Misafir olduğumuz bu gezegende baskının, hırsın, nefretin ve kibirin köklerinden kopardığı bütün dünya yurttaşlarına saygıyla...
Lila…
Baskıdan usanmış, şiddetten bıkmış, sindirmeden kaçmış bir insan. Tüm bu sebeplerden dolayı köklerinden kopmuş, ülkesinden uzaklarda özgürlüğü arayan bir kadın.
Şimdi başka bir ülkenin toprağında, içinden işkence seslerinin yükseldiği beton bir binanın önünde, yere diz çökmüş, ağlamakta.
"Çocuklarımız, çocuklarımız…"
O anda hiç beklemedikleri bir şey olur. Silahlı, maskeli, muştalı grubun lideri Lila’nın yanına gelir. İngilizce olarak "tamam" der, "kedileri alın!"
Piya, karısı Lila’yı tutup kaldırır. Binanın önünde dizili çantalardan, içinde kedilerin olduğu üçünü gösterir. Tim lideri, çantaları bir kez daha detektörle kontrol ederek onlara verir.
Bahçede, dört-beş kadar panelvan minibüsün yanı sıra, bir de cezaevi aracına benzer bir araç vardır. Büyük, arkasında demir parmaklıklı penceresi olan, siyah renkli bir araç. Hepsinin içi sığınmacılarla doludur.
Piya ile Lila, ellerinde çantalar, içinde çocukları, kendilerini getiren aynı araca binerler.
Dehşetin kokusu
Dehşetin kokusu olur mu?
Olurmuş meğer! Aracın içinde, kan ter içinde kalmış, nefesleri birbirine karışmış, balık istifi halindeki insanların arasında farklı bir koku daha alır Piya. Daha önce hiç duymadığı, hiç rastlamadığı, bambaşka bir kokudur bu; yaşadıkları dehşetin kokusu!
Araçlar birbiri peşi sıra yola koyulurlar. Bir korku yolculuğudur başlar.
"Abi" der Piya, "kim bu adamlar, nereye götürüyorlar bizi, bilmiyoruz. Belki de öldürecekler hepimizi!"
Yaklaşık on dakika kadar düz, asfalt bir yoldan ilerlerler. Geldikleri yoldan dönüyorlar mıdır acaba? Hayır, değil! Bir süre sonra araç, sarsılmaya başlar. Sanki toprak bir yoldur girdikleri. Sonra bir su sesi! Evet evet, su sesi, çamur! Bata çıka, sarsıla sarsıla, çamurlu bir yoldan ilerlemeye devam eder araç. En az yirmi dakika sürer bu. Sonra dururlar…
Art arda dizilmiş araçların farları aydınlatmaktadır karanlığı. Kapılar aynı hiddetle açılır. Tam o sırada, işte o tanıdık ses duyulur! Türkiye sınırından karşıya geçmek için beklerken duydukları, o sirene benzeyen, kulakları tırmalayan ses! Hemen yakınlardan gelmektedir.
Kapılarda aynı maskeli kişiler, aynı nefret, aynı şiddet; havada silahlar, coplar, muştalar ve demir çubuklar savrulmakta; ortalık adeta bir vahşet ormanını andırmaktadır. İnsanlar sağa sola kaçışmakta, çocuklar ağlaşmakta, çığlıklar yükselmekte, siren sesleri feryat, figana karışmaktadır…
Bir tel örgü! Araçların yanı sıra, yüksek, dikenli bir tel örgü gözüne çarpar. O an anlar Piya. Burası sınır olmalı!
"Abi, bizi tekrar sınıra getirmişler. Ölmeden geçebilsek bari karşıya."
Lila’nın elinden tutar. Mişa ve Nini’nin çantası eşinin elindedir. Nohut daha ağır olduğundan onu kendisi taşımaktadır. Ortalık ana baba gününe dönmüştür; siren sesleri insan çığlıklarını bastırır. Dikenli telin altında kocaman bir delik görürler. Eğildiğinde, ancak bir insanın geçebileceği kadar büyüklükte bir delik. Sonradan açıldığı anlaşılan bir geçit bu. Silahlı grup, kalabalığı döve döve bu deliğe doğru sürükler. Vahşetten canını kurtarmak isteyenler, birer ikişer delikten karşı tarafa geçmeye çalışmaktadır. Kalabalık, can haliyle dikenli tellere yüklenir. Piya ile Lila, kedi çantalarına sımsıkı sarılmışlar. Bir yandan darbelerden kurtulmaya çalışmakta, öte yandan bir an önce kendilerini telin altından karşı tarafa atma çabalamaktadırlar.
Bir ara, önlerinde Afgan arkadaşlarını görür Piya. Karşı tarafa geçmektedirler. Lila, dikenler, coplar, demir sopalar arasında bir anda telin altında bulur kendini. Kalabalığın ayakları altında, korkunç bir arbedenin içinde kalır. Başı Yunanistan, elleri ve ayakları Türkiye tarafındadır. Sol dizinden kan fışkırmaya başlar. Piya, elindeki Nohut’u Türkiye tarafına fırlatıp atar, Lila’yı ayakaltından çekerek çıkarır.
Lila...
Sonunda kurtulmuşlardır! Şimdi sınırın ötesindeler. Bir anda görme, duyma, anlama algıları birbirine karışır. Karanlık, araç farları, koşturmaca, feryatlar, siren sesleri; nerededirler, ne tarafa gidiyorlar, niye koşuyorlar anlamaya çalışır. Birilerinin, adını seslendiğini duyar;
"Piyaa! Piyaa! Piyaa!"
Etrafına bakınır, kimseyi göremez, anlam veremez.
"Bir an için öldüğümü, gaipten sesler duyduğumu sandım" diye anlatıyor Piya.
Giderken botla geçtikleri Meriç Nehri’ni dönerken geçmediklerini fark eder. Sonradan, sınırı Karaağaç bölgesinden Türkiye’ye geçtikleri anlaşılacaktır.
Biraz ötede, kader ortakları, Afganlıları görürler. Birlikte, koşar adım uzaklaşmaya başlarlar. Yer ıslaktır. Giderek çamura dönüşür. Bata çıka ilerlerler. Yaklaşık kırk dakika sürer yürüyüşleri. Sonunda bir askeri kontrol noktasına varırlar. Lila kan kaybetmektedir. Askerler yardımseverdir, su getirir, dizini yıkayıp temizlerler. Sonra yolu tarif ederler.
Hava hâlâ karanlıktır. Yirmi dakika kadar sürer yürüyüşleri, bir köye ulaşırlar. Bütün evraklarla birlikte paralarının da olduğu çantalarına el koyulmuştur. Buna rağmen Lila, bir miktar parayı üzerinde saklamayı başarmıştır. Bir taksi tutarak Edirne Otogarı’na giderler.
Dört Afganlıdan biri vedalaşarak ayrılır. Hiçbirinin evrakları yoktur. Otobüs firmaları bilet vermek istemezler. Bir firmadan rica minnet bilet alırlar. Paralarını yine Lila öder.
Esenler Otogarı’na vardıklarında hava aydınlanmıştır. Burada, diğer Afgan arkadaşlarıyla da vedalaşıp ayrılırlar.
Samsuna vardıklarında saat 16.00 sularıdır. Arkadaşından evin anahtarını alırlar. Artık evlerindedirler. Nohut, Mişa ve Nini’yi çantalarından çıkarırlar. İlk işleri onlara yiyecek vermek olur…
Cehennemin öbür adı
Son 24 saatte bir kâbus yaşamıştır Piya ile eşi.
"Cehenneme girdik ve çıktık abi" diye anlatır Piya.
Haberler hızla akmaya devam etmektedir. Yunanistan devletinin, yakaladığı göçmenlerin yalnızca çantalarını değil, üstlerindeki giysileri de alarak, çırılçıplak sınır dışına bıraktığını görürüz.
Keza, bir Yunanistan sahil koruma teknesinin, sığınmacılarla dolu plastik bir göçmen botunu, sürat yaparak batırmaya çalışmasına tanık olur uygar dünya. Adeta balık avlar gibidir teknedekiler; dönüp dönüp sopalarla, zıpkınlarla göçmenleri denize dökmeye çalışmaktadırlar. Gözleri yaşartan, Avrupai bir medeniyet gösterisidir bu…
Sonraki günlerde, Türkiye tarafı da geri kalmaz! Sığınmacıların geri dönüşünü engellemek için sınıra kolluk kuvvetleri, özel harekât birlikleri sevk eder! Bu da yetmez, Zodyak botlarıyla, eğitimli özel kuvvetler, iki ülkeyi ayıran nehirde, adeta göçmen avına çıkarlar...
Bu da, Anadolu medeniyetinin gösterisidir! Bir kez daha yaşarır gözlerimiz…
Meriç Nehri! Cehennemin iki yakası gibidir artık. Her iki tarafta silahlı birlikler, maskeli, üniformalı adamlar; biber gazı, cop, kancalar, zıpkınlar; Zodyak botlar, tekneler, motorize birlikler, helikopterler…
Cehennemin ortasında ise, 21. yüzyıl medeniyetinin safrası; dünyanın lanetlileri; yoksunlar, yoksullar, tüm ötekiler…
Cehennemin seyircileri ise tribündedirler; ellerini ovuşturmakla meşguller; ABD, AB, BM ve diğerleri…
Piya.
Şimdilerde günlerini saymakta.
"Abi ne yapsam, 23 günüm kaldı?"
İran’a iade edilirse, belki de idam edilecek!
Bu yüzden para, pul; hiçbir şey istemiyorlar! Sadece iade edilmeyelim, yeter diyorlar.
"Bütün evraklarımız gitti! Cuma da yaklaşıyor. İmza vermek için Göç İdaresi’ne gitsem mi? Başıma bir şey gelir mi?" Cuma oluyor, imza vermek için Göç İdaresi’nde gidiyor Piya.
Müdür öylesine sert, öylesine hoyrat ki! Her türlü yolu kapatıyor Piya’ya.
Yanına giden sekretere, "bir daha denesinler" diyor…
Bir daha denemek mi! Asla! Cehennemin öbür adı!
İmkânı var mı? Cehenneme bir kez daha giderler mi? Gitseler de, çocuklarıyla birlikte, o cehennemden bir kez daha çıkabilirler mi?
"Abi 21 günüm kaldı" dedi geçende…
Piya ile Lila.
Arafta bir cehennemdeler. Sıkışıp kalmışlar.
Tıpkı diğer on binler, yüzbinler gibi. Kiminin medeniyet basmış toprağını, kiminin siyasal, ya da radikal İslam. Yangın yerine dönmüş ülkeleri…
Şimdi bir kez daha araftalar. Özgürlüğün bedeli bu kadar ağır olabilir mi?
Sadece yaşamak istiyorlar; baskısız, korkusuz, kansız; sadece yaşamak!
Çok mu şey istiyorlar?
Telefon çalıyor, kırık bir ses.
"Abi 19 günüm kaldı!"