Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 100. yılında, ‘tarihsel’ sonuçlar doğurabilecek bir seçime hazırlanıyor. 2020’de ABD’de Donald Trump ve Joe Biden başkanlık için yarışırken, ABD basınında oylamaya “Amerika’nın ruhu için yapılan seçim” diye başlıklar da atılmıştı. Türkiye’nin de, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yıldönümüne rastlayan 2023 seçimlerinde ‘ruhu’ için sandığa gideceğini düşünen çok sayıda yorumcu var. Prof. Dr. Sencer Ayata ile yaptığımız “Türkiye ve Dünya, Toplum ve İnsan” söyleşi serimiz boyunca Türkiye’nin yaşadığı bu tarihi süreci birçok farklı başlıkla ele aldık. Okumakta olduğunuz sekizinci söyleşimiz ise, AKP’nin 2002’nin sonunda iktidar koltuğuna otururken varlığının merkezinde konumlandırdığı “maneviyat” söylemine odaklanıyor.
Harvard ve Oxford üniversitelerinde misafir akademisyen olarak bulunan, geçtiğimiz dönemde parlamentoya giren ve CHP yönetiminde görev üstlenen Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Ayata’ya göre, partililerin maneviyatı bir “zırh” gibi kuşandığı 20 yıllık AKP iktidarının sonunda elde kalan şey Türkiye’de yaşanmakta olan bir “manevi çöküntü…”
Sencer Ayata, "maneviyatı dilinden düşürmeyen" bazı siyasetçilerin, "değil dünya nimetlerine sırt çevirme, denge dahi kurma çabasında görünmediğini" söyledi. Dilden maneviyat düşmese de güç ve maddi kazanç hırsının bu kişilerde her şeyin önüne geçtiğini ifade eden Ayata, AKP içinde de bazı isimlerin bu konudan duydukları rahatsızlığı açıkça dile getirdiğini ifade etti.
Prof. Dr. Sencer Ayata
Prof. Ayata, “AKP’nin maneviyatı güçlendirip güçlendirmediği konusunda farklı hatta zıt görüşler var” diyen Ayata, “Bazı yazarlara göre AKP iktidarı güçlü manevi dokuyu ayakta tutuyor, ancak yine dini muhafazakârlar arasında birçok yazar AKP iktidarında manevi dokunun büsbütün bozulduğunu söylüyor; güç, rant, para, açgözlülük, gösterişçi tüketim, yolsuzluğun toplumun her alanına, hatta iktidar partisi çevresine de damgasını vurduğunu ifade ediyorlar” değerlendirmesini yaptı. Ayata muhafazakâr çevrelerde “manevi yozlaşmanın” kaynağı olarak hep Batı’ya işaret edildiğini belirtirken, bu söylemin Tanzimat Dönemi’ne kadar uzanan kökenini de irdeledi.
“Millî Görüş hareketinden bu yana AKP ve diğer dini muhafazakâr partiler ahlaki üstünlük iddiasında bulunuyor” diyen Ayata, “bu iddianın sırtını, dindar olmanın kendiliğinden ahlak sahibi olmak anlamına geldiği varsayımına dayadığını” ifade etti. Ayata, “Dahası dini ve ahlaki üstünlüğü kendilerine mahsus bir özellik olarak görenler kendilerinde her istediklerini serbestçe yapma icazeti buluyor. Dini siyasete alet etme, kişisel kazanç aracı haline getirme…” diye konuştu. İktidarın kendinde, insanları kendi ahlaki standartlarına göre yargılama hakkı gördüğünü ifade eden Ayata, “Beğenmedikleri ne varsa yozlaşmış, dejenere, ahlaksız oluyor. Üzerlerinde bir ahlaki zırh olduğunu, onun kendilerini koruduğu düşünüyorlar. Usulsüzlükler, hukuksuzluklar ve yolsuzluklar konusunda hesap sorulamıyor” görüşünü dile getirdi.
Ayata’ya göre, “siyasi iktidarın ahlaki üstünlük ve manevi kalkınma adı altında oluşturduğu dokunulmazlık zırhını sorgulamak Türkiye’de siyasetin önemli sorunlarından birisi haline gelmiş” durumda.
Ülkenin içinden geçtiği sürecin sonunda elde kalanın, “birbirine güvenmeyen ve mutsuz bir Türkiye olduğu” değerlendirmesini yapan Prof. Dr. Sencer Ayata, gelecek kaygısından siyasi strese uzanan geniş alanda ortaya çıkan tabloya ilişkin olarak T24’ün sorularını yanıtladı.
Sencer Ayata, sorularımıza şu yanıtları verdi…
- Altılı Masa’nın son toplantısında AKP iktidarının ve başkanlık sisteminin Türkiye’yi getirdiği nokta “sosyolojik ve psikolojik çöküntü” olarak değerlendirildi. Oysa AKP ve genel olarak muhafazakâr söylem, başından beri “maneviyatı güçlendirme bir manevi kalkınma hamlesi” gerçekleştirme iddiasına sahip oldu. Bir çöküntü gerçekten söz konusu mu, nasıl bir çöküntü sorularına geçmeden önce bu “manevi kalkınma” konusu üzerinde duralım.
Evet, çok doğru. Manevi kalkınma, Millî Görüş’ten bu yana İslamcı hareketin ve dini muhafazakârlığın siyasi söyleminin merkezinde yer alan bir temel fikir, bir tez, bir hedef. Maneviyat vurgusu İslamcılığın, dini muhafazakârlığın özünü, diğerlerinden farkını, üstünlüğünü savunmak amacıyla kullanılıyor. Aksi ise çeşitli maddiyatçı özelliklerle özdeşleştirilen maddecilik. Örneğin liberalizm, sosyalizm, hepsi maddeci ideolojiler olarak nitelendiriliyor.
Necmettin Erbakan ve Tayyip Erdoğan
- Maneviyat çok genel bir kavram. Ne anlamalıyız maneviyat deyince?
Tam da bu nedenle farklı kişiler, farklı toplum kesimleri farklı şeyler anlıyor. Günlük yaşamda maneviyat denince daha çok cesaret, sağlamlık, direnme gücünü ifade ediyor. “Maneviyatını sağlam tut” diyoruz. İslami düşünce ve felsefede de çok önemli yeri olan bir kavram. Anlamı ve önemi konusunda yazılmış çok sayıda çalışmaya rastlamak mümkün.
En genel anlamda maneviyat, kişinin iç dünyasıyla, özel mahrem alanıyla ilgili olan şeyler. Yani dışsal, ortada olan, açıkta olan, görünen değil. İçsel, soyut, görünmeyen... Dini düşüncede ruhani alan, manalar dünyası. Böyle olduğu için maneviyata yücelik, üstünlük atfediliyor. Maneviyatçı duruş üstün değerlerle, ahlakla, ideallerle, yaşamla bir tutuluyor.
- Peki, maneviyata önem verme nasıl bir düşünce ve yaşam tarzı gerektiriyor?
İdeal anlamda kasıt bireyci, egoist olmayan kişi. Çünkü bireycilik kendi çıkarını düşünmekle, bu dünyanın nimetleri için yaşamakla, başkalarını düşünmemekle bir tutuluyor. Bir bakıma, bencillik, egoistlik, açgözlülük. Bizde tasavvuf geleneğinde, Budizm’de, Hristiyanlığın manastır hayatında da dünya nimetlerinden el çekme anlayışı var. Kişinin benliğini kontrol ederek dünya nimetlerine sırt çevirebilmesi. Tabii böyle görmeyen İslami düşünürler de var. Onlar İslam dininin maddi ve manevi alanlar arasından bir denge önerdiğini söylüyor. Ama maneviyatı dilinden düşürmeyen kimi yazarlar, politikacılar, zenginler; değil dünya nimetlerine sırt çevirme, denge dahi kurma çabasında görünmüyor. Sözde başka olabilir ama davranışta, güç ve maddi kazanç hırsı her şeyin önüne geçiyor. Bu AKP’nin içinde de açıkça seslendiriliyor.
- Yani bu ideal ile bugünün realitesi arasında büyük fark olduğunu söylüyorsunuz…
Evet, çünkü günümüzde maneviyat daha çok dış görüntüye bakarak değerlendiriliyor. Maneviyat ve ahlak, ibadetle, görünür pratiklerle özdeşleştiriliyor. Gelenekçi ya da dini olduğu düşünülen bir yaşam tarzı ile birlikte düşünülüyor. İktidar partisine yakın, destekleyen, oy verenler maneviyatçı addediliyor. Örneğin, kadın-erkek eşitliği anlayışı tam kabul görmüş değil. Bir kesim kadının çalışmasına, kamusal yaşamda fazla aktif olmasına karşı. Öyle düşünmeyenler de, geleneksel cinsiyet rolleri ayrımını özü itibariyle savunmayı sürdürüyor. Yani kadının dünyasının ev olması, ev işlerini yapması ve çocuk büyütmesi gibi. Maneviyat sağlamlığı kadınlar üzerinde kurulan denetimle ölçülüyor. Onlara göre kadın ve erkeğin fıtratı farklı.
AKP’nin maneviyatı güçlendirip güçlendirmediği konusunda, farklı hatta zıt görüşler var. Bazı yazarlara göre AKP iktidarı güçlü manevi dokuyu ayakta tutuyor. Hatta bu konuda önemli kazanımlar sağlamış durumda. Ama yine dini muhafazakârlar arasında birçok yazar, AKP iktidarında manevi dokunun büsbütün bozulduğunu söylüyor. Tersine, AKP iktidarı döneminde, değil manevi kalkınma, tersine bir toplumsal yozlaşma olduğu iddia ediliyor. Güç, rant, para, açgözlülük, gösterişçi tüketim, yolsuzluğun toplumun her alanına, hatta iktidar partisi çevresine de damgasını vurduğu ifade ediliyor. Ama hangi görüş savunulursa savunulsun manevi ve ahlaki değerlere tehdidin kaynağı olarak Batı’ya işaret ediliyor.
Cumhurbaşkanı ve eşi Emine Erdoğan, ibadete açılmasına karar verildikten
sonra değiştirilen Ayasofya tabelasının önünde
- Türkiye’nin maddi-manevi yükseliş, Batı dünyasının ise bir gerileme hatta çöküş içerisinde olduğu yönündeki iddiayla sık sık karşılaşıyoruz. Nedir bu iddianın temelleri?
Bu iddia, içerik kısmen değişse de 19. Yüzyıl’dan bu yana sürdürülüyor. Şöyle özetlemeye çalışalım. Bu düşünceye göre; “Batı uygarlığı, Batı toplumları özünde maddiyatçı. Askeri, ekonomik ve siyasi gücü ve üstünlükleri de aslında yanıltıcı. Çünkü bu toplumlar derin bir manevi bunalım içinde. Nedeni ‘dinde reform’ adı altında dinden uzaklaşmış olmaları. Bu teze göre bu sürecin başlangıcı Rönesans ve Reform hareketleri. İnsan merkezli dünya görüşü, hümanizmanın İsa’nın dini yerine Yunan ve Roma’nın putperestliğini getirmiş olması. Reform, Aydınlanma derken Batı insanı egoist, açgözlü, saldırgan hale gelmiş durumda. Din zayıflayınca topluluk dayanışması çözülüyor. Manevi bağlar zayıflıyor…”
“Kadının özgürlüğü aileyi sarsıyor!” iddiası
Günümüzde düşüncelerini savunmak için şöyle tezler savunuyorlar: “Uyuşturucu kullanımı, fuhuş, eşcinsellik artıyor. Evlilik dışı çocuk sayısının çığ gibi büyüyor... Dinden uzaklaşan insanlar gayesizlik, boşluk ve yalnızlık içinde. Bu çöküşün temelinde aile yapısı ve sosyal dokunun bozulması yatmakta. Aileyi sarsan, dağıtan ve yıkan önemli bir neden kadının özgürlüğü…”
Buna karşılık İslamiyet’in farklı bir özelliğe, güce sahip olduğu vurgulanıyor. “Bireyin egosunu, yani nefsini terbiye edebilme gücüne sahip olması; ailenin ve toplumun dağılmasını önleyebilesi…” Ama İslam toplumları da Batı zihniyetinin, değerlerinin, kurumlarının Müslüman toplumlarına nüfuz etmesi tehlikesi ile karşı karşıya.
- Aslında bu görüşler daha eskiye, Tanzimat’a kadar uzanmıyor mu?
19.Yüzyıl’da bu görüşleri savunanlar Osmanlı’nın gerilemesinin kaynağını eski düzenin bozulmasında aramışlardı. Yani ahlaki ve manevi düzenin ve onu ayakta tutan devlet düzeninin bozulması... Nedeni ise ‘asrileşme’ kılıfı altında Batı kurumlarının topluma dayatılması... Ama o günden bu yana şu görüş de dile getiriliyor.
“Her ne kadar elitler bozulmuş olsa da halk, maruz kaldığı baskılara rağmen manevi sağlamlığını korumuş durumda. Yapılması gereken bu sağlam temel üzerinde yanlış gidişe dur demek, büyük bir manevi kalkınma hamlesi başlatmak… Bunun için dine, geleneklere sımsıkı sarılmak. Bu gerçekleştirilebilirse Batı kültürünün etkisinden kurtulan Türkiye hızla kalkınacak ve geçmişte olduğu gibi büyük bir dünya gücü haline gelecek.”
Birebir böyle söylenmese de bu bakışın izlerini hemen her alanda görebiliyoruz.
“Beğenmedikleri ne varsa ‘ahlaksız’ oluyor”
- AKP iktidarı bu bakış açısından ilerleyerek kendisine bir manevi ve ahlaki üstünlük atfediyor. Bunun ne gibi etkileri olduğunu düşünüyorsunuz?
Millî Görüş hareketinden bu yana AKP ve diğer dini muhafazakâr partiler ahlaki üstünlük iddiasında bulunuyor. Bunun arkasında dinin, dindarlığın ahlaki değerlerin yegâne kaynağı olduğu düşüncesi yatıyor. Bir bakıma dindar olmanın kendiliğinden ahlak sahibi olmak anlamına geldiği varsayımı var. Gelinen noktada dinden ayrı bir ahlak anlayışı üzerine konuşmak, din adına yapılanların ahlaki olup olmadığını tartışmak zor hale geldi. Dahası dini ve ahlaki üstünlüğü kendilerine mahsus bir özellik olarak görenler kendilerinde her istediklerini serbestçe yapma icazeti buluyor. Kendilerinde dini siyasete alet etme, kişisel kazanç aracı haline getirme, başkalarını kendi ahlak standartlarına göre yargılama hakkı görüyorlar. Beğenmedikleri ne varsa yozlaşmış, dejenere, ahlaksız oluyor. Üzerlerinde bir ahlaki zırh olduğunu, onun kendilerini koruduğu düşünüyorlar. Usulsüzlükler, hukuksuzluklar ve yolsuzluklar konusunda hesap sorulamıyor. Siyasi iktidarın “ahlaki üstünlük ve manevi kalkınma” adı altında oluşturduğu dokunulmazlık zırhını sorgulamak Türkiye’de siyasetin önemli sorunlarından birisi haline geldi.
“Her din adamı böyle bakmıyor”
Bu görüşlere muhafazakâr çevrelerden, din adamlarından da itiraz edenler kuşkusuz var. Tüm kusurları başkasına yıkmadan kendimizi de gerçekçi bir biçimde, diyorlar. Din anlayışında hak, adalet, şeffaflık gibi evrensel değerlerin giderek zayıflamasından rahatsızlık duyduklarını açıkça ifade ediyorlar. Özgürlüğün olmadığı yerde vicdani muhasebenin gelişemeyeceğini vurguluyorlar. Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun “İnsanlar davranışlarının hesabını kendi içlerinde verebilmeli” şeklindeki ifadesi özgürlüğün öneminin altını çiziyor.
- Bir yanda manevi kalkınma, diğer yanda psikolojik ve sosyolojik çöküntü. Konuya ilişkin farklı görüşler üzerinde durduk. Şimdi bu görüşleri somut olgulara, gerçekte ne olup bittiğine bakarak değerlendirelim. Bir toplumun manevi bakımdan sağlam olması için hepsinden önce insanların birbirine güvenmesi, yani bir toplumsal dayanışma gerekmez mi? Türkiye’de insanlar birbirine ne kadar güveniyor?
Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iddia ettiği gibi “yüksek güvene” sahip bir toplum mudur? Yanıt çok net. Dünya Değerler Araştırması sonuçları “insanların çoğuna güvenilebilirim” diye düşünenlerin oranının Danimarka’da yüzde 76, Norveç’te yüzde 75 iken Türkiye’de yüzde 12’de kaldığını göstermekte. Türkiye, dünyada güvenin en düşük olduğu ülkelerden biri. Aileye güven yüksek ama vatandaşların kurumlara güveni adeta yıkılmış durumda.
“Düşük güven bencillik ve çatışma,
yüksek güven dayanışma ve huzur yaratıyor”
Güvenmek, başkalarının, sebepsiz yere, bize zarar vermek istemeyeceklerini, hatta bizim iyiliğimizi isteyeceğini düşünmek demek. Tersi ise çevremizdeki insanların bizim kötülüğümüzü isteyeceğini düşünmek. Güvensizlik insanlardan uzak durmaya, yalnızlık duygusuna, içine çekilmeye yol açıyor. Daha olumsuz yönü, herkesten kuşku duyuyor. Sürekli fesat, tuzak, tezgâh, komplo endişesi ile yaşıyor. Dolayısıyla sürekli bir savunma hali içinde oluyor. Çevremdekilerden her an zarar gelebilir hesabıyla hareket ediyor. Herkes kötü ise, kötülük peşindeyse önce kendini korumaya, bencilce davranmaya başlıyor. Günümüzde çoğu kimse apartmanda, iş yerinde, hastanede, adliyede, çarşıda, pazarda yabancılarla karşılaşıyor. Çok sayıda kurumla doğrudan ilişki kuruyor. Ama başkalarına ve kurumlara güven düşük olduğu için günlük yaşama stres, hoşnutsuzluk, mutsuzluk damgasını vuruyor. Siyasette ve toplumda baskı ve şiddet artıyor.
Oysa güven yüksek olunca toplumda duygudaşlık, dayanışma, yardımlaşma ve iş birliği daha fazla gelişiyor. Gerilimler ve çatışmalar azalıyor. Ülkeye istikrar, huzur ve barış hakim oluyor. İnsanlar daha sağlıklı ve daha mutlu bir yaşam sürüyor. Gücün tek elde toplanması, iktidarın kişiselleşmesi ve keyfileşmesi toplum üzerinde baskı yaratıyor. AKP iktidarında Türkiye bir baskı ve korku topumu haline geldi.
Güven konusu, siyasetle, siyasi rejimle, siyasi yönetimle çok yakından ilişkili bir konu. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde siyasi sistem ve toplumsal düzen güven üzerine kuruludur. Otoriter rejimlerde ise devlet yönetiminde, siyasi yaşamda ve toplumda güvensizlik duygusu hakimdir. Rejim otoriterleştikçe insanların birbirine, kurumlara ve sisteme duyduğu güven azalıyor. Çünkü güvenin düşük ya da yüksek olması öncelikle özgürlüklerle ilgili. Bunun kadar önemli olan bir nokta da eşitlikçi ve güçlü sosyal devlete sahip toplumlarda güvenin yüksek olması. Türkiye’de “düşük güvenin” başlıca nedenleri arasında eşitliksizlik, yoksulluk ve sosyal devletin zayıf olması bulunuyor.
- Aynı şekilde önemli bir başka konu da, yine uluslararası araştırmalarda Türkiye’nin dünyanın en mutsuz ülkelerinden birisi olarak görülmesi. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?
Burada çarpıcı olan şu. Türkiye dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı ülkelerden birisi. Buna karşılık insanların en mutlu olduğu ülkeler gelişmiş, demokratik Batı ülkeleri. Batı insanı boşluk içinde, bunalım içinde iddiasını hatırlayalım. Ortaya tuhaf bir durum çıkıyor. Bencil, gayesiz ve bunalımlı insanlar daha mı mutlu oluyor? Ya da manevi değerlere sımsıkı sarılmak insanları mutsuzlaştırıyor mu? Kuşkusuz her iki soru da abes. Türkiye’de mutsuzluğun neden bu ölçüde yaygın olduğu bazı somut verilere bakarak anlaşılabilir.
“Gelecek beklentisi kötümser”
Mutluluğun önemli bir ölçütü insanların geleceğe ilişkin beklentileri. Kendisinin, yaşadığı ülkenin geleceğine karamsar bakan bir kişinin kendini mutlu hissetmesi zor. AKP iktidarı döneminde gelecekte durumunun daha iyi olacağını düşünenler giderek azalıyor. “Daha kötü olacak” diyenler özellikle son beş altı yılda en üst düzeye ulaşmış durumda. Türkiye’de ancak her dört kişiden biri geleceğe iyimser bakabiliyor. İyimser bakanlar son seçimlerde AKP’nin elde ettiği oy oranının dahi oldukça altında kalıyor.
“Alın terinin karşılığı yok”
Modern bir toplumda mutluluk insanın çalışma hayatı ile de yakından ilgili. Araştırmalar çalışmanın, hak edileni almanın, başarılı olmanın insana mutluluk getirdiğini gösteriyor. Oysa Türkiye’de çalışanın hak ettiğini aldığına, çalışmanın başarı getirdiğine inananların sayısı giderek azalıyor. Demek ki bunun tersi söz konusu. Birileri hak etmeden kazanıyor. Ne kadar çaba gösterirsen göster, boş. Alın teri döken değil işini bilen, adamını bulan kazanıyor. Böyle düşünülüyor. Emeğinin karşılığını alamadığını, hak etmeyenin kazandığını düşünenler haliyle mutsuz oluyor. Bu insanlar çoğunlukta. Çarpıcı olan, böyle düşünenlerin özellikle son 20 yılda yani AKP iktidarı döneminde sürekli artıyor olması.
“Politika mutsuzluğun kaynağı haline geliyor”
Türkiye’de siyasetin hayatı doğrudan etkilediğini düşünenlerin oranı çok yüksek. AKP iktidarı döneminde böyle düşünenler iki katına çıkmış. Oysa gelişmiş demokrasilerde durum tersine. İnsanlar hayatlarının politikaya kuvvetle bağlı olduğunu düşünmüyor. Kısmen de bu nedenle siyasete ilgi azalıyor. İlk planda bu fark Türkiye açısından olumlu gibi görülebilir ama pek de öyle değil. Türkiye’de politika ve kimin iktidarda kimin muhalefette olduğu, insanın geçimini ve güvenliğini etkiliyor. İktidara yakın olan kişi çocuğuna daha çabuk iş buluyor. İşinde daha çok yarar sağlıyor. Aksi halde dışlanıyor, iktidarın dağıttığı kaynaklardan yeterince pay alamıyor. Siyaset ayrışmaya, dışlanmaya, haksızlığa uğramaya, geçimsizliğe, çatışmaya sebep olabiliyor. Son yıllarda bu durumda olduğunu düşünenler AKP seçmenleri arasında da çoğaldı. Sonuçta insanların huzuru, mutluluğu, morali üzerinde doğrudan rol oynuyor. Politika mutluluğun değil mutsuzluğun kaynağı haline geliyor. Yani toplumda politikanın etkilerinin artmasıyla mutsuzluk yaygınlaşıyor.
Çizgi: Tan Oral
“Türkiye neşesini kaybetmiş, en az gülen ülke”
Mutluluk ölçümlerinde yaşam standardı, kişisel özgürlük, sosyal ilişkilere bakarak değerlendiriliyor. Bu amaçla kişinin dinlenme imkânına sahip olup olmadığı, başkalarıyla ilişkilerde saygısızlığa uğrayıp uğramadığı, sürekli yeni şeyler öğrenip öğrenmediği, özgürlüklerinin kısıtlanıp kısıtlanmadığı, endişeye, üzüntüye, strese, öfkeye yol açan durumlarla sıklıkla karşılaşıp karşılaşmadığı gibi deneyimler göz önünde bulunduruluyor. Bu konularda 116 ülkede yapılan araştırma sonuçlarına göre, Türkiye ve Lübnan insanların olumlu deneyimlerinin en az olduğu iki ülke. Araştırmadan çıkan çarpıcı bir sonuç; özellikle son beş altı yılda Türkiye’nin neşesini kaybetmiş, en az gülen ülke haline gelmiş olması. İran, Ürdün, Benin, Tunus, Bangladeş, Pakistan, Nepal’den düşük.
Gallup araştırmalarında mutluluğu olumsuz yönde etkileyen faktörler arasında siyasi çalkantılar, özgürlüklerin kısıtlanması, eşitsizlik ve yolsuzlukların artmasına yer veriliyor. Bir ülkede yaşayan insanların içinde bulunduğu koşullar o ülkenin dünyanın en mutsuz insanları arasında yer almasına yol açıyorsa o ülkede güçlü bir maneviyatın olduğunu söylemek zor. Ve o ülke 20 yıldır sürekli daha mutsuz hale geliyorsa, o ülkeyi 20 yıldır yöneten iktidarın manevi kalkınma sağladığını iddia etmek daha da zor.
- Mutsuzluk kendi başına bir sorun ama yine son zamanlarda artış gösteren başka psikolojik ve sosyal sorunlarla da bağlantılı değil mi? Örneğin gençler arasında uyuşturucu kullanımı gibi.
Türkiye’de uyuşturucu üretiliyor, taşınıyor, dağıtılıyor. Hem de pazarlara yakın. Bu nedenle en fazla uyuşturucu yakalanan ülkelerden birisi. Sık sık yakalanma haberleri okuyoruz. Türkiye kullanım bakımından henüz en üst sıralarda değil. Ama son 20-30 yılda ve özellikle son 10 yılda uyuşturucu dağıtımında ve kullanımında galopan (hızla ilerleyen) bir artış görülüyor. Doğrudan ve dolaylı madde bağlantılı ölüm oranları sürekli artış göstermekte. Sağlık kurumlarına tedavi amacıyla başvuranların sayıları hızla artıyor. Yüksek dozdan dolayı tedavi görenlerin sayısı son 20 yılda 10 binden 300 bine çıkmış. Üstelik uyuşturucu kullanımı nedeniyle ölümlerin en yüksek olduğu ülkelerden birisi Türkiye.
“En çok zarar görenler yoksullar ve gençler”
Toplum kesimleri açısından bakıldığında uyuşturucu kullanımının en çok gençler ve öğrenciler arasında arttığı görülüyor. Kullanım yaşının 11’e kadar düştüğü belirtiliyor. Kullanım kentlerin yoksul bölgelerinde, sosyo-ekonomik bakımdan dezavantajlı gruplar arasında yoğunlaşıyor. Eğitim ve gelir düzeyi düştükçe ve işsizlik arttıkça uyuşturucu kullanımı da artıyor. Kullananlar suça daha yakın oluyor; özellikle hırsızlık ve yağma. Uyuşturucu ticareti suçları o kadar arttı ki cezaevlerindeki her dört hükümlüden birisi bu suçtan dolayı ceza almış. Ceza alanların sayıları 2002 yılına göre 15 kat artmış.
- Psikolojik çöküntü deyince bireylerin, toplumun ruh sağlığını anlıyoruz. Nitekim depresyon sürekli artan bir sorun. Depresyonun sosyolojik boyutları için neler söyleyeceksiniz?
Sayıları izlemeye çalışıyorum. Gerçekten çok yaygın. Bireylerin yaklaşık yüzde 40’ında anksiyete bozukluğu, üçte birinde depresyon var deniliyor. Yılda kadınların yüzde 13’ü depresyon hastası oluyormuş. Majör depresyon oranı ise yüzde 3 ile yüzde 6 arasında değişiyormuş. Aslında bu sayıları destekleyen bir veri de var. Depresyon ilaçları satışları. 2007’de 17 milyonken 2021 yılında 59 milyona yükselmiş. Kadınlar ve gençler arasında daha yüksek oranda görülüyor. Kadınlar çok daha fazla stres altında yaşıyor, duygularını daha az dışa vurabiliyor. Daha çok cinsel ve fiziki istismara maruz kalıyor.
- Hangi sosyolojik nedenler önemli rol oynuyor? Diğer bir deyişle depresyonu neler tetikliyor; yalnızlık, ümitsizlik, ezilmişlik?..
Nedenleri genetik, fizyolojik, psikolojik olabiliyor. Erken ebeveyn kaybı, boşanma, yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, dışlanma gibi olaylar. Stres yaratan, travma yaratan olaylar. Ailevi sorunlar, aile içi şiddet, yalnızlık, yakınlardan destek görmeme önemli nedenler arasında. Çevreden kötü muamele görme, aşağılanma, ayrımcılığa uğrama, taciz, tecavüz. Altta kalma, geride kalma, ezilme insanda kaybetmişlik, yenilmişlik duygusu yaratıyor. Kişi kendisini sıkışmış, çaresiz, ümitsiz hissediyor. Kötümserleşiyor. İçine kapanıyor. Başarısızlık, yetersizlik duygusu hakim olunca özsaygısını yitiriyor.
“Kadınlar bireysel özgürlük arzusu ile cemaatçi baskı arasında sıkışıyor”
Tıpkı uyuşturucuda olduğu gibi Türkiye’de depresyon dezavantajlı toplum kesimleri arasında daha yaygın. Buralar aynı zamanda gelenekçi değerlerin ve ilişkilerin baskın olduğu toplumsal çevreler. Köy, mahalle, cami cemaati, yatılı okul gibi birey üzerinde sıkı denetim uygulama eğiliminde olan yerler. Oysa dini muhafazakârlara göre buralar maneviyatın güçlü olduğu, sağlam sosyal dokular. Toplumda ve özellikle gençler arasında giderek güçlenen özgürleşme isteğini bastırmaya yatkın toplumsal çevreler. Özellikle de eğitimli gençler özerk olmak, bağımsız olmak istiyorlar. Toplumsal denetimin sıkı olduğu yerlerde, muhafazakâr köy, mahalle çevrelerinde genç kızlar, ailelerine düşkün olsalar da onların çevresinden uzaklaşmak, evlenmek, çekirdek ailenin getirdiği özerkliği yaşamak istiyorlar. Aksi halde yapmak istedikleri ile kendilerinden beklenenler arasında bir uzlaşmazlık, bir sürtüşme, bir gerilim oluşuyor. Baskı stresin, mutsuzluğun, moral çöküntünün önemli bir kaynağı. Bu sorunu en çok kadınlar yaşıyor. Bireysel özgürlük arzusu ile cemaatçi baskı arasında sıkışıyorlar. Evde ve ev dışında kadınların hayatı daha kırılgan. Hem yoksunlukları daha yoğun yaşıyorlar hem kötü muameleye daha fazla maruz kalıyorlar. Dini otoriteler ve geleneksel sosyal bağlar bu sorunlara çözüm gibi gösteriliyor. Ama AKP’nin iddiasının tam tersine geleneksel bağlar, birey üzerinde daha çok baskı yaratıyor ve özellikle kadınların ruh sağlığı üzerinde daha olumsuz rol oynuyor.
- Türkiye’nin önemli toplumsal sorunlarının başında aile içi şiddet geliyor. Gün geçmiyor ki bir kadın bir yakını tarafından öldürülmesin. Oysa daha önce “Muhafazakâr söylemde toplumsal dokunun sağlamlığı ailenin sağlamlığına bağlanıyor” demiştiniz?
Araştırmalar en çok güvenilen kurumun aile olduğunu gösteriyor. Ama toplumsal dokunun temel dayanağı olan ailenin içinde görülen anlaşmazlıklar, gerilimler, çatışmalar artıyor. Ve tabii şiddet. Öncelikle eşler ve de kuşaklar arasında. Bir yanda geçim sıkıntısının yarattığı ekonomi kaynaklı sorunlar var. Çalışan kadınların büyüyen iş yükü uyuşmazlıkların önemli nedenleri arasında yer alıyor. Kadınlar yalnızca çocukların değil yaşlıların, hastaların bakımından da sorumlu tutuluyor. Stresin, mutsuzluğun, depresyonun önemli bir nedeni bu tür günlük yaşam koşulları. Fakat çatışma ve şiddet deyince esas itibarıyla toplumsal cinsiyet ilişkilerine bakmak lazım.
“Saldırılar ve baskı kadınların ruh sağlığını bozuyor”
AKP döneminde kadınlara yönelik şiddet gözle görülür ölçüde arttı. Kadınlar hemen her gün namus, töre ve ayrılma isteği gibi sebeplerle yakınları tarafından darp edilmekte, öldürülmekte. Her iki kadından birisi en az bir kez fiziksel şiddete uğradığını söylüyor. Bu tür şiddete en çok maruz kalanlar eğitim ve gelir düzeyi düşük olan kadınlar. Kadınlara yönelik şiddetin artmasında, erkeğe üstünlük atfeden, kadını erkeğe tabi gösteren, kadınları ev ve aile ile özdeşleştiren ataerkil siyasi ve kültürel değerlerin sürdürülmesi önemli rol oynuyor. Ve bunları sürdürmek için kadın üzerinde yoğun bir kontrol oluşturmak isteniyor. Sorun yine baskı, yine özgürlük kısıtlaması. Sonuç ise çaresizlik, umutsuzluk, stres ve bunalım. İlginç olan bu sorunların en çok yaşandığı yerler yine geleneğin, dolayısıyla manevi dokunun sağlam kaldığı iddia edilen yerler. AKP iktidarı kadınları geleneklere uymalarını sağlamak için denetleyen, bunun için baskı uygulayan gruplara, kurumlara, örgütlenmelerine dolaylı ya da dolaysız destek veriyor.
“İstanbul Sözleşmesi bu sorunun üstesinden gelmeyi hedefliyordu”
AKP iktidarı kendisi tarafından imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nden İslamcı ya da katı muhafazakâr diyebileceğimiz grupların ve örgütlenmelerin etkisi altında çekildi. Oysa sözleşme kadına yönelik şiddeti toplumsal cinsiyet rolleri ile ilişkilendiriyordu. Ve esas önemlisi şiddetin önlenmesi konusunda devlete sorumluluk yüklüyordu. Her ne kadar siyasi iktidarın sözcüleri kadına karşı şiddeti önleme konusunda aynı hassasiyeti göstereceklerini söyleseler de sonuçta Türkiye’yi devlete sorumluluk yükleyen bir uluslararası anlaşmadan çekmiş oldular.
YARIN: İddia edildiği kadar sağlam olmayan sosyal doku; suç ve güvenlik; siyasi iktidar ve hukuk erozyonu; manevi kalkınma mı yoksa psikolojik ve toplumsal çöküntü mü?
Prof Sencer Ayata ile Türkiye ve Dünya, Toplum ve İnsan İttifaklar 2. parça | Prof. Sencer Ayata: Oy kaybı yaşayan MHP reformlar konusunda düşünüldüğünden esnek davranabilir; CHP ve İyi Parti seçmenleri arasında geleceği temsil eden ve hızlı büyüyen nüfus öne çıkıyor |