Türk tiyatrosunun genç kalemlerinden Ahmet Sami Özbudak, 1980 yılında Hatay’da doğdu. Çocukluk ve ilk gençlik yılları o zamanlar küçük bir sahil kasabası olan Alanya’da geçti. “Belli ki hayatımla ilgili bir derdim” vardı diyen Özbudak, çocuk yaşta sanatçı olmayı kafasına koymuştu.
Daha 18 yaşındayken tiyatro denemeleri yazan usta kalem, 19 yaşında geldiği İstanbul’da ilk amatör tiyatrosunu sahneledi. Büyük bir tutkuyla yaptığı gazetecilikten ondan daha büyük tutkusu olan tiyatroculuğa geçmesi ise Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi’nin direktörü Yeşim Özsoy’la tanışmasıyla oldu.
İlk profesyonel oyunu olan İz ile Avrupa’nın en prestijli tiyatro festivallerinden olan Heidelberger Stückemarkt’ta Avrupa Genç Yazar Ödülü’nü aldı. Hayatının dönüm noktasının o ödül olduğunu söyleyen Özbudak, tiyatro yazarlığını, politik tiyatroyu; izleyiciye farklı bir deneyim sunan Monologlar Müzesi’ni, artık kilisede oynanmayacak olan Gomidas’ı, yeniden sahnelenmeye başlayan Meçhul Paşa’yı ve yeni projelerini T24’e anlattı.
“Yazmak, beni ayakta tutan şey oldu, şifalanma nedenim yazmak oldu”
- Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arşivcilik bölümden mezun olduktan sonra İstanbul Life dergisinde muhabirlik yapıyorsunuz. Son 10 yıldır ise genç tiyatro yazarları arasında en iyilerden biri olarak adınız sıkça anılıyor, tiyatro ile tanışmanız ve üretmeye başlamanız nasıl oldu?
Ben Alanya'da büyüdüm, o zamanlar çok küçük bir sahil kasabası gibiydi. Öyle bir yerde belli ki hayatımla ilgili bir derdim vardı ve sanatçı olmak istiyordum. Aslında ben müzikle uğraşmak istiyordum ama zaman içinde öyle bir yeteneğim olmadığını gördüm. Şiirler, öyküler, denemeler, şarkı sözleri falan yazıyordum. 17-18 yaşlarımda bir noktada oyun yazmaya merak saldım. Çok küçük şeylerdi. Hatta 18 yaşımda Alanya'da bir oyun denemesi yazdım. 19 yaşında İstanbul'a geldim. Genç bir ekip, kendimizin yazıp yönettiği amatör bir oyun çıkarmıştık ve çok sevmiştim. 18-19 yaşımda yaptığım küçük oyunla o zehir kana karıştı. Ondan sonra hiç bırakmadım hep yazıyla bir ilişkim oldu. Zaman zaman uzaklaştım ama yazı hep devam etti. Hep bir defterim oldu roman denemeleri, oyun denemeleri yazıyordum. 2005 yılında askere gittim orada da bir defterim vardı. Galiba yazmak, oksijen odası benim için. Ben hiç kariyer için yazmadım, iyi olmak için yazdım. Yazmak, beni ayakta tutan şey oldu, şifalanma nedenim yazmak oldu.
Sonra İstanbul Life dergisinde arşivcilik serüvenim oldu. Fotoğraf arşivini yapıyorduk biz ve o benim görsel hafızamı çok geliştirdi. Günde iki yüz tane fotoğrafa künye giydiriyordum, o benim görsel dünyamı çok geliştirdi. İyi fotoğraf okumayı öğrendim ve görselle yazıyı birleştirdim.
Yine İstanbul Life’da muhabirlik yapmaya başladım. Yaptığım prodüksiyonlar çok beğenildi. Orada o fotoğrafın ve yazının birlikteliği muhabirliğimde çok işime yaradı. Hafta sonunda 7/24 Şehir Hayatı diye bir köşem vardı. Yeme içme ve gece hayatı yazıyordum. Büyük bir paradoksun içindeydim. Biliyorsunuz ki gazetecilikte maaşlar çok azdır. Ben Çapa’da mütevazi bir hayat yaşarken çok lüks yerleri yazıyordum çünkü işim oydu. O kontrast, sonraları çok işime yaradı. Birilerinin bir gecede yediği yemeğe ödediği parayı, benim Çapa’da gördüğüm insanlar bir ayda ancak yiyordu. Bu sınıfsal katman, sınıf problemi, galiba beni daha çok tiyatroya ve yazıya savurdu. Bir noktada dergiciliği bıraktım ama ikisini bir müddet yürüttüm. 2010 yılında ben hâlâ dergiciydim ama İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması nedeniyle Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi bir atölye yaptı. 10 kişi seçildi oraya ve biz bursluyduk. Orada; Yeşim Özsoy, Mark Levitas ve Ceren Ercan gibi isimler benim hayatımı değiştirdi. O atölyede İz oyununu yazdım. Almanya’da Heidelberger Stückemarkt Avrupa Genç Yazar Ödülü’nü kazandım ve hayatımın dönüm noktası o ödül oldu. Sonra dedim ki; dergiciliği yavaş yavaş bırakayım ve tiyatroya yatırım yapayım. 2014 yılına kadar ikisi birlikte gitti ve o yıl dergiciliği bıraktım.
- İlk profesyonel oyununuz İz miydi?
Bir de Göç vardı ama festival kapsamında bir kere oynadı. Bir sanatçının hikâyesiydi.
- Metinlerinizi yazarken sizi besleyen ne oluyor ve nasıl bir disiplinle yazıyorsunuz? Siz de kendi metinlerinizi politik buluyor musunuz?
Farkında olmadan politik bir şeyler yapıyor olabilirim ama politik olsun diye yapmıyorum, Türkiye’deyseniz politik oluyor. Bizim ülkemizde, evinizden çıktığınızda politika başlıyor. Burası öyle bir toprak, öyle bir coğrafyanın içindeyiz, ister istemez her şey politikleşiyor.
Benim günlük bir rutinim var; ben ne olursa olsun her gün yazıya zaman ayırıyorum. Mesela oyun yönetiyorum, akşam eve gelip biraz dinlendikten sonra en az 2 saatimi ayırıyorum.
İstanbul zaten kendiliğinden bir beslenme alanı. Ben İstanbul için hikâye pazarı diyorum. Baktıktan sonra her yerde bir hikâye var. Maalesef ülke gündemi çok karanlık, sadece politik gündemden bahsetmiyorum. Evdeki şiddet, taciz, iş yerlerindeki şiddet, gelir eşitsizliği… Benim de çok anlamadığım konular ama ister istemez oralara savruluyoruz. Bence dünyada iki büyük sınır var. Kürt, Türk, Ermeni, Alman vs. buralarda bir ayrım söz konusu değil, zengin ve fakir ayrımı söz konusu. Hikâyeyi doğuran da bu oluyor, maalesef.
“Artistik bir yerden yazmaya çalışmıyorum”
- Yazdığınız metinlerin hepsinin bir derdi var ve bizi de derde, gama sürükleyip bir şeyler üzerine düşündürüyor. Bu tür metinler sizi psikolojik olarak yormuyor mu? Biz en fazla 90 dakika izleyip o akşam üzerine düşünüp 1-2 güne de unutmuş oluyoruz ama siz sürekli bunun içindesiniz? Bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Meçhul Paşa’yı, Gomidas’ı yazdığım zaman ben iyileşmiş oluyorum. Ben seyirciyi çok önemsiyorum ve onlarla bir dertleşme imkânım oluyor. Tabii ki herkes beğenmek zorunda değil, beğenip benimle olan seyirciden bahsediyorum. Onlar artık benim dert ortağım oluyor ve biz aslında dertleşiyoruz. O duygudaşlığı kurmamızın sebebi de ben kendime çok bariyer koymuyorum. Yani artistik bir yerden yazmaya çalışmıyorum.
Gomidas’daki dert, insani bir dert, benim ölümle olan hesaplaşmam, ölümü çok sorguladığım bir metin. Orada sadece Gomidas Vartabed’e üzülmüyoruz, böyle bir ülkede onun üzerinden kendi hikâyemize de üzülüyoruz. Bu coğrafya bir köprü ve biz köprünün üstünde var olmaya çalışıyoruz. Şu an da mesela demografi değişiyor, faşist bir yerden söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Yeni bir nüfus geliyor buraya ve belki de Türkiyeliler de gidecek, başka bir nüfus ağırlık kazanacak. Kabul edelim ya da etmeyelim İstanbul; Ermenilerin, Rumların ağırlıkla yaşadığı bir coğrafyaydı ve onların kurduğu bir şehirdir. Son 100 yıla, son 500 yıla bakıp buna karar veremeyiz, Bizans’ın üstünde oturuyoruz ve insanların bu köprünün üzerindeki varoluş savaşlarına şahitlik ediyoruz.
Buradan da başka hikâyeler çıkacak. Belki 100 yıl sonra “Ahmet Sami vardı, Türkiye’de doğdu burada üretti ama Kanada’da hayatına devam etti” diyecekler. Bunu bilemeyiz çünkü böyle bir coğrafyada yaşıyoruz.
- 2015 yılında Haldun Taner'i Anma Toplantıları kapsamında düzenlenen “Türkiye'de oyun yazarlığında yeni eğilimler” söyleşisine konuşmacı olarak katılıyorsunuz ve “Ben Türkiye’deki seyirciyi çok zeki ve algıları açık buluyorum. Ama sorun o seyircinin tiyatroya gelmemesi” diyorsunuz. Pandeminin hemen öncesinde başlayan ve sonrasında da devam eden bir yükseliş söz konusu. Şu anki kültür-sanat alıcısını nasıl buluyorsunuz?
Bence gelmeye başladılar. Ben Türkiye'de insanların algılarının çok açık, akıllı ve hislerinin güçlü olduğunu düşünüyorum. Müthiş bir geçmişi paylaşıyoruz ve onlar gelmeye başladılar, seyircide güzel bir potansiyel var. Ama şuna da hak veriyorum, bir seyircinin, bir gece oyuna gelmesi en az 500 lira. Ben buralarda ne yapabiliriz onu düşünüyorum. Askıya bilet koyma, fon arayışı olabilir çünkü insanlar daha çok gelsin istiyoruz.
Mesela biz Mologlar Müzesi’nde bilet fiyatlarını çok düşük tutuyoruz. Kimse mahrum kalmasın, yeterki gelsinler diye elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz.
TIKLAYIN | Tiyatroyla uğraşmaya ve tiyatro izlemeye merak neden arttı ve artıyor?
- Seyirciye farklı bir deneyim sunan Monologlar Müzesi’ni anlatabilir misiniz? Ben çok iyi bir deneyim yaşadım ama hiç bilmeyen biri için tam olarak Monologlar Müzesi’nde ne yapıyorsunuz ve bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi’nde atölye yaparken aklıma böyle bir şey geldi. Yeni yazarlarla biz Balat’a gittik. Semti gezdik, röportajlar yaptık. O çalışmanın sonunda böyle bir proje aklıma geldi. Balat’ta bir binanın odalarında, Balat hikâyelerinin olduğu kakafonik bir proje nasıl olur diye düşündüm. Biz ilk Cibalikapı’da bir köşk bulduk, çok eski bir köşktü. İlk performanslarımızı yaptık. Bir kısmı onu okudu, bir kısmı ise oynadı ve çok beğenildi. “Hadi, ikincisini de yap” dediler. Seyirci bizi bırakmadı ve Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’yle anlaştık ve orada devam ettik. Sonra koptu gitti ve ben orada şunu hissettim; seyirci bundan vazgeçmiyor, istiyorlar ve yaşatıyorlar. Biz yenileye yenileye, demleye demleye her yıl yeni bir proje ürettik. Hem yeni seriler ekledik hem de oyunların içini değiştirip dönüştürdük. Şu anda 5 seri var Kadın projesini bitirdik ve onun yerine Yuvakimyon eklendi.
Monologlar Müzesi (Fotoğraf: Ulaş Beşoklar)
“Mekân işi bir imza değil, bir mecburiyet”
- Ülkemizde ya da dünyada bu şekilde sürekliliği olan benzer örnekleri var mı?
Ben Amerikayı keşfetmedim. Türkiye’de de ara ara yapılıyor. Tam aynı olmasa da dünyada bunun örnekleri var. Sleep No More var, 20 yıldır devam eden New York’un en meşhur projelerinden biri. Deneyim olarak benziyor, kurgusal olarak farklı.
Bana “Mekân işi yapıyorsun” diyorlar ama ben bunu bir tarz olarak yapmıyorum. Mecburiyetler var çünkü sahne bulamıyoruz. Sahne bulamadığımız zaman çözümler böyle oluyor. Gomidas’ı biz kilisede oynamasak, belki oyun bu kadar ses getirmeyecekti. Oyunun bir rutini olduğu için ses getirdi yoksa ayda bir orada burada oynaysadık, oyun enerjisini kaybedecekti.
Mekân işi bir imza değil, bir mecburiyet. Monologlar Müzesi bir konsept ve öyle olmalı ama Gomidas aslında bir sahne oyunu ama sahne bulunamıyor, her yer size kucağını açmıyor. Şans verse bile seyirci bir hafta düşük olduğunda hemen sizden vazgeçiyor. Ya kendi sahneniz olacak ya da mekânlarda yapacağız. Ancak böyle ayakta kalabiliyoruz.
- Monologlar Müzesi gibi çok özel bir iş yaparak uzun yıllardır var olmaya çalışıyorsunuz. Cüzi fiyatlara bilet satarak ayakta kalmanız çok zor…
Tabii öyle, ben kazandığım her şeyi Monologlar Müzesi’ne yatırıyorum. Çünkü o projenin çok özel olduğunu ve devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaman onun ödülünü veriyor.
- Kaybedilen bir Türkiyeli’nin anlatıldığı, Gomidas oyununu yazdınız. Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nin büyüleyici asmosferinde, Fehmi Karaarslan’ın oynadığı ve Lusavoriç Korosu’nun ona eşlik ettiği müthiş bir 95 dakika yaşıyoruz. Böyle bir oyun yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Oyunun yazımını, tasarımını, koro fikrini bir sahne işi olarak hazırladım. Benim hayalimde bir koro, bir oyuncu ve bu hikâye vardı. Ben bunu hep böyle kurguladım. Umut’a (Ersin Umut Güler) gittim “Bunu yapar mısın?” dedim. Rahmetli Tatul Bey (Başrahip Tatul Anuşyan) çok beğendi metni. Umut, Fehmi (Fehmi Karaslan) ve ben “Ne yapsak?” diye konuşurken Umut ön ayak oldu ve “Kilisede yapalım” dedi. Oyun kilisede çok güzel oldu ve oraya çok yakıştı.
VİDEO SÖYLEŞİ | 'Gomidas sahnede yaşasın': "1915’ten bu yana mezarlarımızı da tırnaklarımızla kazıyoruz"
“Gomidas oyunu başka bir devinime giriyor”
- Maalesef artık Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde oynanmayacak diye biliyorum. Bunun sebebi nedir?
Kumkapı biraz miadını doldurdu, seyircimiz hep orada oldu. Artık yurt dışı ve ülke içi turnelerimiz başlayacak. 3 yıl orada oynadı ve oyun başka bir devinime giriyor.
Kilise, cemaat ve yönetimi çok memnundu ama bir noktada farklı bir şeyler de yapmalıydık.
Gomidas oyunu | Fehmi Karaarslan ve Lusavoriç Korosu (Fotoğraf: Orhan Cem Çetin)
- Başka kiliselerden de teklifler aldınız mı?
Aslında bizim oynadığımız yer kilise değil, tiyatro salonu. Kilise hemen onun yanında. Camide yapamayacağımız gibi, kilisede de tiyatro yapamayız orası bir ibadethane. Bizim kilise diye oynadığımız yer aslında Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nin hemen yanında bulunan Patrik Mesrob II Kültür Merkezi.
TIKLAYIN | Delilikle dahilik arasında bir sürgün: Gomidas
- Meçhul Paşa oyunu bu sezon tekrar sahnelenmeye başlandı. Sahnede ise Erdem Akakçe, Fatih Koyunoğlu, Bülent Çolak gibi usta isimler var. Bir gazeteci olarak oyunda anlatılan dönemle şimdi arasında bir bağdaşlık kurdum, çok benzer süreçlerden geçiyoruz. Bu oyunu hangi motivasyonla yazdınız?
O zamanlar Tiyatro Adam’dı, ben, Fatih Koyunoğlu ve Emrah Eren oturduk “Ne yapabiliriz?” diye konuştuk. Önümüzde bazı seçenekler, bizi etkileyen hikâyeler vardı. Ben, “Eski gazeteciyim, bu benim mesleğimdi, bunu anlatmak istiyorum. Önce bunu yazacağım” dedim. Çok etkileyici bir hikâye ve ben eski bir gazeteci olarak tutuklanmadım belki yeme-içme yazarıydım ama o yayın tutkusunu, o sabahlamaları çok iyi biliyorum. O başka bir şey. Tiyatro benim için farklı bir tutku ama dergicilik yıllarımda ben 1-2 yıl hiç izin almadığımı hatırlarım, çok seviyordum ve tutkuyla yapıyordum. Beni tetikleyen de bu oldu. Derginin baskıya yetişme heyecanı, haber heyecanı beni çok etkilemişti.
Meçhul Paşa oyunu | Erdem Akakçe, Bülent Çolak ve Fatih Koyunoğlu (soldan sağa) (Fotoğraf: Ozan Güzelce)
“Kötü olacağını düşündüğüm oyunlara da vaktim varsa bir şans veriyorum”
- tiyatrolar.com.tr'nin kurucusu Murat Temel’in yapım şirketi 2383yapım'ın yapımcılığını üstlendiği ve sizin kaleminizden çıkan bir oyunun da müjdesini almıştık. Ama oyuna dair hiçbir detay bilmiyoruz son durum nedir ve bilmediğimiz başka hazırlık aşamasında olan projeleriniz var mı?
Oyunun adı Tebdil, kastın bir kısmı hazırlandı, metnin dramaturjisini de yeni çalıştık ve şu anda provaya hazırız. Tebdil; çok güncel, beni etkileyen, gerçek bir hikâye. Dünyanın her yerinde olan hapishanede yer değiştiren ikizlerin hikâyesi. Bu hikâyeyi bana oyuncu arkadaşım Derya Yıldırım getirdi. Birebir şahitlik ettiği bir olayı bana anlattı ve ben çok etkilendim “Hemen yazmalıyım” dedim. Meksika'da, Portekiz'de dünyanın her yerinde yaşanmış bir şey. Bir de bunun yanında ikiz hikâyeleri de beni çok etkiliyor.
- Kültür-sanat enflasyonunun yaşandığı İstanbul’da bir tiyatro izleyicisi olarak iyiyi kötüyü nasıl ayırt ediyorsunuz?
Fısıltı gazetesi belirleyici oluyor, ben de öyle seçiyorum. Kötü olacağını düşündüğüm oyunlara da vaktim varsa bir şans veriyorum. Niye gitmeyeyim ki? Ben kötü dediğimiz oyundan da bir şey öğreniyorum. Auram değişiyor.
Bana şef bir arkadaşım “Ben bir restorana geldiğimde şefliği dışarıda bırakıyorum, diğer türlü yediğim yemeğin tadını çıkaramıyorum” demişti. Beni çok etkilemişti ben de öyle yapıyorum keyfini çıkarmaya çalışıyorum.
“Neden iyi oyun yapmamışlar” diyemem çünkü biz de kötü oyunlar yapıyoruz ve bu istemeyerek oluyor. Her zaman iyi bir şeyler yapamazsınız ki çünkü oyun büyüsüyle doğuyor ve bazen mayası tutmuyor. Bir şey o mayayı bozabiliyor. Tabii ki her şeyin en iyisi olsun diye uğraşıyorsunuz ama olmayabiliyor. Ben en beğenilmeyen oyunuma da çok çalışmışımdır. Bazen seyircide karşılık bulmuyor.