8 Şubat’taki yazım ülke siyasetinde yeni bir eğilim olarak büyük sağ koalisyona ya da sağ konsolidasyona gidiş olduğu gözlemim üzerineydi. 15 Şubat’taki yazımda ise toplumda, bireylerde var olan sağ-sol algıları ve milliyetçilik tanımları üzerinden, böyle bir büyük sağ koalisyonun mümkün olup olmadığını ele aldım.
Bu hafta toplumdaki devlet, güvenlik, Türk kimliği tanımları üzerinden bu seriye devam edeceğim. Serinin gelecek haftaki bölümünde yine siyasi aktörlere dönerek söylem, hedef birliği ve siyaset tarzı üzerinden konuya devam edeceğim.
Mesele Erdoğan değil, kimlikler ve hayat tarzı
Türkiye siyasi aktörleri meseleye sağ-sol ekseninden ve daha çok sol fikriyata, evrenselliğe karşıtlık üzerinden bakıyor olsa da toplum açısından konu sağ-sol meselesi değil. Güncel ve yüzeyde olan siyasi pozisyonlanma Erdoğan yandaşlığı-karşıtlığı ekseni üzerinden şekilleniyor ama asıl mesele kimlikler ve hayat tarzları. O nedenle de daha derin ve daha karmaşık.
Öncelikle meselenin tarihsel kökleri, nedenleri, yaşanmışlıklarından kaynaklanan bir yanı var. Cumhuriyet yenilmiş, dağılmış bir imparatorluğun külleri üzerinden kuruldu. 19’uncu yüzyıldan itibaren başlayan milliyetçi dalgalar, hareketler ve başkaldırılarla imparatorluk parçalandı, küçüldü. Kırım Savaşı’ndan itibaren peş peşe yenilgilerle Anadolu’nun işgaline kadar gelindi.
Her kaybedilen savaş ve toprak sonrası o coğrafyalardaki Türkler ve Müslümanlar Anadolu’ya doğru geriye göç ettiler. Kendilerine yurt kabul ettikleri coğrafyayı terk ederek, evlerini arazilerini bırakarak ve kimi zaman da milliyetçi hareketlerin kıyımları nedeniyle canlarını bırakarak geldiler.
Kırım’ın Rusya’nın eline geçmesiyle Müslümanlar ve Kırım Tatarları, ardından Çerkes bölgelerinin kaybedilmesiyle Çerkesler, 93 harbi sonrasında Gürcüler ve Azeriler Anadolu’ya geldi.
Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kontrolüne geçmesiyle Bosnalılar, Balkanların kaybından sonra Arnavutlar şeklinde devam eden göçler 1918’e kadar dört büyük göç dalgasıyla devam etti.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber göçler yoğunlaşarak ve çeşitlenerek yakın zamana kadar sürdü. Lozan Anlaşması’nın mübadele maddelerine dayalı olarak 1922-38 arası Balkanlardan 400 bine yakın kişi Türkiye’ye göçtü.
Makedonya’dan ilk göç hareketi 1924’te, ikinci dalgası 1936’da, üçüncü dalga Türkiye-Yugoslavya arasında anlaşmayla 1953’te gerçekleşti. Yugoslavya’dan 300 bini aşkın kişi geldi.
Bulgaristan’dan 1951’e kadar iki devletin antlaşmasıyla üç dalga halinde 380 bin kişi, 1968-1979 arasında Türkiye-Bulgaristan arasındaki yeni göç anlaşması ile 120 bin kişi, yakın zamanda Özal döneminde Bulgaristan devletinin Müslüman Türk vatandaşlarına yaptığı etnik baskıdan dolayı 300 bin kişi gelmiş Anadolu’ya.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Kafkaslar ve Orta Asya’dan Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen gibi Müslüman kökenli insanlardan, 1950’de Çin işgaline uğrayan Doğu Türkistan’dan, Sovyet Rusya tarafından işgali sonrasında Afganistan’ın Türk kökenli topluluklarından Anadolu’ya gelişler devam etti.
Osmanlı’nın kaybettiği topraklardan gelen Türk kökenli ve Müslüman nüfus Anadolu’ya yerleşirken Cumhuriyet devrinde de devam eden devlet politikalarıyla Osmanlı tebaasına mensup gayrimüslimler de zorla başka ülkelere göç ettirildi.
Yakın zamanda 1979 İran Devrimi’nden sonra 1 milyon kişi, 1991’deki Körfez Savaşı’ndan sonra 500 bin kişi, Suriye İç Savaşı’ndan sonra da 4 milyon kişi Türkiye’ye göç etti.
Bakıldığında Cumhuriyet’in ilk 50-60 yılında kabaca 5-6 milyon Türk kökenli ve Müslüman Anadolu’ya geldi, yeni Cumhuriyet’in yurttaşları oldu ki 1950’deki Türkiye nüfusu gelenlerle beraber 20 milyondu.
Cumhuriyet tarihinin ilk yarısı yurdunu, evini, toprağını kaybeden insanlarla kocaman bir imparatorluğu kaybedip, Anadolu’nun işgaline tanıklık etmiş insanların yeni bir toplum olma çabalarının, yeni bir ülke ve devlet inşasının da hikayesi diyebiliriz.
Yeniyi kurma heyecanının yanı sıra yasını tutamamanın, acısını içine gömüp yeninin heyecanına sarılmanın, ortak bir ülkü için bir araya gelebilmenin arayışı iç içe yaşanmış.
Devlet geleneği ve algısı güçlü
Tüm kayıplara karşın altına sığınılacak yeni çatı, sahiplenilecek yeni yapı devlet olmuş. Tarih boyunca hareket etmiş Türklerin devlet geleneği ve devlet algısı son derece güçlü. Bu devlet algısının hatta Türk kimliğinin en önemli unsurlarından birisi devletin bekası, bir daha devletini kaybetme korkusu ya da kaybetmeme arzusu.
Aslında Osmanlı devleti “Türk” sıfatının aşağılandığı bir hanedan devletiydi. Ülkede yurttaşlık değil, kulluk esastı. Cumhuriyetle beraber Anadolu’dakiler ile Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelenler sahiplenecekleri, kendilerini ait ve yurttaş hissedecekleri yeni bir ülke kurmaya çabaladılar. Türk kimliği tüm bu süreçlerle şekillendi.
Son iki yüzyılda yaşananlardan sonra Türk kimliğinin ana unsurlarından birisi de güvenlik ihtiyacı ve arayışı.
Prof. Dr. Taner Timur’a göre, Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ sözü aslında Türk olmayı bir övünme vesilesi yapma iddiasıyla değil yurttaşlarda hala mevcut olan güvensizlik duygusunu yok etme hedefiyle söylenmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar ulus devletin inşa süreci hemen her ülkedeki benzer süreçlerle yaşandı. Anlatılar, ritüeller, söylemlerle ulus devlet algısı güçlendirildi. Yurttaşlara “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” mottosu ezberletildi.
“Allah devlete zeval vermesin”, “Vatan sağ olsun” gibi deyişler her bir yurttaşın zihnine, gönlüne, diline yerleşti.
Devletin varlığının Türk varlığını sürdürmek için olmazsa olmaz koşul olduğunu hatta bu uğurda ölmeyi ve leş yiyici mahlukata yem olmayı devletsiz kalmaya yeğleyen anlayışın ifadesi olarak “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” dedi yurttaşlar.
Hala da bu algı ve kavrayış oldukça kuvvetli biçimde sürüyor toplumda. Bugün bir Türk kimliğinden söz ettiğimizde devlet algısını ve güvenlik arayışı-ihtiyacını anlamak gerekiyor. Öte yandan 100 yıllık hikayede yaşananlar, deneyimlenenler var. Yası tutulamamış kayıplar toplumsal travmalara dönmüş olsa da devlet denilen aygıtın ulus devleti güçlendirmek, makbul vatandaşı çoğaltmak için tutulan yollar ve bu süreçlerin ürettiği yeni travmalar, yeni mağduriyetler de var.
Cumhuriyet devrimleri ve laikliğe itiraz
Kurtuluş Savaşı’nı yöneten kadrolar arasında saltanatın yeniden ihyası ile Cumhuriyet’in inşası arasında hedef ve fikir farklılığı da vardı. Bu ikilik Atatürk ve arkadaşlarının Cumhuriyet tercihinin üzerinden yürüdü ve yeni ulus devlet kuruldu. Ama saltanatın ihyasını savunan damar hem siyasette hem toplumda varlığını korudu. Toplumda ise bu ikilikten yola çıkmaktan daha çok Türklük kadar Müslümanlık da en önemli aidiyet unsuruydu. Giderek süreç içinde mesele saltanatın ihyasından Müslüman kimliğini de koruma arzusuyla Cumhuriyet devrimlerine ve laikliğe itiraza evrildi. Ulus devletin uyguladığı laiklik politikalarıyla inancın gündelik hayattaki yeri, ritüelleri, varlığı gibi bir dizi gerilim alanından beslenerek ve zamanla da tonu, dozu, rengi değişerek bu iki damar hep var oldu.
Sert bir laiklik uygulaması başlayınca yurttaşların inanç özgürlüğü olsa da dine ve dini referanslarla yaşayışa dair bilgilenmesi, eğitimi sözlü kültüre ve o günün Anadolu’daki hocaların sözlü anlatımlarına kaldı. Cumhuriyet devrimleriyle kapatılmış olsalar da tekkeler, medreseler, tarikatlar gündelik hayatta bir biçimde varlığını sürdürdü. O sözlü anlatı giderek devletin anlatılarına alternatif sözlü tarih bilgisine ve sözlü siyasi bilgiye dönüştü. O sözlü bilgilerin bir kısmı da bugün sıkça karşımıza çıktığı gibi zaman içinde evrildi, çoğaldı, giderek yanlış, manipülatif, gerçek dışı hale geldi.
Sonunda geldiğimiz yer farklı tarih anlatılarına sahip, kendi tarihini farklı zaman aralıkları üzerinden var ya da yok kabul eden, kimi zaman yasını tutamadığı kayıpların intikam duygularıyla yüklü, kimi zaman tüm dünyanın kendine düşman olduğu paranoyalara teslim olmuş farklı zihniyetler, farklı siyasi anlayışlar, farklı gelecek hayalleri. Bireysel düzeyde ise Türk kimliğiyle Müslüman kimliğin kimi zaman bir araya gelişi kimi zaman çatışması süreçleri.
Siyasi hayat kimi zaman Cumhuriyet-saltanat, kimi zaman laiklik-anti laiklik, kalkınma-modernleşme, ilerici-gerici, sağ-sol, muhafazakâr-seküler ikilemleri üzerinden şekillenir oldu. Üç Türkiye’nin bir kanadı ya da üç köşeli siyasi kutuplaşmanın bir köşesi olarak Kürtler ve kimlik talepleri meselesi ise tüm bu hikâyenin ayrıca ve uzunca analiz edilmesi gereken yanı kuşkusuz.
Bugün ise karşımızdaki mesele sağ-sol gerilimi değil hayat tarzları ve etnik ya da dini aidiyetler, kimlikler meselesi.
Hayat tarzları yalnızca gelir ya da eğitim üzerinden şekillenmiyor. Öncelikli mesele elbette hayatını sürdürmek ya da hanenin dirliği düzenliği. Yani geçim, hanenin sağlık-eğitim-güvenlik (asayiş, konut) meselesi. Ama hayatı anlamlandırdığımız yer kimliklerimiz, inançlarımız, değerlerimiz, ideolojimiz ve eğitim seviyemiz. Geleceğe yöneldiğimiz yer de algılarımız ve beklentilerimiz. Hayat tarzımız tüm bunların bileşkesinden, kendimize ve hayatımıza dair “iyi, güzel, doğru” tercihlerimize referans olan kimliklerimizden, aileden öğrendiklerimizden ve deneyimlerimizden, ilişki içinde olduğumuz çevreden şekilleniyor.
Algılar ve beklentiler karamsarlığa döndüğünde, kaygı ve korku baskın olmaya başladığında hâkim olduğumuz alana, etnik ve inanç aidiyetlerimize sığınıyoruz. Her birey ve genel olarak toplum tüm bu farklı unsurlar, katmanlar, yaşanmışlıklardan sonra bir savunma stratejisi kuruyor.
Savunma stratejisinin ilk hamlesi bireysel hayatlarla ortak hayatı ayırmak oluyor. Bir bakıma bencilleşiliyor, hayatta kalabilmek için kısa vadeli de olsa ahlaki ya da gayriahlaki, yasal ya da gayriyasal, helal ya da haram da olsa öncelik bireysel hayatların oluyor. O kutsal devlet bireysel hayatta “devletin malı deniz yemeyen domuz” şiarının öznesi oluyor. İşini iyi yapmamak, rüşvet alıp vermek, sınav sorularını çalmak, partizanlıkla kamuda işe girmek, devlet arazisini işgal etmek normalleşiyor. Felaket karşısında “Nerede bu devlet” ortak slogan oluyor.
Öte yandan ortak hayatta çok güçlü bir devlet olsun ve diğerlerinin, ötekilerin bunları yapmasını engellesin arzulanıyor. O zamanlarda devletin kayıt dışı politikalara hatta şiddete yönelmesi normal görülüyor. 6-7 Eylül’ler, Madımak’lar, Hrant Dink suikastları görmezden geliniyor.
Dönüşümlere karşı direnç oluşuyor
Güçlü devlet karamsarlığı, kaygıyı ve korkuyu besleyen ortamı denetlesin, farklılıklar ortalığa çıkmasın isteniyor. Belirsizlik ve karmaşıklık esaslı bir hayat insanları korkutuyor. Bir bakıma hayatın ritmi içindeki doğal değişim ve dönüşümlere karşı bile bir direnç oluşuyor. Bireysel hayatlar için aile, ortak hayat için devlet yeniden farklı argümanlarla, duygularla hayatın merkezi oluyor.
İki genç akademisyen Sinan Alper ve Onurcan Yılmaz’ın yazdığı “Sağcılığın ve Solculuğun Psikolojisi” kitabında bu konuda çok etkileyici bir açıklama var. Bir teoriye göre ideolojik eğilimlerin kökeninde farklı motivasyonel farklılıklar, ihtiyaçlar, duygular var. Bu duygusal farklılıklardan bakıldığında sağcıların psikolojik özelliklerinin tehlikeli ve öngörülemez bir dünyada, solcularınkinin ise daha güvenli, öngörülebilir ve farklılıkların korkutucu olmadığı bir dünyada yaşamaya daha uygun olduğunu düşündürüyor. Yazarların altını çizdiği gibi bu açıklama hangisinin iyi-kötü, doğru-yanlış olduğunu iddia etmiyor. Olan biteni ve çevremizi algılayış, hayatı anlamlandırışımızdaki psikolojik dürtülerin siyasi tercihlerin, siyasi kimliklerin şekillenişindeki rolüne dikkat çekiyor.
Bugünkü ortam gerek bölgesel gerek küresel dinamikler geleceği belirsizleştiriyor. Belirsizlik esaslı bir gelecek de çoğunluğu korkutuyor. Toplumdaki baskın duygu umut değil, kaygı ve korku oluyor. Kaygı ve korkuların artışı da bireyleri kimliklere ve güvenlik ihtiyacına sıkıştırıyor.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.