Ülkemizde bir kurum düşünün ki varlığının 161'ci yılına girmekte(ydi). Boğaziçi mezunu İslamcı kesiminin "abilerinin" Nafi Baba Camii'nin (nam-ı diğer 1997'de Murat Ülker tarafından finanse edildiği rivayeti doğrultusunda "Ülker Camii") arka sokaklarında, yeni başlayan dindar-muhafazakâr öğrencilere yönelik "burası misyoner yuvası, evrimden bahsederler, LGBT derler, hepsine kulaklarınızı tıkayın" minvalindeki beyin yıkamalarının aksine, bu kurum her ne kadar Amin Maalouf'un olağanüstü eseri "Yolların Başlangıcı"ndan da bildiğimiz Amerikan Protestan misyonerliği bağlamında kurulduysa da kurumun kendine has, belki isyankâr bile diyebileceğimiz bir yolculuğu olmuş.
161 yıl önce inançlı bir Protestan olan Cyrus Hamlin tarafından kurulan eski Robert Kolej'in ve şu anki Boğaziçi Üniversitesi'nin bulunduğu bölgenin bir kısmı eski bir Alevi-Bektaşi mahallesiydi. Hamlin'in o bölgenin önemli Bektaşi tekkesinin[1] şeyhi Nafi Baba'yla olan dostluğu, Nafi Baba'nın açık fikirliliği[2], hatta kimi kaynaklara göre Şeyh Bedreddin'e uzanan şeceresi[3], bu dostluklarına bağlı olarak arazisinin bir kısmını Robert Kolej'e vermesi[4], bu kurumun oluş biçiminin hayli kendine has ve ilgiye değer olduğuna işaret eder. Hamlin ilginç biridir. 1839'da Amerikan Protestan Misyoner Komisyonu'nun bir üyesi olarak İstanbul'a gelir ve Bebek'te, anılarından anladığımız kadarıyla, özellikle Ermeni gençlerini eğitmek ve protestanlaştırmak üzere bir ilahiyat okulu kurar. Bu okul salt İncil okumaları yapan bir okul olmayacaktır, aynı zamanda gençlere kendilerini hayatta tutabilecek temel zanaat ve beceriler kazandıran bir yapıya da bürünecektir. Hamlin'in aslında kendi kendine, adeta el yordamıyla geliştirdiği bu eğitim biçimi, üyesi olduğu Misyoner Komisyonu'nun hoşuna gitmez, çünkü ilgilendikleri tek şey gençlerin protestanlaştırılması, eğitimin başka unsurlarla "sulandırılmaması"dır. Ayrılıklar, ikazlar, tartışmalar artar ve 22 yıllık bir beraberlikten sonra Hamlin yolunu parasal finansman aldığı bu kurumdan ayırmaya karar verir. Robert Kolej'in kuruluş hikâyesi böyle başlar. Bu kurum, bilinenin aksine, artık Amerikan Protestan Misyoner Komisyonu'nun himayesinde değildir. Hamlin'in şans eseri Christopher Robert isimli New Yorklu iş insanıyla tanışması sonucunda artık eğitim yaklaşımı bakımından tümüyle Hamlin'in himayesinde bir okuldur söz konusu olan. Hamlin'in "Robert Kolej Uğruna Bir Ömür" anı kitabının 2012'de çıkan Türkçe çevirisinde, çeviriyi yapan Dr. Ayşe Aksu'nun da sunuşunda belirttiği gibi bu okul bilinen diğer yabancı okullardan dikkat çekici derecede farklıdır. Kendisinden bir alıntıyla: "Bu seyir esnasında kolejin kurucuları, kuruluş gerekçesi ve amacı, temel eğitim felsefesi, eğitim öğretim pratikleri, öğrenci modelleri ve dönemlere göre geçirdiği değişimler bir bütün olarak dikkate alınmalı; eldeki veriler bu bütünlük içerisinde incelenmelidir."
İnsan sormadan edemiyor. Acaba şu an itibarıyla ülkemizin doğrudan devlet/diyanet himayesinde kaç yurt dışı okulu vardır? Ama esas soru şu kanımca: Bu yurt dışı kurumlarının başında tek bir kişi var mıdır ki merkezden gelen talimatları yanlış bulup yolunu ayırmış ve kendi başına, elinde hiçbir kaynak, hiçbir güvence olmaksızın doğru bildiğinin uğruna böyle bir serüvene girmeye cesaret etmiş olsun? Eğer bir kişi bile varsa bu kişiye insan sadece saygı duyabilir ancak doğrusu öyle bir kişinin olduğuna ihtimal vermiyorum.
Hamlin, kendi kendine yürüttüğü mücadelelerle ve kimi zaman şansın yaver gitmesiyle 1860'ta okulunu kurmak için nihayet aradığı araziyi bulur ki bu arazi sürpriz şekilde sadrazam değil padişah fermanıyla verilir. Ve işte orada Hamlin, arazinin yanı başındaki Bektaşi tekkesinin, kendisi kadar kendine has şeyhi Nafi Baba'yla tanışır, dostluk kurar ve o dostluk Nafi Baba'nın kendi arazisinin bir kısmını okula vermesine yol açar. Aynı Nafi Baba'nın torunu Hulusi Hüseyin Pektaş da okulun ilk Müslüman mezunlarından olacaktır.
Hamlin gibi kendine has, bağımsız karar alabilen, cesur bir kişi, kurumuna alacağı kişilerde de muhtemeldir ki benzer özellikleri arar. Okulunun hedefi "ırk, din, dil, renk farkı gözetmeden" (Cyrus Hamlin, "Türkler Arasında", s. 223) kendi ayakları üzerinde durabilen, iyi eğitim almış, iyi bilgilenmiş gençler yetiştirmektir. Buna da Hamlin'in ne kadar derin inançlı bir insan olduğunu düşünürsek ancak saygı duyulabiliriz. Orlin Sabev'in arşiv araştırmalarına göre Robert Kolej'in öğrencileri ağırlıklı olarak farklı Hristiyan kesimlerinin çocukları olmuş. Dönemin seçkin Müslüman/Türk ailelerinin o dönem halen çocuklarını 1868'de adı "Mekteb-i Sultaniye"ye ve öğretim dili Fransızcaya çevrilen, yüzü batıya dönük bir kurum olma hedefindeki günümüz Galatasaray Lisesi'ne göndermeyi tercih ettiğini anlıyoruz.
Robert Kolej'den Boğaziçi Üniversitesi'ne: Değişiklikler ve devamlılıklar…
Bugüne gelecek olursak… Kuruluş hikâyesi bir kopuşla başlayan bu ilginç kurum, 1971'de devlet üniversitesi olur ve adı Boğaziçi Üniversitesi olarak değiştirilir. Bu hem bir yandan büyük bir değişiklik hem diğer yandan ilginç devamlılıklar içeren bir süreç olur. En büyük devamlılık kurumun dinamizmini, sürekli değişme potansiyelini, canlı, eleştirel, yoğun istişareli, birlikte yönetim kültürünü koruması, akademi koşullarına göre inanılmaz hiyerarşisiz, rütbesi nedeniyle kendini "güç sahibi" sananların "yazıklandığı" hatta küçümsendiği bir yer olması sayılabilir. Boğaziçi Üniversitesi'nin akademisyenlerinin alamet-i farikası nedir diye soracak olursanız, "havalı postlara" pek de meraklı olmayan, onun yerine üstüne düşen idari sorumlulukları özenle yerine getirip, en iyi kalitede dersini verip, araştırmalarına gömülme arzusunu sayardım. Bir de, Cansu Çamlıbel'in Üstün Ergüder'le yaptığı bir söyleşide sandığından farklı olarak, ülke meselelerini de dert edinmeyi, akademi-aktivizm işbirliğini[5][6][7] de önemsemeyi, resmi devlet ideolojisini sorgulamayı, "mayınlı" konuları ele alma cesaretini ve sorumluluğunu[8] da katarım.
Eğer hâlâ üniversitenin hemen yanı başındaki caminin arka sokaklarında "bunlar misyoner" deniyorsa ciddi bir zihin zehirleme operasyonuyla karşı karşıyayız. Bu insana biraz İstanbul'un sittin asırdır artık Bizans'ta olmadığının bir türlü hazmedilmemesini de tuhaf bir şekilde anımsatıyor. Yoksa bir ülke neden beş yüzü aşkın yıl evvel olmuş bir fethi giderek daha da şaşalı kutlayadurur?[9] İlginç ve bir o kadar hazin bir özgüven yoksunluğu, hatta gençlerin tabiriyle "eziklik" psikolojisi bile denebilir. Zaten kendi ayakları üzerinde durmaktan ve kendi aklıyla düşünmekten aciz haliyle iradesini koşulsuz başka iradelere havale eden bu "cami arkası" faaliyet gösteren kişilerden ancak bu beklenebilir. Öte yandan kendini bilen, kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi özgür aklı ve vicdanıyla hareket etme cesareti olan kişi tersine çok iyi örgütlenmeyi de ve birlikte bir mücadeleyi yürütmeyi de bilir. Üniversitemiz bunu, hocası, öğrencisi, sendikası ve mezunuyla tavizsiz bir şekilde 3,5 yıldır yapan tek yer olmuştur. Kendi yüz altmışı aşkın yıllık tarihinde görülmemiş bir kurum kırımına karşı 3,5 yıldır yürütülen mücadele de hem ülkemizde ama hem dünya akademisinde belki tek örnektir.
Bu kurum kırımcıların tüm kanunsuz ve hatta en temel usulleri dahi çiğneyen uygulamalarına karşı ister bölüm ve anabilim dalı başkanı sıfatıyla ister sade öğretim elemanı sıfatıyla olsun açtığımız dava sayısı 200'e yaklaştı. Bu amansız ve aşırı asimetrik mücadelede pes etmeden yüklendiğimiz mahkemelerden peş peşe haklılığımızı tescil eden güçlü kararlar da çıkmaya başladı. Örneğin üniversite kurallarına göre tüm kriterleri yerine getirmesine rağmen 1 yıllık araştırma izni reddedilen hocamızın bunun üzerine 1 yıllık ücretsiz izin talep etmesinin dahi reddedilmesi üzerine açtığı her iki redde ilişkin davayı kazandığını öğrendik. Zaten 10 yıldan fazla çalışan herhangi bir kamu çalışanının 1 yıllık ücretsiz izni izne tabi değildir, bir haktır. Bir çalışanın böyle bir kararı vermesi de hiç kolay değildir çünkü bu bir yıl maaş almamak ve özlük haklarının dondurulması anlamına gelir. Bu hocamız istifa etmek zorunda kaldı. Bunun gibi sadece şu son 1 ayda bile tam 5 dava lehimizde sonuçlandı. Bu hızın aynı şekilde devam etmesini diliyoruz çünkü haklı olduğumuzu biliyoruz.
Gençlerin çalınan mezuniyet töreni
Gelelim mezuniyete ve bu yazıyı yazmama yol açan olaylara. Kayyım felaketinin başımıza geldiği 2021 yılından beri mezunlarımız Uçaksavar stadında yapılan tüm öğrencilerin ve ailelerininin birlikte katıldığı, çoşkulu, şenlikli büyük mezuniyet töreninden yoksun kılınıyorlar. Oysa pandeminin doruk noktasının yaşandığı ve henüz aşılanmaların başlamadığı 2020 yılında bir önceki yönetim, titiz sağlık önlemleriyle coşkulu bir mezuniyet töreni organize etmişti. Demek ki mesele niyet. Tabii ki bu töreni yapamıyorlar çünkü insan yüzüne çıkmaya korkuyorlar. Zaten hükmettiklerinden aslında o kadar korkuyorlar ki, üç buçuk yıldır kampüste dolaşamıyorlar… Çıkmaları gerektiğinde bina önüne araç ve yoğun güvenlik geliyor, herkesten kaçarcasına araca biniyor, gidecekleri 2 adımlık yere araçla gidiyorlar.
Sonuçta büyük tören yapılmayınca 2021, 2022 ve 2024'te gençler kendi törenlerini kendileri yapma kararı aldı. Bu yıl kayyımlığa rağmen 3 Temmuz'da yapılan alternatif mezuniyet töreninde[10] şöyle dedi gençler "Kayyım yönetimin korkusunun üstünü örten bahaneleri tanımıyoruz; bu sene de aileler, öğrenciler, mezunlar, akademisyenler olarak alternatif mezuniyette buluşuyoruz!". Ve buluştuk. Her öğrenci, yüzde 95 güvensizlik oyu alan istenmeyen kayyım Naci İnci ve türlü kayyım dekan isimlerinin olmadığı kendi tasarımları diplomalarını aldı, öğrencilerin, ailelerin ve önceki dönem mezunların da söz alabildiği alabildiğince şenlikli bir tören yapıldı. Korkunç bir çölleşmenin ortasında bir vaha kuruldu. Çevresinde ise parayla tutulmuş bir halkla ilişkiler şirketine kulakları sağır eden bangır bangır müzik çaldırtılıyordu. Bu tarz daha çok "beach club"lara has olsa gerek oysa burası bir üniversiteydi. Müzik kıstırılmak istendiğinde kara gözlüklü, mafya kılıklı 2021 sonrası istihdam edilmiş, personel demeye bin şahit bir takım erkek şahıslar belirdi. Halleri, tavırları gülünçtü ama durum vahimdi. Sahi burası hâlâ bir üniversite miydi?
Bir kuruma kastetmek…
Psikoloji bölümümüzün diploma dağıtımı ise ertesi gündü. Bölüm öğrencilerinin sayısı yüksek olduğu için[11] dağıtım üniversitenin en büyük salonu Albert Long Hall'da yapıldı. Mekân büyülü ama işlemin kendisi nikâh salonu törenlerine benzer bir yöntemle yürütülüyordu. Her bölüme belirli bir dakika aralığı veriliyor, ardından öğrenciler, aileler ve hocalar salona giriyor, diplomalar hızlı hızlı dağıtılıyor ve çıkılıyor çünkü sırada daha birçok bölüm vardı. Yine de kendi ve ailelerin büyük fedakârlıklarıyla Türkiye'nin bu en zor girilen psikoloji bölümünden bir buçuk hatta iki yılını pandemi koşullarında yaşamış olarak mezun olmak, hem onlar ve aileleri için ama hem de bizim için büyük bir heyecan ve mutluluktu.
Ne var ki özellikle 2022'den beri, yani bölümümüze peş peşe, gerekli yeterlilik değerlendirmeleri baypas edilerek, "paraşüt" diye adlandırdığımız tepeden inme öğretim elemanı atamaları yapıldığından beri, bu mutluluk, hocalar kadar öğrenciler ve hatta aileleri için de buruk bir mutluluktu çünkü çocuklarının girdiği bölüm ve üniversite ile çıktığı bölüm ve üniversite artık aynı değildi. Bir kurumun herkesin gözü önünde adeta canına kıyılmıştı ve bu kıyım gayet soğuk hesaplarla sürmekte. Mesela "Bir kurum yıkılırken" yazısında bahsi geçen bir kişi, gizli kapaklı yöntemlerle bölüme alınmak üzere, hatta belki alındı bile. Ve bu, öğrenciler bu kişinin verdiği derslerde ağır sorunlar yaşamış, dekanlığa şikayette bulunmuş olmalarına rağmen, yani gayet bile bile yapıldı. Bu kişinin tam kadrolu alımı için açıkça kişiye özel bir kadro ilanının açılması üzerine dava açtık ve şimdi o davanın sonucunu bekliyoruz. Ne var ki bu davalar aylar sürdüğü için bu esnada olan öğrencilere oluyor.
Gençler binbir emekle bu kuruma gelirken karşılarındaki artık sayıları 80'i aşmış tepeden inme öğretim elemanı hiçbir açık, şeffaf, titiz akademik ve pedagojik incelemeden geçmeden adeta havadan "iniverdi". Bu en basitinden karşılarındaki gençlere, onların emeğine karşı büyük saygısızlıktır. Bölümümüze ve diğer bölüm ve birimlere tepeden inme gelenlerin yaptıkları dudak uçuklatıcı şeylere dair çetele tutarken bu yazıda tek bir örnekle yetineyim. Bir tepeden inme hoca düşünün, öğrencilerin ödevlerini değerlendirmek için onları chatGPT'ye yüklüyor ve vasat (yani sıklık) üzerinden dil becerisi kazanmış yapay zekânın yazdığı geribildirimi ödevlere yazıyor… En fenası, bunu yaparken karşısındaki zehir zemberek öğrencilerin bunu derhal fark edeceğini akıl dahi edemiyor… Kendisi tek tek her ödevi okuyup geribildirim yazabilecek donanıma sahip miydi? Çok düşük bir olasılık. Sorun da burada başlıyor. Öğrencilerin en zor girdiği üniversiteye o öğrencilerle güçlü ve besleyici bir etkileşime girebilecek donanımda hocalar artık alınmamaya başlandı. Bu kamu bakımından büyük bir kurum kırımıdır. En çok da gençlere ve ailelerine büyük bir saygısızlıktır ve bir akit ihlalidir.
Üniversite Değerlendirme ve Araştırma Merkezi (UNİAR)'ın 2016'dan beri üniversitelerin doğrudan muhatabı olan öğrencilerden veri toplayarak yürüttüğü yıllık üniversite değerlendirme araştırmasının 2024 bulguları Boğaziçi Üniversitesi açısından vahim. 2020'ye kadar en tepelerde çıkan üniversite 2024 verilerine göre Boğaziçi öğrencileri tarafından öyle bir puanlanmış ki mesela "Kurumun Yönetim ve İşleyişi" bakımından 200 üniversite arasında 184. sırada yer almış.
Gençlerin çalınan geleceği, genç kırımı, ülke kırımı…
Bu ülkede gençlerin geleceği çalınıyor, hatta gasp ediliyor! Bu aslında bir suç teşkil etmeli, neredeyse "anayasal düzeni devirmek" kadar ağır bir suç çünkü ülkenizin geleceğini yok ediyorsunuz. Neden? Çünkü gençlerinizin yüzde 70'inden fazlası sadece yurt dışına gitmek istemiyor, oraya ülkesine bir daha dönmemecesine gitmek istiyor. [12],[13],[14] Neden? Çünkü burada hak ettiği şeyler bir bir elinden alınıyor. En basitinden parlak bir üniversiteden bile mezun olsanız iş bulmanız, kendinizi ekonominin döndüğü büyük kentlerde geçindirmeniz artık imkânsız. 1980'li hatta 90'lı yıllarda bile durum böyle değildi, her iyi üniversite okumuş genç iyi bir iş bulacağını bilirdi. Ülkemiz açısından son yılların en ağır tablosu nedir diye sorarsanız budur derim. Mesela bir ülkenin 15 bin doktorunun yurt dışına göç etmesi ne anlama gelir?[15] Bu gençler hep kamunun kaynaklarıyla yine ülkelerinde çalışsınlar ve biriktirdiklerini aktarsınlar diye yetiştirilmişti oysa. Ama gittiler ve daha da gitmeye devam ediyorlar. Konuştuğunuzda "hocam, bana değer vermeyen, bir gelecek sunmayan bir ülkede neden kalayım" diyorlar. Eğer ki gençlerin yüzde 70'inden fazlası artık yurt dışında yaşamak istiyorsa bu demektir ki iktidar sarhoşluğuna çarpılmışların çocukları da gitmek istiyor. Peki bin bir zahmetle, büyük kolektif bir emek ve kamu parasıyla bu gençleri okutup tepside yurt dışına sunmak en büyük ihanet değildir de nedir… Bu da bir kırım, bir genç kırımı, böylece de bir ülke kırımıdır…
Ve umut
İçimi en acıtan ise, yirmi iki yıldır tam zamanlı hocalık yaptığım bu kurumda son 7-8 yılın gençlerinde beni inanılmaz heyecanlandıran çok özel bir pırıltı sezmem. Derslerde sordukları sorular, birçok kaynağın artık açık erişimde olması nedeniyle kendi kendilerini her şeye rağmen insanüstü bir azimle donatmaları, o sıradan, vasat müfredatlarda genelde sorulmayan, sordurtulmayan soruları sorabilme cesaretleri ve arzuları bana bir yandan da muazzam bir umut veriyor, eğer ki bu ülkeyi ne yapıp edip insanına ve hele ki gençlerine değer veren, onların dertlerini dinleyecek kadar tevazu sahibi insanların yönettiği bir ülkeyi inşa edebilirsek. Kışkırtılan kutuplaştırmalara inat farklılıklara açık, duyarlı, saygılı ve birbirinden öğrenmeyi bilen bir nesil var karşımızda. Eskiden belki de bir tek Boğaziçi Üniversitesi'nde başörtülü bir öğrenciyle mini etekli bir genç yan yana, kol kola gezerdi, ama artık Türkiye'nin bu iktidarın yerel seçimlerde adeta gömüldüğü tüm mahallelerinde buna tanık olabiliyoruz. Yirmi iki yıllık gözlemime göre bu nesil önceki nesillerden daha meraklı, yazı yazmayı, okumayı, yaratıcı şeyler yapmayı daha seven bir nesil. Çok farklı arka planlardan gelen gençlerle yoğun teması olan Ali Nesin'in de sanki benzer tespitleri var (Türkiye'nin Geleceğinden Umut Var Mı? | Eğitim Sistemi Yanlış mı?).
Ve gelelim beni bu yazıyı yazmaya iten, 4 Temmuz 2024 mezuniyetinde bahsetmek isteyip bahsetmeyi unuttuğum, bu üç buçuk yıllık çetin mücadelemizde sanki pek dile getirmediğimiz "sessiz kahramanlar"… Onlar kim, biliyor musunuz? Onlar kurum kırımcıların suçuna ortak olmayı reddedenlerdir. Mesela seçilmiş dekanlarımız mesnetsiz gerekçelerle görevlerinden alındığında (ki o davaları da kazanacağımızdan eminiz) kendilerine dışarıdan teklif edilen Boğaziçi'ndeki bu "ağız sulandırıcı" postları, şu an o postlarda oturanların aksine, kabul etmeme vakarını ve ilkeliliğini gösterebilen diğer üniversitelerdeki meslektaşlarımızdır. Onlar, bir bölüme tepeden inme atanma teklifi edilmiş ama bunu ahlaken kabul edilmez bulan ve bu yakışıksız teklifleri reddedenlerdir. Böyle kişilerin olduğunu biliyoruz ama isimlerini bilmiyoruz. İşte bu kişiler kanımca bu dönemin sessiz kahramanlarıdır. Haklı mücadelelerin ön saflarında mücadele edenleri genelde biliriz ama o mücadelelerin sessiz kahramanlarını genelde bilemeyiz.[16] Artık bu insanları da uğraşıp bulmamız ve onurlandırmamız gerek çünkü kurum kırımına ortak olmamayı seçtiler, bağımsız akıl ve vicdanlarıyla. İyi ki varlar ve umarız kalabalıklaşırlar. İşte o zaman bu ülkenin gençleri de kaçmayacaktır…
[1] https://pirha.org/istanbul-avrupa-yakasinin-ilk-dergahi-nafi-babayi-alevilerin-ziyareti-engelleniyor-video-354991.html/27/12/2022/
[2] Fahri Maden (2023). Şehitlik Dergâhı'nda Yenilikçi, Modern ve Bilge Bir Bektaşi Babası Nafi Baba
(1835-1912), Edeb Erkan, 3, 1-70. https://edeberkan.com/dergi/article/view/44
[3] Ahmet Emre Polat (2015). 1862 Rumelihisan Bölge Haritası lşığında Şehitlik Dergahı ve Şehitlik Kabristanı, Arkeoloji ve Sanat, 150, 111-118. http://ktp.isam.org.tr/detayilhmklzt.php?navdil=eng&midno=160627500&Dergivalkod=2283
[4] Edhem Eldem ve Günay Kut (2011). Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı Mezar Taşları. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
[5] https://busomarastirmagrubu.bogazici.edu.tr/
[6] https://bogaziciayvalikokulu.com/
[7] Halka Açık Dersler-13: Begüm Özkaynak ile "Ekolojik Ekonomi, Politik Ekoloji ve Direniş"
[8] https://hist.bogazici.edu.tr/tr/event-types/hrant-dink-memorial-lecture-human-rights-and-freedom-speech
[9] Anlaşılıyor ki Abdülhamid fetih kutlamasını yasaklamış (ve İttihat ve Terakki partisi geri getirmiş!), fethin 500. yılına denk gelen Adnan Menderes hükümeti de bu kutlamalara karşı mesafeli olmuş (https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/3088053-istanbulun-fethini-kutlamak-abdulhamid-zamaninda-yasakti-bu-isten-menderes-hukumeti-de-uzak-durmustu).
[10] https://www.youtube.com/watch?v=8EOmrc5pr-Y
[11] Yoğun laboratuvarlı psikoloji bölümlerinin neden işletme veya hukuk bölümlerine benzer yüksek sayıda öğrenci alamayacağını kavramasını beklemediğimiz Ankara'nın sürekli kontenjanları yükseltmesi sonucunda artık ancak 500 küsür koltuklu Albert Long Hall'a sığılıyordu.
[12] https://yetkinreport.com/2021/12/07/gencler-neden-yurtdisina-gitmek-istiyor/
[13] https://gencissizler.org/
[14] https://bianet.org/haber/turkiye-de-genclerin-yuzde-73-u-yurtdisinda-yasamak-istiyor-257778
[15] https://t24.com.tr/haber/erdogan-giderlerse-gitsinler-demisti-15-bin-doktor-yurt-disina-gitti,1170098
[16] Durs Grünbein'ın "For the Dying Calves: Beyond Literature" adlı 2019 Oxford Üniversitesi konuşmalarında tam da böyle insanları anlatır, o büyük kahramanları değil, ama kendi mütevazı yöntemleriyle Nazi rejimine direnmiş o sessiz kahramanları…