Tarihçi Zafer Toprak şöyle yazar:
Türkiye Tanzimat'tan beri sürgit
bir arayış içerisinde olagelmişti.
Cumhuriyet'in ilanına kadar İkinci Meşrutiyet
evresinde gündemi oluşturmaya başlayan bu arayış
Cumhuriyet'le birlikte bir senteze ulaştı. Cihan Harbi sonrası
Kıta Avrupası karanlık bir çağa adım atmıştı.
Türkiye ise Atatürk'ün öncülüğünde kendi "modernitesi"nin,
"yeni insanı"nın arayışı içerisindeydi.
30'lu yıllarda Türkiye artık farklı beklentilerle geleceğe yöneliyordu.
Zira Cumhuriyet'le beraber gemiler yakılmış,
geriye dönüşü olmayan bir yola girmişti.
İkinci Meşrutiyet evresinde gündemi oluşturmaya başlayan
"yeni" sözcüğü 1930'lu yıllarda bilfiil uygulama alanı buldu.
Bilim, kültür ve sanat alanlarının hemen her yönünde
Cumhuriyet "yeni"yi aradı. Atatürk
bu süreçte bilime kendi terimiyle "scientism"e tutkuyla bağlandı.
Bilim yuvası üniversiteler yaşamda
sil baştan yola çıkılırken,
kültür ve sanatın hemen her yönü alışılmadık açılımlara sahne oldu.
İki dünya savaşı arası Batı'nın katastrofik
çağında Türkiye kendi "yenisi"ni,
kendi "aydınlanması"nı yaşayacaktı.
(...)
Atatürk'ün entelektüel yaşamı
üç evreden oluştu.
Zabit olduğu dönemde,
Manastır İdadisi'nde,
Harbiye'de,
ardından orduda görevli iken
edindiği birikim ilk evreyi oluşturdu.
Ardından devlet kuruculuğu sürecinde siyasi kimliği geldi.
1919-1927 arası Milli Mücadele
ve Cumhuriyet'in temellendirilmesine
yönelik siyasi ve hukuki düzenlemelerin yer aldığı bu evre
Atatürk'ün siyaset alanında aktif olduğu dönemdi.
Üçüncü evre ise kısmen aktif siyasetten çekildiği
ve 30'lu yıllarda kendi "yeni insan"ını aradığı,
ulus- devletin yurttaşını inşa etme kaygısını taşıdığı yıllardan oluştu.
(...)
Çankaya Kitaplığı'ndaki eserler dikkatle taranırken
bir bibliyofil olan yazar bir sürprizle karşılaştı.
İlk bakışta bu denli zengin ve güncel
bir kütüphanenin Darülfünun dahil herhangi bir çatı altında olmadığını gördü.
Cumhuriyet Türkiyesi'nin kuruluş evresinde en güncel kitaplık Çankaya'daydı.
Çoğu kitap bizzat Atatürk ve yakın çevresi tarafından yurt dışına ısmarlanmıştı.
Çankaya Kitaplığı, tüm reform girişimleleriyle eşgüdüm içerisinde olan,
o gün için Fransızca üzerinden
Batı'nın izini süren bir bilgi hazinesiydi.
Kitaplık ana hatlarıyla Osmanlı'nın çağdaşlaşma sürecinde
18. yüzyıl Aydınlanma çağı düşünürlerini,
1789 Fransız Devrimi'ni
ve 1870 Üçüncü Cumhuriyet Fransası'nı kapsıyordu.
Bu evrelerin düşünürlerinin, bir neslin, Atatürk'ün de mensup olduğu
Jön Türk neslinin fikir dağarcığını
ne denli derinden etkilemiş olduğunu kanıtlıyordu.*
"İlk Meclis'in
çoğulcu ve renkli bir yapısı vardır"
Mustafa Kemal için Montesquieu'nun güçler ayrılığı değil,
Rousseau'nun güçler birliği
önemliydi.
Şöyle devam eder Zafer Toprak:
Rousseau'nun sonraları Toplumsal Sözleşme diye bilinen eseri 1913'de
Türkçe'ye çevrilmişti. Kitaplığındaki nüshadan da anlaşıldığı gibi ,
Atatürk bu çeviriyi Türkiye'nin ölüm kalım savaşı verdiği bir ortamda hatmetmişti.
Çankaya'daki nüshanın şerhlerinden bu anlaşılıyordu.
"Egemenlik basit ve tektir. Bu gücü bölmek yok etmektir" satırının yanına,
"mühimdir" notunu koymuş,
"Egemenlik belli bir nedenle bırakılamayacağı gibi,
yine aynı nedene dayanarak vekil olarak yürütülemez.
Egemenlik kamunun içkindir. İrade ise temsil edilemez.
İrade ya kendisinin aynıdır
ya da başkadır. İkisinin ortası olamaz"
satırlarının yanına ise
"kıymetli" notunu düşmüştü.
"Egemenlik gücü bırakılıp vazgeçilemediği gibi değiştirilez de. Egemenlik gücünü sınırlamak bunu
yok etmek demektir,"
altını çizdiği bir başka satırdır.
(...)
Fransız Devrimi, monarşinin elinde olan mutlak hakimiyetin
sahibini değiştirmiş ve kral yerine milleti ikame etmişti.
Bir başka deyişle,
taç kralın başından alınarak
bir manevi şahıs tellakki edilen milletin başına konmuştu. **
Birinci TBMM, milli mücadelenin
genel karargahıydı, başaktörüydü.
Mehmet Ö. Alkan şöyle yazar:
Başkomutan sıfatıyla da
hem savaşı hem başta İstanbul Hükümeti'ne
karşı olmak üzere siyasal mücadeleyi hem de diplomatik görüşmeleri yürüttü.
Cumhuriyet'in 100. yılında başlıca anımsanması
gereken de kurtuluş ve kuruluştaki bu başarı ve siyasal kültürdür.
(...)
Yargıyla ilgili olarak,
İstiklal Mahkemeleri'nin de mecliste kurulduğunu,
hakim ve savcılarının bile mebuslardan oluştuğunu hatırlamalı.
İlk Meclis'in her türlü fikrin özgürce tartışıldığı,
en sert eleştirilerin yapıldığı,
ideolojik açıdan
İslâmcı, sosyalist, muhafazakar, liberal, halkçı,
cumhuriyetçi veya meşrutiyetçi gibi geniş bir yelpazede
çoğulcu ve renkli bir yapısı vardır.
HC Notu: Daha önceki yazılarımda da değindiğim,
Atatürk'ün "öncelikleri-sonralıkları..."
Ya da Millî Mücadele sırasında
"hedef küçültmek"
ve "düşmana karşı en geniş ortak cephe"yi
oluşturma çabası...
1919-1923 arasında adeta kutsal demokratik değerler olan seçim,
temsil ve Meclis, Cumhuriyet'in ilanından sonra da devam edecek,
törensel olarak düzenli seçimler yapılacak, ancak yürütmeye
tabi bir halde ve etkisiz bir kuruma dönüşecekti.
Bunun başlıca sebebi muhalefetten
arınmış siyasal yaşam ve kurumlara sahip olmak arzusudur.
Üçüncü TBMM'den (1927-1931) itibaren muhalefetin olmadığı
dikensiz gül bahçesi bir meclis ve siyasi hayat başlamış,
1946 seçimlerine kadar da devam edecektir. ***
1. Meclis binası
Cumhuriyet Devrimi,
hukuku "Tanrı katından" indirdi
Cumhuriyet Devrimi'nin en temel adımı,
hukukun "Tanrı katından indirilmesi"
ya da "uhrevilik"ten kurtarılıp "dünyevileştirilmesi"ydi.
Dinden arındırılmış hukuk laikliğe,
çağdaşlığa açılan yolda en olmazsa olmaz bir adımdı.
Demokrasinin temelleri başka türlü atılamazdı.
Bu bakımdan ilk açılımlar Tanzimat'la birlikte başlamıştı.
Ancak, gerçek devrimci atılımlar,
başta Medeni Kanun olmak üzere 1923 sonrasında gerçekleştirildi.
En büyük güçlükler Medeni Kanun'da
ve çok eşli evlilikler konusunda çıkarıldı,
engeller Atatürk'ün iradesiyle aşıldı.
Atatürk, 1 Mart 1924 yılında, Meclis'i açarken şunları söylüyordu:
"Medeni hukukta,
aile hukukunda takip edeceğimiz yol
ancak medeniyet yolu olacaktır.
Hukukta yatıştırma siyaseti ve asılsız hikayelere bağlılık,
milletleri uyanmaktan men eden en ağır kabustur.
Türk milleti üzerinde böyle bir kabus bulundurulamaz."
Ankara Palas, 17 Ocak 1929: Atatürk'ün, Viyana Büyükelçiliği Başkâtibi Tahsin Bey ile evlenen
manevi kızı Nebile ile düğündeki dansı, 23 Şubat 1929 tarihli London News gazetesinde
"Atatürk kadın-erkek
eşitliğine inanmış bir liderdi"
Atatürk'ün kararlılığı sonucu,
tadil komisyonlarının uzayıp giden çalışmalarına son verildi.
İsviçre Medeni Kanunu aynen tercüme edildi ve
Adliye Vekili Mahmut Esat Bey tarafından Meclis'e teklif edildi.
Bu evrede eski şer'iyye vekillerinden
Abdullah Azmi Efendi kanuna,
"Birden fazla kadınla evlenmeyi mümkün kılacak
ve Müslüman kızların gayrimüslim erkeklerle evlenmelerine
mani olacak maddeler" eklenmesini teklif etti.
Atatürk bir daha devreye girdi.
Bu tür önerileri geri çevirdi ve kanun teklifi değişikliğe uğramadan Meclis'ten geçti.
Atatürk kadın-erkek eşitliğine inanmış bir liderdi.
(Kadınlar 1934'de çıkan bir yasayla
seçme-seçilme hakkına sahip olmuşlardı
ki, bu, birçok Avrupa ülkesinden önceydi, HC)
(...)
Son kertede Fransız Devrimi Meşrutiyet
ve Cumhuriyet nesillerinin ana esin kaynağı oldu.
Atatürk Fransız yazar Pernot ile yaptığı söyleşisinde, "
Her zaman Fransa hürriyet için kahramanâne
mücadelede dünyaya misâl teşkil etmiştir" diyecekti.
(...)
Atatürk'ün hukuk bilgisi büyük ölçüde
Babanzade İsmail Hakkı'nın Hukuk-ı Esasiyesi'nden kaynaklanmıştı.
Bu kitabın ayrıntılı biçimde okunduğu,
satır altları ve paragraf yanlarında yer alan
tek ya da çift çizgilerden anlaşılıyordu.
Kitapta Eflatun, Hobbes, Locke,
Rousseau, Montesquieu
gibi anayasal gelişmenin temel kimlikleri yer alıyor,
doğal hukuk, toplumsal sözleşme gibi hukukun
ve siyaset biliminin belli başlı konularına açıklık getiriliyordu.
Atatürk'ün ulusal egemenlikle cumhuriyet rejimi arasındaki
bağı bu kitaptan edindiği söylenebilirdi.
(...)
Türk inkılabının ilk anayasası olan
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu'nda
temel hak ve özgürlükler yoktu.
(...)
Türkiye'de "çağdaş siyaset" anlayışı İkinci Meşrutiyet yıllarında doğdu.
Özgürlükler ilk kez bu denli kapsamlı bir biçimde
1908 sonrası gündem oluşturdu.
Siyasi partiler hürriyetin ilanı ertesi sık aralıklarla
bir diğerinin ardından kurulmuştu.
Kamuoyu, o günkü dille "efkâr-ı umumiyye"
her geçen gün mevzi kazanmıştı.
Siyasetin bu denli kitlelere
ulaşması okuryazarlığı da yukarıya çekmişti.
Abdülhamid döneminde yayın dünyası
hatırı sayılır bir atılım gerçekleştirmişse de, Osmanlıca kitap,
risale, gazete türü basılı matbuat
İkinci Meşrutiyet döneminde geçmişe oranla büyük artış gösterdi.
200 yıllık eski Türkçe
matbu literatürün hemen hemen yüzde 30'u
1908-1918 gibi on yıllık kısa bir sürede üretilmişti.
Bu gelişmeler İkinci Meşrutiyet'in
Osmanlı'yı bir "aydınlanma" evresine soktuğunun kanıtıydı. ****
Atatürk, kişi özgürlükleri ve devlet...
Atatürk ve liberal düşünce...
Bu pencerelerden bakınca,
"Ferdi hürriyeti sınırlama, devletin adeta esası ve vazifesidir"
diyen Atatürk'ün
arkasında Rousseau hemen fark ediliyordu.
Devleti karşısına alan liberal özgürlük anlayışına mesafeliydi Rousseau.
Toplumsal sözleşme ve halkın egemenliği anlayışı,
Fransız Devrimi'nde son kertede Jakobenlere yaramış,
Robespierre'in Fransız Devrimi'nde
yol arkadaşlarını giyotine göndermesine neden olmuştu.
(...)
Nitekim Rousseau'nun egemenlik anlayışının bir yorumu,
otoriter ve totaliter yapılanmaların da yolunu açacaktı.
Fransız Devrimi'yle ilgili gözlemlerde bulunan Tocqueville,
toplumları eşitliğe götüren hareketin özgürlüklerin
yitirilmesine neden olabileceğine dikkat çekiyordu.
Tocqueville'e göre Fransız Devrimi'nde çelişik ve ters yönde iki hareket vardı:
Bunlardan ilki özgürlüğe çıkarken,
diğeri despotizme yöneliyordu. *****
Prof. Dr. Zafer Toprak
Türkiye'de çatışan
zıt çizgiler
Takrir-i Sükûn'la muhalefetin susturulup siyasetin
"dikensiz gül bahçesi"ne döndürüldüğü döneme
bu pencereden de bakılması lazım.
Aydınlanma'da iki kapı vardı.
Biri "despotizm"e, "totalitarizm"e,
"komünist" ve "faşist" diktatörlüklere,
diğer kapı, "özgürlük" ve "demokrasi"ye açılıyordu.
Bu iki farklı çizgi, birbirine zıt iki anlayış
Türkiye'de de çatıştı durdu.
Bugün de bu kavganın tümüyle bittiği söylenemez.
Aydınlanmacılığı bayraklaştıran
bazı sivil-asker çevreler özellikle
1960'lardan itibaren "çok partili demokrasi"ye karşı,
2000'li yılların başları dahil,
sürekli darbecilik yaptılar ya da oynadılar.
Bu rolleriyle demokrasi, hak ve özgürlükler
açısından fazlasıyla zararlı oldular.
Bazen, çok partili demokrasiyle Türkiye kalkınanamaz, dediler.
Bazen, Türkiye demokrasiye erken geçti, dediler.
Bazen, Atatürk'ü bayrak yaparak,
ordu içinde cuntalar kurup darbeciliğe kalkıştılar.
HC Notu: Bu "darbecilik oyunu"nda
eski zamanlarda benim de
küçük bir rolüm olmuştu.
Bu maceramı,
ilk baskısı 1999'da Doğan Kitap'tan,
sonraki baskısı 2012'de Everest'ten çıkan
Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım
isimli kitabımda
özeleştirel bir tarzda yazmıştım.
Atatürk Türkiyesi, ekonomide devletçilik yolunu benimsedi.
İki dünya savaşı arasının karanlık dönemi,
ekonomilere "devlet müdahalesi"nden başka bir seçenek de
bırakmıyordu.
Avrupa'dan Amerika'ya bütün ülkelerde
devlet, şu ya da bu ölçüde ekonominin içine girmişti.
Atatürk, 20 Nisan 1931'de seçimler
nedeniyle yayınladığı bildiride,
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın
temel ilkelerini özetlerken şöyle diyordu:
Ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar
az zaman içinde milleti refaha
ve memleketi mamuriyete eriştirmek için
milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin
icap ettirdiği işlerle,
bilhassa iktisadî sahada devleti fiilen alâkadar ve faal kılmak. ******
Atatürk'ün CHP'nin 4. Kurultayı'nda yaptığı konuşmadan
"Bu milletin canı siyasi fırkalardan
çok canı yanmıştır"
Atatürk, Cumhuriyet'in
kuruluş yıllarında "çok parti"den yana değildir.
7 Şubat 1923 günü Balıkesir'de
Paşa Camii minberinden okuduğu söylevde,
"tek parti"nin altını şöyle çizer:
Bu milletin canı siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır.
Şunu arz edeyim ki,
başka memleketlerde fırkalar behemahal
iktisadî maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir.
Çünki o memleketlerde sınıflar vardır.
Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden siyasi
bir fırkaya mukabil diğer sınıfın menfaatini
muhafaza maksadiyle başka bir fırka teşekkül eder.
Bu pek tabiidir.
(...)
Kaç milyonerimiz var? Hiç...
Binaenaleyh biraz parası olanlara da
düşman olacak değiliz.
Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin,
hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.
Sonra amele gelir.
Bugün memleketimizde fabrika,
çok mahduttur.
Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. *******
Sonra da Atatürk,
"Biz bize benzeriz" der geçer.
1930'larda, Atatürk'ün bu deyişine
uygun sayılabilecek, Güneş Dil Teorisi
ve Tarih Tezi gibi adımlar atılır,
ya da "Türk milli kimliği"nin inşasına
çalışılırken bazı hissi, tuhaf aşırılıklar da yaşanır.
Hem dil hem hem tarih yeni milli kimliğin iki önemli ayağı oldu.
1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
kuruldu ki, sonra adı Türk Tarihi Kurumu (TTK) olarak değiştirildi.
TTK'nın çalışmalarıyla bir yandan
Anadolu coğrafyası Ermeni ve Rum vatanı (!)
olmaktan çıkarılarak, onlardan daha eskibir kavim olarak
Hititler'e mal edilirken, diğer yandan
Hititleri'n da aslında Türk olduğu savı
işleniyordu.
Geliştirilen Türk Tarih Tezi'ne göre,
dünya medeniyetlerinin kaynağı, Orta Asya'daki eski Türklerdi.
Kap kacaktan atın ehlileştirilmesine,
kağıdın icatından birçok yenilik Türklere mal edildi.
Bütün milliyetçilikler gibi
Türk milliyeçiliği de medeniyetin kaynağı olarak Türkleri işaret ederek,
yurttaşın dünya tarihine yaptığı katkıları zikrederek özgüven aşılıyordu.
Millî kimliğin ikinci ayağını oluşturan dil tezi,
1923'de Atatürk'ün emriyle kurulan
Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nde (sonra Türk Dil Kurumu) geliştirildi.
Özleştirme ve tasfiye hızlandı, kısa ömürlü olan,
bazıları günümüzde de kullanılan yeni kelimeler o zaman
ortaya çıktı.
1936 III. Dil Kurultayı'nda
Güneş Dil Teorisi tartışmaya açıldı.
Buna göre dünyadaki bütün dillerin kaynağı ve güneşi Türkçe'ydi,
neyse ki yanlışlığı kısa süre sonra anlaşılınca,
bu iddiadan vazgeçildi.
Mustafa Kemal bu süreçte
Mustafa ve Kemal isimlerini
Arapça olduğu gerekçesiyle bıraktı
ve Kemal'i Türkçe olduğu söylenen Kamâl ile resmi olarak değiştirdi
ve bütün resmi belgelere işlendi.
Sonra Kamâl'ın da Türkçe olmadığı anlaşılınca
sessiz sedasız Kemal'e geri dönüldü.
Atatürk soyadını da, Türk Dil Kurumu'ndaki
bir toplantıda kendisine "Türk Atası" diye başlayan
ve "Ata Türk" diye biten konuşmadan etkilenerek kendisi seçti. ********
YARIN: Atatürk demokrasiden yana mıydı, değil miydi?
* Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s. 4-5-6
** Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s. 18, 19, 20
*** Mehmet Ö Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, Derleyen: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2023, S.14, 15
**** dip not... Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s. 73, 74, 101, 102
***** Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s.73, 74, 102, 110, 111, 112, 113
****** Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s. 141
******* Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s. 158,159
******** Mehmet Ö Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, Derleyen: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2023, s. 23, 2
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |