Beni tanıdığınızı yazmışsınız ama kusura bakmayın sizi hatırlayamadım. Evet 80'li yıllarda Atina'ya çok gidiyordum. Maria Farantouri, Mikis Theodorakis gibi dostlarla, albüm, konser çalışmalarımız epey yoğundu. O sıralarda Türkiye'ye giremiyordum çünkü faşist Kenan Evren darbesi devam ediyordu. Gazeteci Özgen Acar vasıtasıyla da Atina'daki diplomatlarımızdan bazıları ile tanışmıştık. Aralarında Halil İnalcık hocanın kızının ve damadının da bulunduğu ve hâlâ arkadaşlık ettiğim kaliteli, dost insanlardır. Konserlerime gelirlerdi, yemeklere çıkardık ama sizin ima ettiğiniz gibi "Elçiliğe geldi, memlekete bağlılığını bildirdi" gibi gestapo uygulamaları hiç olmadı. Ben memleketime her zaman bağlıyım zaten. Yarım asrı aşkındır bu halkın türkülerini, kitaplarını yazıyorum. Ama elçiliklere gidip faşist rejimlere sığınmam. Bu önemli ayrıntıyı düzeltelim. Hiçbir maaşım olmamasına, ailemle birlikte geçim sıkıntısı çekmeme, yasaklamalara, iftiralara, yargılanmalara, hatta hapse rağmen, bağımsız bir sanatçı olarak askeri rejimlere karşı mücadele ettim. Dürüstlük önemli.
Yazınızdaki sert ve suçlayıcı, öfkeli üsluba da şaşırdım doğrusu. Meslek büyükleriniz size daha soğukkanlı ve nazik bir dil kullanmanız gerektiğini öğretmedi mi? Diplomat bağırıp çağırarak değil, zekâyla konuşur. Ama belli ki Yeni Türkiye üslubu sizi de etkisi altına almış. Ne hazin!
Kitabı eleştirin, yararlanırım ama ekranlarda tartışanların çoğu gibi doğrudan doğruya kişiye saldırma ve onu küçük düşürmeye çalışma yolunu seçmişsiniz. Tam bir şark taktiği. Ayrıca öfkelisiniz, sakin olun, bir kitap üzerine tartışabiliriz tabii ama bu sinirli ton iyi bir şey değil. Yakın arkadaşım olan emekli büyükelçiler birer zarafet timsalidir. Sizden de o üslupta bir eleştiri beklerdim. Ne demiş eskiler: Üslub-u beyan, ayniyle insan.
Yazınız boyunca "jön Türk'' ifadenizi kullanmışsınız. Bu deyim Fransızların genç muhaliflere taktığı isimdir. Kastettiğiniz tarihten çok daha eskidir. Bu Fransız terimi "jeuene turquie de Mahmut" ve "jeuene Turquie d'Abdul Medjid" gibi ifadelerle II. Mahmud devrine kadar gitmektedir. Dolayısıyla jön Türk demek, belirli bir tarih dönemini ve bir hareketi anlatmaz.
Muhalif aydınların kendilerine verdikleri isim "Yeni Osmanlılar'' dır.
Sizin jön Türk diye sevimlileştirmeye çalıştığınız, ilk kongresinde Taşnak Sütyun da yer aldığı ve sizin "Gelen vuruyor giden vuruyor'' diye sinirlendiğinizi belli ettiğiniz kesim ise bu aydınlar değil, kullanmaktan özellikle kaçındığınız "İttihat ve Terakki Cemiyeti'' dir. Halk arasındaki deyimle İttihatçılar'dır.
Sizi anlıyorum tabii. Osmanlı'yı batırdıktan sonra kaçmak zorunda kalan İttihatçıları ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın suçlarını savunmak kolay değil. Bab-ı Ali baskınını yapıp bakan öldüren, köprü üzerinde gazeteci öldürten, muhaliflerin üstüne Yakup Cemil gibi tetikçileri gönderen, Anadolu halkını akılsız seferlerde kırdıran, Osmanlı Meclis-i Mebusan'ındaki ifadeyle "Ermeni ve Arap vatandaşlarımıza karşı insanlık suçu işleyen'' o kadroyu, ne Şinasi, Namık Kemal, Agah Efendi gibi aydınlara ne de o kargaşa döneminde aklı ve sağduyuyu temsil eden Mustafa Kemal'e bağlayabilirsiniz.
Talat ve Cemal Paşalar o kadar değil ama özellikle özellikle Enver Paşa, Mustafa Kemal'e düşmandır. Terfilerini önlemiş, Anafartalar sonrası Harbiye mecmuasında kapak resmi yapılmasına bile karşı çıkmıştır. Enver'le Mustafa Kemal'i nasıl bağdaştırabildiğinizi anlamak güç. Bir Salieri-Mozart ilişkisi gibidir bu iki şahsiyet arasındaki gerilim
Nedense Mustafa Kemal'in İttihat Terakki Kongresinde; "Asker siyasete karışmasın'' tezine, hâlâ o günkü Enver kadar düşmansınız. Mustafa Kemal Paşa hayatı boyunca bu ilkeyi savunmuştur ve çok haklıdır. Atatürk'ü daha iyi okumanızı, fikirlerini daha iyi anlamanızı tavsiye ederim. Askeri bir deha olmanın yanında uluslararası düzeyde bir entelektüeldir. Enver yerine onun fikirleri kabul edilseydi, belki de tarih başka türlü yazılırdı. (Atatürk konusunda yüzlerce yazı ve bir kitap yazdım, bir de geniş kadrolu bir biopic film film yaptım. Yani sözüme inanabilirsiniz.)
Daha genç bir yüzbaşı iken askerin siyasete karışmasına şu mealdeki sözüyle karşı çıkmıştır: "Harp içinde İttihat mensubu bir miralay ve mensup olmayan bir paşa düşünün. Kim kimin emrini dinleyecek? Bu durum büyük bir kargaşa yaratır!''
Ne kadar haklı olduğu daha sonra Balkan Faciası'nda ortaya çıkmadı mı?
Abdülhamit'in hallinden sonraki dönemle ilgili Wikipedia bilgileri sıralamışsınız. Sağ olun ama bunları bilmemek mümkün mü? İnternette tık diye önünüze gelir. Elbette öyle oldu ama daha sonra İttihatçılar'ın uygulamaları ve onlarla İtilafçıların birbirine düşmesi, hatta savaşın kaybedilmesi yoluyla hükümetteki İtilafçıların yıpratılması gibi, şarka ve ülkemize hiç yabancı olmayan bir rekabet hissinin oluşması Balkan Faciası'nda çok büyük rol oynadı.
Abdülhamid'i savunmak gibi bir derdim olmadı hiç. Niye olsun ki? Kalemini ve notasını, laik-demokrat ve çağdaş bir Türkiye idealine adamış bir insanım.
Sadece, kendi açısından düşünme ve savunma yapması yoluyla, dönemin ruhunun daha iyi kavranmasını sağlamaya çalıştım. Bunu da Ali Fethi Okyar'ın ve doktorun anılarına dayandırdım, uydurmadım. Mesela 113 gün, Abdülhamid'in kapatıldığı Alatini köşkündeki birliğin komutanlığını yapan Ali Fethi Bey'in kitabı iyi bir referans olabilir sizin için. Elbette Atatürk'ün en yakın arkadaşının yazdıklarını da Abdülhamid'i savunmak diye anlamazsınız.
Selanik'ten çıkarılmak istendiği zaman "Bana bir tüfek verin!'' sözü tarihi bir gerçekliktir. Kitabın sonuna eklediğim kaynakçadaki kitaplarda belgelerini bulabilirsiniz.
Ben Cumhuriyet'e ulaşan zihniyet dışında o dönemin tartışmalarında taraf değilim. Objektifim. Siz ise Türkiye'ye İttihatçı milliyetçilik gözlüğüyle bakıyorsunuz.
Dediğiniz gibi bu bir askeri tarih kitabı değildir ve hangi bilgilere istinaden yazdığımı beş yıllık araştırmayı bırakın, kitaba eklediğim geniş kaynakçada da bulabilirsiniz.
Yıllar boyunca üç dilden kaynaklar tarayarak oluşturduğum metni, yayımlanmadan önce Stanford Üniversitesi Tarih Profesörü Ali Yaycıoğlu'na, Prof. Taner Timur'a ve Prof. İlber Ortaylı'ya gönderdim. Bu hassas konuda yanlış yapmamak için titizlik gösterdim. Sağ olsunlar, değerli eleştiri ve fikirlerini esirgemediler.
Neyse, kitap artık ana dilindeki okurlara ve sonra diğer kitaplarımda olduğu gibi çeviri yoluyla dünya okurlarına ait. Hükmü zaman ve okurlar verir.
Kimsenin fazla vaktini almak istemiyorum ama II. Abdülhamid'in TRT dizisinde gösterilen sert, elçi tokatlayan, kahraman, evliya bir sultan olmadığını ve bu hükümetin, iddia ettiği gibi onun devamı sayılamayacağını, aralarında büyük bir görüş farkı bulunduğunu ortaya koymam kimi rahatsız etmeli sizce?
Not: Bence bu platformu daha fazla meşgul etmeyelim ama sizinle, istediğiniz zaman tercihinize göre yüz yüze ya da mesaj yoluyla tartışmaya hazırım.