Saltanat'ın kaldırılmasında
Mustafa Kemal "kafaların kesilmesi"den
söz eder. Hilafet'in kaldırılması,
özellikle Rauf Orbay'ın rol oynadığı
daha büyük bir muhalefet kaynaşmasına
yol açar. Bunun üzerine Meclis,
Atatürk'ün Nutuk'ta belirttiği üzere,
İstanbul'a bir İstiklal Mahkemesi
göndermeyi zorunlu görür.
İsmet Paşa, Halifelik konusunda
Rauf Orbay'ı Mecliste şöyle eleştirir:
Halife orduları bu ülkeyi baştan başa
harabeye çevirmişlerdi.
Halife orduları kurulabileceğini
hiçbir zaman gözden uzak tutmayacağız...
Türk milleti en büyük
acıları halife ordusundan çekmiştir;
bir daha çekmeyecektir.
Bir halife fetvasının,
bizi Birinci Dünya Savaşı yıkımına
attığını hiçbir zaman unutmayacağız.
Bir halife fetvasının, ulus ayağa kalkmak
istediği zaman, ona
düşmanlardan daha alçakçasına
saldırdığını unutmayacağız.
Tarihin herhangi bir döneminde,
bir halife, bu ülkenin alın yazısına
karışmayı aklından geçirirse,
hiç kuşku yok,
o kafayı koparacağız."*
Mustafa Kemal Atatürk ile Rauf Orbay
Adı Atatürk tarafından koyulan
Cumhuriyet gazetesinin kurucusu
ve başyazarı Yunus Nadi de,
Halifeliğin kaldırılması sırasında
Rauf Orbay'ı Mecliste eleştirirken bu kez
"kafaların ezilmesi"nden söz eder.
Atatürk Nutuk'ta şöyle anlatır:
Yunus Nadi Bey şu sözleri söyledi:
"... Cumhuriyet'i beğenmeyenler vardır.
Açıkça söyleyemedikleri şeyi
içlerinde besleyen yaratıklar vardır
ve içimizdedirler. Öyle adamların
kafası ezilir, efendiler."**
Kafaların koparılması...
Kafaların ezilmesi...
İdam sehpaları...
Kan ve gözyaşı...
"İhtilal"lerin, "devrim"lerin
ayrılmaz parçalarıdır.
Anadolu İhtilali de,
Cumhuriyet Devrimi de
böyle yaşandı.
Büyük acılar çekildi.
Halifeliğin kaldırılması...
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası...
İzmir Suikastı...
Bunlarla muhalefetin şiddetle ezilmesi,
susturulması dönemi açılır.
Bu devrin izleri ya da muhalefetsiz siyaset
alışkanlığı bugünlere kadar
kendini hissettirmiş, Türkiye'de "demokrasi kültürü"nün,
"uzlaşma geleneği"nin oluşumunu,
hukuk ve özgürlük düzenini sürekli geciktirmiştir.
Şöyle bir anımsayın:
Sabahattin Ali cinayetini...
Atatürk döneminden başlayarak hapiste
yılları geçen Nazım Hikmet'i...
Tek partili ve çok partili zamanlarda
mahkeme ve hapishane kapılarından kurtulamayan
Aziz Nesin'leri, Vedat Türkali'leri,
Hasan İzzettin Dinamo'ları, Yaşar Kemal'leri,
Abidin Dino'ları...
Komünistleri, solcuları, yazarları,
Türk ve Kürt aydınlarını...
Atatürk, ne yaptıysa "ordu"yla,
"ordu"ya dayanarak yaptı.
Milli Mücadele'yi de böyle kazandı,
Cumhuriyet Devrimi'ni de böyle yaptı.
Ve haklı olarak "ordu"yu, "asker"i yüceltti.
Atatürk, "Onuncu Yıl Söylevi"nde
ordu vurgusunu şöyle belirtir:
Az zamanda çok büyük işler yaptık.
Bu işlerin en büyüğü,
Türkiye Cumhuriyeti'dir.
Bundaki muvaffakiyeti Türk
milletinin ve onun değerli ordusunun
bir ve beraber olarak azimkârene
yürümesine borçluyuz.
Asker de durumdan vazife çıkararak,
Yüzyıllık Cumhuriyet tarihi boyunca
"kurtarıcılık" rolüne soyundu.
Bu rolünü de, anayasa ve yasalara
üstü örtülü ve açık olarak yazdırmasını
-sivil siyasetçilerin de gönüllü gönülsüz
katkılarıyla- çok iyi becerdi.
Hatırlayın, 1950 sonrasının
askeri darbelerini, darbe dönemi anayasalarını...
27 Mayıs ve Menderes'lerin idamı, siyaset yasakları...
12 Mart ve Denizler'in idamı...
12 Eylül, idamlar ve siyaset yasakları...
Ya da Kürtlere yaşatılan acılar...
Ancak...
Bütün bunlarda suçu, kabahati sadece
Atatürk'e, Milli Mücadele'yi yapanlara,
Cumhuriyet'i kuranlara mı yükleyeceğiz?
Elbette hayır.
Bu konularda en büyük pay, aslan payı
1950 sonrasında Cumhuriyet'i
gerçek demokrasiyle taçlandıramayan,
ortak bir "demokrasi platformu"nda
buluşamayan, birbirleriyle kavgayı
demokratik siyaset sanan,
"militan laiklik" ve Kürt sorunlarını
yıllar yılı çözemeyen "sivil siyaset
kadroları"nındır. Asıl onlardır,
bu memlekette "demokrasi dersi"nden
sınıfta kalanlar.
Ondokuzuncu Yüzyıl'da Tanzimat'la
birlikte yaşanmaya başlayan ve
bugünlere kadar şöyle ya da böyle
devam eden "ikili yapı" ya da "kültür savaşları"
konusunda tarihçi M. Şükrü Hanioğlu,
Eylül ayında çıkan Atatürk isimli
kitabında şöyle bir çizgi çeker:
Tanzimat ricali, terakkinin zorunlu
kıldığı, üstünlüğü tartışılmaz
"yeni"nin tedricen "eski"yi ortadan
kaldırarak, onu tarih incelemelerinin
konusu haline getireceğini varsaymış,
bu nedenle onunla doğrudan çatışmayı
reddederken, yasakçılığa yönelmemiştir.
Örneğin, Batı kanunlarından
esinlenen yeni yasalar yürürlüğe
konulur, seküler nizâmiye
mahkemeleri tesis edilirken, şer'iye
mehâkimi de ilga edilmeyerek
çalışmalarını sürdürmüştür.
(...)
Eskiye gösterilen nisbî hoşgörü,
geleneği temsil eden kurumlar kadar,
ona güçlü şekilde bağlı toplum
katmanlarının da "yeni"ye şiddetli
tepki göstermesini engellememiştir.
Gayrimüslim din adamları, değişime
Müslüman ulemâ kadar karşı çıkmış,
imtiyazlarını ve kendilerine ait alanları
koruma mücadelesi vermiştir.
Tanzimat ricâli, bu tepkilere cevap
olarak, radikalizm ve yasakçılığa
yönelmek yerine, uzun vâdede olumlu
neticeler vereceklerini düşündükleri
ikili (dualist) bir arada yaşama
siyasetini benimsemiştir.***
(...)
Burada ister istemez şu soru akla takılıyor:
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar da, acaba
"ikili bir arada yaşama siyaseti"
benimseyebilirler miydi?
Tarihi, birtakım "varsayımlar"la tartışmak
mümkün, ama tarihi yeniden böyle
inşa etmek mümkün değil.
100 yüz önce Cumhuriyet'i kuranlar,
bir durum değerlendirmesinden sonra,
arkalarına bakmadan yürüyüp gitmişler,
"devrim"den başka çare olmadığını görmüşlerdir.
Ancak, barış içinde bir arada yaşamak konusu,
çok partili demokrasiye geçiş
sürecinin başladığı 1946'dan itibaren
bugünlere kadar önemini korumaya devam etmektedir.
Tam 77 yıldır Cumhuriyet'i demokrasiyle
taçlandıramadığımız içindir ki,
bu memlekette farklılıklarımızdan ille de husumet,
düşmanlık çıkararak yaşamaya devam ediyoruz.
1950'lerde Halk Partili-Demokrat diyerek,
1960'larda sağ-sol diyerek,
sonraki yıllarda devrimci-ülkücü- faşist diyerek,
İslamcı-Laikçi diyerek
sürdü gitti "Kültür Savaşları..."
Bugün de pek farklı sayılmaz.
"Kültür Savaşları"na son vermenin yolları
kavgadan, çatışmadan geçmiyor.
Diyaloglar örerek...
Uygarca tartışarak...
Dediğim dedikçilik illetinden kurtularak...
Uzlaşma nedir öğrenerek...
Eleştirel düşünceyi, mantığı benimseyerek...
"Demokrasi kültürü"nü edinerek,
bir arada barış içinde yaşayabiliriz ancak...
Bunu başaramadığımız için de,
Murat Belge'nin deyişiyle bugünkü
"Erdoğan Saltanatı"na gelip saplandık:
Sonuçta hepimizin bildiği,
yaşadığı bir süreç bu.
İki yüz yıldır devam ediyor ve
bu süreç içinde saltanattan cumhuriyete
geçiş gibi önemli bir dönüşüm de
yaşanmış. Artık taşlar yerli yerine
oturmuş, ortalık durulmuştur,
diye düşünebilirdik. Ama düşünemiyoruz.
Düşünemiyoruz, çünkü gidişata muhalefet
hiç bitmemiş, hiç durmamış.
Ama yalnız bu değil. Komutayı
elinde tutan, dolayısıyla toplumu
biçimlendirmekte en faal rolü oynayan
kesim Osmanlı mirasından gelen
"ceberrut" tavrını hiç elden bırakmamış;
ama ceberrut olma ayrıcalığı Osmanlı'nın
geleneksel devlet sınıflarından yeni
"Batılılaşmacı" sınıfın eline geçmiş.
Bunun yarattığı (bir kesimde yarattığı)
hoşnutsuzluk genel gidişin yol açtığı
başka şikayet konularıyla birlikte,
muhalefete sürekli "yakıt" sağlamış.
(...)
"İmparatorluk kaybetmek"
kolay sindirilir bir şey değildir.
Bakın başka "kaybetmişler"e,
örneğin Britanya'ya, Avusturya'ya,
Rusya'ya. Bu ülkelerin bugünkü
davranışlarının birçoğunda bu olgunun
etkileri vardır. Hatırladıkları ve
özlemini duydukları "imparatorluk"
çok matah bir şey miydi? Değildi.
Ama bu tür özlemlerin "gerçekçi olmak"
diye bir zorunluğu yok. Belki tam tersine,
"gerçekçi" olmamaları onları daha çekici yapıyor.
Türkiye nüfusunun kalabalık kesimlerinin
Osmanlı tarihine bakışında da
benzer yanılsamaların rol oynadığını
düşünüyorum.
Yirmi yıllık AKP ve Tayyip Erdoğan
"saltanat"ının ikinci yarısında.
Bu tür hoşnutsuzlukları diriltmek
ve diri tutmak yolunda kararlı
bir girişim olduğu görülüyor.
Erdoğan bunun kendisini iktidarda
tutacak bir yöntem olduğuna inanıyor belli ki.
Ama bu inancından önce de,
sanırım entelektüel formasyonunu böyle
bir Batıcılık karşıtı ortamda ve laisizme
hınç besleyen bir kültür içinde geçirmiş;
çünkü bu yolda gösterdiği "celadet"in
kişiliğinin otantik bir parçası olduğunu
düşündürüyor; "siyaset gereği" değil,
yüreğinin sesini dinleyerek bu adımları atıyor.
Bu tabii son derece sakıncalı
ve tehlikeli bir durum. Yukarıda kısmen
sıraladığım koşullardan ötürü gereği gibi
işleyen bir "ulusal birlik" kuramamış
bir toplumdan söz ediyoruz (belki bunun
da katkısıyla çok şiddetlenen "milliyetçi"
ideolojisine rağmen). Böyle bir yapılanma içinde,
"hayat tarzı" gibi her şeyi içeren bir alanda
farklılaşma ve uzlaşmazlığı sonuna kadar
vurgulayan bir ideolojiyi ısrarla gündemde
tutmak, çok daha vahim gelişmelere yol
açabilir ama böyle bir şey olmasa da
yeterince kötü, sakatlayıcı bir durumdur.
Erdoğan siyaseti Türkiye'yi bu
dönemece doğru zorluyor.****
"Mustafa Kemal'in Partisi,
sizi gavur yapacak,
size şapka giydirecek!"
Atatürk, Nutuk'ta
Cumhuriyetperver Cumhuriyet
Fırkası'nı şöyle anlatır:
"Cumhuriyet" sözcüğünü söylemekten
bile çekinenlerin; cumhuriyeti
daha doğduğu gün boğmak
isteyenlerin kurdukları partiye,
"cumhuriyet", hem de "İlerici
Cumhuriyet" adını vermeleri,
nasıl ciddi ve ne derece içtenlikli
bir davranış sayılabilir?
(...)
Cumhuriyetçi ve ilerci oldukları
sanısını vermek isteyenlerin,
yine bu bayrakla ortaya atılmaları;
dinsel bağnazlığı coşturarak,
milleti cumhuriyete, ilerlemeye
ve yenileşmeye karşı kışkırtmak
değil miydi?
Yeni parti, dinsel düşünce inançlara
saygı perdesi altında: "Biz halifeliği
yeniden isteriz. Biz yeni yasalar
istemeyiz. Bize Mecelle yeter.
Medreseler, tekkeler, bilgisiz
softalar, şeyhler müridler,
biz sizi koruyacağız.
Mustafa Kemal'in Partisi,
sizi gavur yapacak,
size şapka giydirecek" diye
bağırmıyor muydu?
(...)
Efendiler,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
en hain kafaların ürünüdür.
(...)
Ne oldu efendiler?
Hükümet ve Meclis,
olağanüstü ölemler almayı gerekli
gördü. Takrir-i Sükûn Yasası'nı
(Huzur Koruma Kanunu-HC)
çıkardı. İstiklal Mahkemeleri'ni
çalıştırdı. Ordunun savaşa hazır
sekiz, dokuz tümenini
ayaklananları (Şeyh Said
İsyanı-HC) yola getirmek için
uzun süre görevlendirdi.
"Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"
denen zararlı siyasal kuruluşu
kapattı. Sonunda, elbette Cumhuriyet
kazandı. Ayaklananlar yok edildi.*****
Alçakça son girişim:
İzmir Suikastı
Atatürk Nutuk'ta devam eder:
Ama cumhuriyet düşmanları
büyük komploların sona erdiğini
kabul etmediler. Alçakça, son bir
girişim yaptılar. Bu da İzmir'de
düzenlenen suikast girişimi
biçiminde belirdi.
Cumhuriyet mahkemelerinin
ezici eli, bu kez de cumhuriyeti,
suikastçıların elinden kurtarmayı başardı.
Efendiler,
Milletimizin, başına giymekte
bulunduğu cahilliğin, aymazlığın
bağnazlığın, yenilik ve uygarlık
düşmanlığının simgesi gibi görünen
"fes"i atarak, onun yerine,
bütün uygar dünyanın kullandığı
şapkayı giymesi ve böylece,
Türk milletinin uygar toplumdan
anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı
olmadığını göstermesi gerekiyordu.
Bunu, Takrir-i Sükûn Yasası'nın
yürürlükte bulunduğu sırada yaptık.
Bu yasa yürürlükte olmasaydı da
yapacaktık yine yapacaktık.
(...)
Efendiler,
Tekke ve zaviyelerle türbelerin
kapatılması ve bütün tarikatlarla,
şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik,
falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği vb.
benzeri gibi birtakım sanların
yasak edilmesi ve kaldırılması da
Takrir-i Sükûn yürürlükte iken
yapılan işlerdi.
(...)
Birtakım şeyhlerin, dedelerin,
seyitlerin, babaların, emirlerin
arkasından sürüklenen
ve alın yazılarını ve canlarını
falcıların, üfürükçülerin, muskacıların
ellerine bırakan insanlardan oluşmuş
bir topluluğa, uygar bir millet gözüyle
bakılabilir mi?
(...)
Efendiler,
Milletimizin toplumsal, iktisadi,
kısacası, bütün uygarlıkla ilgili
iş ve ilişkilerinde verimli sonuçlar
sağlayan yeni yasalarımız
ve kadın özgürlüğünü güven altına
alan ve aileyi sağlamlaştıran
Medeni Kanun da, bu sözünü ettiğim
dönem içinde yapılmıştır.******
İsmet İnönü de, Takrir-i Sükûn Kanunu'nu şöyle savunur:
Saltanat 1922'de kaldırılmış;
1923'de Cumhuriyet ilan edilmiş.
1924'te hilafetin kaldırılması,
Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin
kaldırılması, eğitimin birleştirilmesi
(Laik eğitime geçilmesinde en radikal
adım-HC) hakkında kanunlar
uygulamaya konmuş. Cumhuriyet
henüz bir yılın yeni doldurmuş.
Memleketin her tarafında irtica
alabildiğine kışkırtılıyor. Memleketin
bir köşesinde silahlı bir irtica
ayaklanması (Şeyh Said İsyanı-HC)
başlamış, olay süratle yayılıyor.
Bütün bu şartlar içinde Takrir-i
Sükûn Kanunu ve İstiklal
Mahkemeleri gibi radikal tedbirlere
başvurmadan Cumhuriyeti,
yeni rejimi korumak mümkün müdür?*
Günümüze kadar gelen
iki kırmızı çizgi: Kürtçülük-bölücülük,
siyasal İslam- irtica...
Şeyh Said İsyanı'yla ilgili olarak
tarihçi Mehmet Ö. Alkan
şu notları düşer:
Şeyh Said İsyanı'na giden süreçte
iki halkı (Türk ve Kürt halklarını-HC)
birbirine bağladığı düşünülen
hilafetin kaldırılması hızlandırıcı
bir etki yaptı. Kürtler arasında
ağırlığı olan, Kadirilik
ve Nakşibendilik gibi tarikatları
yanı sıra aşiretler üstü nüfuzu
bulunan Zazalar arasında da
etkili bir şeyh olan Said'in isyan
hareketi planlanandan önce başlar.
İsyanın başlamasıyla beraber
Fethi Bey'in yerine gelen
başbakanlığa gelen sertlik yanlısı
İsmet Paşa hükümetinin ilk işi,
Takrir-i Sükûn Kanunu'nu
çıkarmak oldu.
Bu yasa idareye/hükümete,
üstelik yalnızca isyan bölgesiyle sınırlı
değil, bütün Türkiye'de olağanüstü
yetki veriyordu. (Tıpkı 20 Temmuz
2016 OHAL ilanı gibi) Hükümet,
herhangi bir yargı kararına ihtiyaç
duymaksızın bütün yayınları
yasaklayıp bütün örgütleri
kapatabilecekti.
Şark İstiklal Mahkemesi,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın
hem isyancılarla ilişkisi olduğu
(Kürtçülük-bölücülük) ve hem de
dini siyasete alet ettiği (Siyasal
İslam- irtica) gerekçeleriyle
kapatılması için hükümete tavsiyede
bulundu ve parti kapatıldı.
Böylece günümüze kadar gelecek
iki kırmızı çizgi oluşmuş oldu.
Şark İstiklal Mahkemesi,
20.000 civarında tahmin edilen
sürgün dahil, sert önlemler ve cezalar
uyguladı.
İngilizlerle Musul
meselesi...
Bu isyan bastırılırken, Ağrı
eteklerinde 1926'da başlayan isyan
dört yıl sürecekti.
Şeyh Said Ayaklanması'nın
Musul meselesiyle ilgili bir önemi de
vardı. Lozan'da Musul'un kime ait
olacağı konusunda demografik bir
kilitlenme yaşanmıştı.
Türkiye'nin tezini İsmet Paşa,
aynı kavmin -Turanî- çocukları olan
Türklerin ve Kürtlerin toplamının
bölgede çoğunluğu oluşturması
nedeniyle Musul'un Türklere
verilmesi gerektiği şeklinde savunmuştu.
Şeyh Said ayaklanması ile
İngilizlerin tezi haklılık kazanacak;
Türkler ve Kürtler iki ayrı kavim
sayılacak ve Musul bir süre sonra
İngiliz manda idaresine bırakılacaktı.
Hasan Cemal'den bir not:
"2000'li yılların başlarında,
Ankara'daki bir İngiliz Büyükelçisi bana, eliyle havada
kavisler çizerek, 'Lozan'da Türkiye, Güneydoğu
sınırının daha aşağıdan, biz ise daha yukarıdan
çizilmesini istemiştik, bizimki daha
çok kabul gördü'
demişti."
Militan laiklik
ve toplumsal hayat düzenlemeleri...
Militan laikliğin ve toplumsal hayat
düzenlemelerinin hızlanmasında
Şeyh Said İsyanı önemlidir.
İsyanda Kürt milliyetçiliğinin
tarikat ağı organize edildiği,
bir başka deyişle Kürt milliyetçiliği
("bölücülük") ile siyasal İslam'ın
("irtica") birlikte hareket ettiği
gözlemlenmişti.
Şark İstiklal Mahkemesi önce
görev bölgesindeki tekke ve zaviyeleri
kapattı ve hükümete tüm Türkiye'de
kapatılmasını tavsiye etti (...) Tekke,
zaviye ve tarikatların
yasaklanmasıyla birlikte
"şapka inkilabı" gündeme geldi.
Bu düzenlemeler üzerine Erzurum,
Rize, Maraş gibi yerlerde isyanlar
çıktı,-İskilipli Atıf Hoca gibi-
idam cezaları infaz edildi.
Avrupa ile kültürel entegrasyon
bağlamında toplumsal hayatı
ilgilendiren değişimler de devam etti
Mussolini İtalya'sından Ceza Kanunu,
İsviçre'den Borçlar Kanunu ve ayrıca
Medeni Kanun alındı ki,
çok eşlilik yerine monogami geldi.
Bu en az Cumhuriyet ilanı kadar
devrimci bir değişimdi.
1 Ocak 1926'dan itibaren
miladi takvim, alafranga saat
ve rakamlar kabul edildi.
Radikal bir hamleyle, yaklaşık altı ay
içinde Arap harflerinden
Latin harflerine geçildi.
Resmi balolar düzenlenmesi gibi
Batılı yaşam tarzı örnekleri
1920'li yıllların ikinci yarısında
başladı.********
YARIN: Atatürk, hangi kaynaklardan beslenmiştir? Askeri, siyasal, entelektüel kişiliği yılllar içinde nasıl oluşmuştur?
* NUTUK, İBB Kültür A.Ş. yayını, s. 1023
** NUTUK, İBB Kültür A.Ş. yayını, s. 1248
*** M. Şükrü Hanioğlu, ATATÜRK, Entelektüel Biyografi, Bağlam Yayınları, Eylül 2023, 1. 26,27
**** Murat Belge, Memleket Nere Hemşerim, T24, 28 Eylül 2023
***** NUTUK, İBB Kültür A.Ş. yayını, s. 1252-1255
****** NUTUK, İBB Kültür A.Ş. yayını, s. 1256-1258
******* NUTUK, İBB Kültür A.Ş. yayını, s. 1261
******** Mehmet Ö. Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, Derleyen: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2023, s.19-20-21
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |