.”
Bu konda bir başka örnek de şudur: Merhum Melih Cevdet Anday (1915-2002), yıllar önce yayımlanan bir denemesinde şu anasının anlatmıştı: Giriş katında ayakkabı onarımcısı bulunan bir apartmanın dairesinde yaşayan Anday’ı onarımcı, bir gün “Bir çayımı iç, bey!” diyerek dükkânına çağırır ve içeri giren Anday’ı içerideki konuğuna “Emekli albay” diye tanıtır. Konuk ise, “Hayır, emekli tapu müdürü” diyerek buna karşı çıkar. Bu sözüm ona bilgiçlik yarışına giren onarımcı ve konuğu neredeyse kavga etmek üzeredirler.
Anday, “Tartışılan konu benim; ama bana soran yok” diye bitirmişti, o düşündürücü yazısını.
Tıp bilimiyle ilgili olarak ailecek yaşadığımız bir başka olay ve örnek de aşağıdadır.
Yaz aylarında kaldığımız binanın sahanlık ışıkları zaman zaman bozuluyor ve yanmıyordu. Böyle bir koridor karanlığı yaşadığımız sırada akşam yemeği sonrası iki oğlum dolaşmak üzere dışarı çıkmışlardı.
Bir çığlık sesi üzerine koşarak dış kapıyı açtığımda Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan oğlum, koşarak banyoya girmiş, bir gözünü kapatarak aynada inceliyordu.
Kardeşinin dirseği gözlüğüne çarpmış, gözlük camı kırılmış, gözü yaralanmıştı.
Hemen hastaneye gittik.
Orta yaşlı nöbetçi hekim, önce kanayan bölgeyi inceledi, gözde kanamanın olmadığını belirttikten sonra, kendi bilgisine güvenen bir duruşla göz hizasındaki kanamanın durdurulması için hemşireye yarayı dikmesini söyledi.
O anda oğlum buna karşı çıktı.
Hekim bu karşı çıkmanın nedenini sorunca oğlum, “O bölümde gözyaşı kanalları var, dikerseniz onları tıkar, gözü kurutur, kör edersiniz” deyince hekim, şaşırarak nasıl bildiğini sordu.
Oğlum, tıp fakültesi dördüncü sınıfta olduğunu söyledi.
Elbette bu açıklama üzerine dikişten vazgeçildi.
Peki, şimdi birlikte düşünelim ve soralım: Ya oğlum tıp fakültesi değil de, başka bir öğretim kurumun öğrencisi olsaydı!?
Bunu akla getirmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor.
Düşünebiliyor musunuz?
On yedi yıl öğrenim görmüş bir insan, tıp fakültesi çıkışlı bir hekim, her şeyden önce kendi bilgisinden hiç kuşkulanmıyor, insan vücudunu iyileştirmekle görevli olduğu halde, incelemeksizin ve düşünmeksizin, “bu konuda ne biliyorum?” sorusunu, bundan yirmi dört yüzyıl önce yaşayan Sokrates gibi, kendisine hiç sormaksızın ivediyle karar veriyor ve insan bedeninde dikişe elverişsiz ayrıklı (istisnai) yerlerin bulunduğunu, bulunabileceğini hiç aklına getirmiyor, getiremiyor ve de bilmiyordu.
Düşünülmesi bile korkunç bir durum, tam anlamıyla bir sorumsuzluktur, bu.
Oysa bir bakıma Sokrates’in çömezi olan Nasrettin Hoca bile bundan sekiz yüz yıl önce “Eşeğin kaç ayağı var?” sorusunu, tıpkı Sokrates gibi bilgisinden kuşkulanarak ve eşeğinden inip, ayaklarını sayarak “dört” diye yanıtlamıştı.
Bu yöntem eksikliğinin örnekleri, pek çoktur ülkemizde ve bu örneklerden de anlaşılmaktadır ki, Türk öğretim dizgesi, her alanda olduğu gibi, hukuk alanında da konuşmadan, yazmadan ve de karar vermeden önce bilgisinden kuşkulanan, ağır ağır düşünerek konuşan ve yazan Mallarmé’leri, kısaca “bilginden kuşkulan, bilmediğini bil” diyen Sokrates’leri, Descartes’ları, hukukçuları, hekimleri, mühendisleri yetiştirememekte, yukarıda değinildiği gibi, ancak kendisinden öncekilere öykünen (taklit eden) meslek insanlarını yetiştirmektedir (Selçuk, Sami, Sokrates ve Descartes açığı yaşamanın kaçınılmaz sonuçları, T24, 10.6.2022.)
Dolayısıyla her alanda ve hukukta da bütün bu yaşanan tutarsızlıkların, mantık ve bilim dışılıkların birinci sorumluları, bilimi izlemeyen, kendinden öncekileri örnek alıp onlara öykünen, duruşma aşaması gibi yargılama etkinliğinin ne olduğu konusuna hiç kafa yormaksızın, hukuku kötüye kullananlara izinler veren ve olanaklar sağlayan, bu yüzden de dava birikimine yol açarak bir günde hiçbirini sonlandıramadığı 40-50 davanın sözüm ona duruşmasını yapan, üstelik doğru yaptığını sanan, daha doğrusu içeriğine bakmaksızın tarafların isteklerine göre bir çırpıda duruşma oturumlarını çoğaltarak geleceklere erteleyen, davaları hukuk diliyle değil, sokak diliyle oturumdan oturuma aktararak aylarca, hatta yıllarca sürdüren hukukçulardır.
İkinci sorumlular ise, elbette ahlaka dayanan hukuku duruşmaları uzatmak gibi çarpık kaygılarla ve bunları meslekte başarılı olmanın koşulu gibi gören, dolayısıyla bu bilinçle mesleklerini kötüye kullanarak duruşmayı ve hukuku etik yörüngesinden saptıran hukukçular, daha doğrusu hukuk çıkışlı kişilerdir.
Peki, bu kişileri hukukun çizgisine taşıyacak olanlar yok mu, varsa hangi kurumlar ve kimlerdir?
Elbette her şeyden önce hukuk bilimi, içtikleri antları (yemin), “en yumuşak yastık olan vicdan”ları ve de çoğu zaman, daha önce de belirtildiği üzere, hiç kuşkusuz HSK, barolar vb. gibi kurumlardır.
Nietzsche, “Yaratıcı olmak isteyen, her şeyden önce yıkmayı, bazı değer yargılarını havaya uçurmayı denemeli” demişti.
Eski bir meslektaşları olarak belirteyim ki, bizler, elbette asla hukuku ne yıkmayı ne de havaya uçurmayı denemeye kalkışmayalım. Ancak yargılamada yaşanan bu uygulamaları, kesinlikle yıkalım. Hak arama özgürlüğünü sağlamayı ve duruşmayı “Sürüm sürüm süründürme” olgusundan kurtarmayı kendimize dert edinelim ve de bunu kesinlikle başaralım. Yargıç, savcı ve avukatlar olarak, bilime, ahlaka ve adalete bağlı kalalım. Duruşma aşamasının amacını ve bu amacın gerçekleştirilebilmesi için duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerini özümseyip bunlara kesinlikle bağlı kalalım.
Hiç değilse yasalarını aldığımız ülkelerdeki duruşma aşamasını iyi inceleyelim ve bunu özümseyerek ülkemizde de gerçekleştirelim.
Nitekim İstanbul Ü. Hukuk Fakültesinde kırk yıl hocalık yapan Merhum Ord. Prof. Dr. Mustafa Reşit Belgesay, bu durumları gözeterek, öğrencilerine İstanbul’da tek doğru duruşma yapan asliye hukuk yargıcı Dr. Amil Artus’un yanında staj yapmalarını sürekli öğütleyip durmuştur.
Besbelli ki, Lozan’da doktorasını yapan Merhum Artus, orada olasılıkla zaman zaman mahkemelerde yapılan duruşmaları da izlemiş; fakültede okutulan bilgilerin duruşmalarda canlı ve somut olarak nasıl yaşandığını görmüştür.
Ozan Özdemir Asaf, “Öğüt, zamanında taze yenmemiş ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir” diye tanımlasa da, Türk hukukçusu, Merhum Belgesay’ın bu öğüdünü çok iyi değerlendirmelidir.
Unutulmamalıdır ki, dillere destan bir savaşla yurdunu kurtaran halkımız, AB kapısında bekleyen sahipsiz, çaresiz Ayşe teyzelerimiz, Ahmet amcalarımız, bu çarpıklıklara, hukuksuzluklara asla müstahak değildirler.
Ancak ne yazık ki, başta mahkemelerimiz olmak üzere, devletin kurumları, bu kurumlarda görev alanlar, halkımızı bu türden çarpıklıklara muhtaç ve teslim etmişlerdir. Hatta bununla da kalınmamış, bu anlayış, kanatsız kuş örneği çırpınıp duran, ama bir türlü uçamayan demokrasimizi bile teslim almıştır.
Evet, evet. Hiç kimse kendi kendisini aldatmaya kalkışmasın.
Gerçekler, yaşananlar çırılçıplak ortadadır.
Bir zamanlar “Sizler, demişti, Victor Hugo, “Yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz. Oysa bizler, ortadan kaldırılmış yoksulluk” istemekteyiz.”
Aynı doğrultuda günümüz hukuk uygulaması, kendi kendisini kandırarak tutanaklarla aktarılan ve “kesin geçersizlik”le (mutlak butlan, nullité absolue, nullità assoluta) sakat “karşılıklı duruşlar”la yetinmekte, oysa bilim ve hukuk, “diyalektiğe ve aşağıda değinileceği üzere, karşıtların birliğine dayanan duruşma”lar istemektedir.
Peki, öyleyse hep birlikte soralım ve yanıtlayalım: Nedir bu duruşma denilen şey?
“DURUŞMA” kavramı ve terimi, bin kez daha anımsatalım ki, halk ozanlarının, Yunus Emre’lerin, Eşrefoğlu Rûmî’lerın dillerinde geçer. Halk ozanlarının karşılıklı yanıtlarından (diyalektik) esinlenilerek T. Dil Kurumunca hukukumuza armağan edilmiştir ve bu güzel arı duru Türkçe hukuk teriminin ve kavramının anlamı çok düşündürücüdür.
Dolayısıyla duruşma terimi, hukuk dünyamızda ise sanıldığından çok daha önemlidir.
Yoğun bir özetlemeyle bir kez daha yineleyelim ki, duruşma, çarpışan görüşler diyalektiğinin kurulan “hükümde tekleşmesi;” bilimsel deyişle “karşıtların birliği”dir.
Buna karşılık, Türk uygulamasında duruşma, bu özünden çok uzaklaşmış, davacılar ve davalılar arasında, karşı karşıya gelip durmaya ve zaman zaman da etik dışı lanetlenesi bir çelme takma yarışına dönüştürülmüş, var oluş nedeninden yüzde yüz uzaklaştırılarak yörüngesinden bütünüyle saptırılmıştır.
“Peki, bütün bunlar, hangi toprakta yaşanmıştır?” diye sorarsanız bunu yanıtları da aşağıdadır.
Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesinin, Anayasa’yı ve yasaları çiğneme pahasına, AYM’nin kararına başkaldırdığı topraklarda.
Yeri gelmişken ayraç içinde belirtilmek gerekirse, bu karar, asla bir yargısal yanılgı değil; düşünülüp tasarlanarak işlenmiş bir suçtur. Bu suçun yaygın ve ne yazık ki yasal adı, kötü Türkçeyle “görevi kötüye kullanma”dır. Fransız kaynaklı olan bu suçun doğru adı ise, “yetkiyi saptırma”dır (abus d’autorité, TCY, m. 257/1.) Çünkü görev kullanılmaz, ama yetki kullanılır. Dolayısıyla Dairenin bu kararı, Türk hukuk tarihinin ve “…yasaya aykırı olduğu” gerekçesiyle karaları bozan Türk Yargıtayının adı da dâhil, en yanlış, en saçma, bilimin ve hukukun yüzünü kızartan en çarpık kararıdır. Çünkü bu karar, Anayasa’nın “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” diyen 6’ncı maddesi ile AYM’nin kararlarının herkesi ve her kurumu, bu arada öncelikle “yargılama ekinde görev yapan yargıçları da bağlayacağı”na ilişkin 153 / son madde ve fıkrasına ters düşmekle kalmamış, MÖ XIV’üncü yüzyılda, yani bundan otuz beş yüzyıl önce mahkeme kararlarına uymayanların ölümle cezalandırılacakları yolunda bir Buyrultu yayımlayan Hitit Kralı II. Tuthaliya’nın topraklarında verilmiş; Türkiye’nin insan ve hukuk düzeyini bir bakıma “Tunç Çağı”nın bile gerisine düşürmüş bir karardır.
Peki, bu kararı veren ve yukarıdaki suç işleyenler hakkında bir işlem yapılmış mıdır?
Bugüne değin yazılı ve sözlü basına böyle bir haber yansımadı. Çünkü burası, bırakınız hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekleştirilmesini, Anayasa’sında “hukuk devleti” olduğu ve bu ilkenin değiştirilemeyeceği iddiasıyla ortaya çıkmış, ancak hukuk saptırmalarının acımasızca ve de sık sık yaşandığı bir ülkedir.
Sözgelimi, “Bu can bu bedende bulundukça hiç kimse o rahibi serbest bırakamaz” dedikten hemen sonra 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına hüküm giyen Rahip A. C. Brunson'u ABD başkanının isteği üzerine salıverilmesi için buyruklar verenler, “AİHM ne kadar para cezası verirse versin, öder geçeriz” efelenmesinden sonra Avrupa’da “Neden bizi AB’ye almıyorsunuz?” diye çalım satanların; yerel seçimde bütün sorumluluğu yüklenerek seçim alanlarında söylevler çekenlerin; seçim sonrası yenilgi üzerine Avrupa’daki siyasetçiler gibi koltuklarından çekilmeyip halk çoğunluğunun istencini (irade) ve hukukun dediklerini hiçe sayıp yüzleri kızarmadan yürütme erkinin başında kalanların siyasette; utandırıcı ve Gezi Parkı eylemlerini örgütlediği iddiasıyla Osman Kavala ve Mısır Çarşısı patlamasıyla ilgili toplumbilimci Pınar Selek davalarında görüldüğü üzere, duruşmaları yalnızca oturumdan oturumlara değil, yargıçlardan yargıçlara neredeyse onlarca kez aktararak ve “eski tutanaklar okundu” safsataları yüzünden “kesin geçersizlik” (mutlak butlan) yaptırımıyla sakatlığı apaçık hükümler kuranların, üstelik bütün bunları doğru duruşma ve yargılama sananların ülkesidir.
Bütün bunlar ilk ve denetim mahkemelerinde yaşandıkları sürece Türkiye’nin “Avrupa Birliği”ne girmesi bir düştür, efendiler, bir düş.
Burada bir ayraç açarak hukuksal bir görev, ahlaksal bir ödev olarak herkese, özellikle de bütün Türk hukuk kamuoyuna duyuruyorum: Bu konuda tipik bir örnekler oluşturan “Osman Kavala davası” ve “Pınar Selek davası”nda birçok yargıç değişmiş, vicdani kanı, bütün uygar dünya hukukuna inat, tutanaklarla yargıçlardan yargıçlara aktarılarak hükümler kurulmuştur.
Hiç kimse kendisini aldatmaya kalkışmasın: Böyle bir yargılama ve duruşmaya dayanılarak kurulan bir YARGI (HÜKÜM,) Batıdan aldığımız ve esinlendiğimiz, dolayısıyla da bizim yasalara göre, bütün dünyada, dolayısıyla elbette bizde de “KESİN GEÇERSİZLİK” yaptırımıyla sakattır, efendiler, sakat.
Ve ben, sorumlu bir hukukçu olarak bilim adına bunu ilan ediyorum ve ekliyorum ki, ülkemizdeki davaların olasılıkla yüzde 90’ı, hatta yüzde 97’si de böyledir.
Bir başka anlatımla kurulan son yargılar, hukuk dünyasında kesinlikle geçersizdir.
Dolayısıyla ben, ülkemizin en yaşlı hukukçularından biri olarak, çok üzülerek bunu görmekte ve ürpererek dehşetle ozanımızın diliyle haykırmaktayım: “Ah, kimselerin vakti yok / DURUP İNCE ŞEYLERİ ANLAMAYA / Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar / Evler, çocuklar, mezarlar çizerek dünyaya / Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı / Bakıp kapatıyorlar / GECEYE GİRİYOR TÜRKÜLER VE İNCE ŞEYLER.” (Gülten Akın).
Evet, ne yazık ki, bu ülkede özellikle de hukukta, hiç kimsenin ince şeyleri anlamaya, düşünmeye hiç vakti ne dünde olmuş ne de bugün olmakta!..
Çok üzücü, çok da yazık!..
Devamı yarın
Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)