Umur Talu

26 Şubat 2025

Abi, ben gidiyorum!

Bütün o günkü ve bugünkü gazetecilik yüz karaları bir yana; Ali Haydar, Turan, Ahmet gibiler gazeteciliğin aydınlık, çalışkan, vicdani yüzüydü. O yüzleri unutmak bir yana, kalbime yazmışım zaten. O yüzden de, Ahmet giderken, üçüne birden sarıldım

Böyle derdi hep, son yolculuğunda böyle diyemeden gitti. Hakkını helal et, sadece bana değil, çok kişiye, binlerce okura da. Orada huzurla uyu Ahmet.

Ahmet Sever Milliyet’te yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni olduğum dönemde Brüksel temsilcimizdi. Brüksel küçük, Avrupa büyük. Hepsine bakardı. Başlıktaki gibi derdi, kararlaştırdığımız bir işe, habere, söyleşiye giderken. Yaş farkımız çok olduğundan değil, “abi” işte!

Bir zamanlar gazeteydi ya Milliyet, içerideki yazı işleri kadrosu, şefler, muhabirler, foto muhabirleri, spor servisi kadar, bazen hepimizden öne geçerek, muhteşem “dış” temsilcileri, muhabirleri vardı. İşte Brüksel’de Ahmet Sever, Viyana’da Ali Haydar Yurtsever, Washington’da Turan Yavuz, Paris’te Mine Saulnier (Kırıkkanat), Moskova’da Cenk Başlamış, Amsterdam’da Orhan Alpdündar ve diğerleri elbette.

Bulundukları şehirlere bakmayın, her yere koşarlar, her habere uzanırlardı. İçerideki parlak manşetler gibi, “atlatma” dış haberler, özel haberler akıp dururdu onlardan. Viyana, değil mi? “Dünyanın en sakin, en yaşanır kentlerinden” biri. Ali Haydar sözde Viyana’da oturur, Romanya’da Çavuşesku’nun devrilişinde Bükreş, Temeşvar’da, Irak’ın ilk bombalandığı gün Bağdat’ta, Somali’de, katliamlar sırasında Bosna’da, Pakistan’da, her yerde olurdu mesela.

Ahmet de gitti ve yukarıda yazdığım ilk üç isim yok artık. Koltuğunda otururken sessizce vedalaşmış meğerse. Şimdi Turan ile Ali Haydar’ın yanına ulaşmak üzere. Karşı kanepede onlar var. Hoş Milliyet de artık ölü ama, o Milliyet’ten kaybettiğimiz nice isim var. Biz henüz öte taraftayız, araftayız. Uğurlamaktayız uğursuz günlerde bile bu hayırlı, uğurlu, hakiki gazetecileri.

Ahmet’in dünyasını anlatmayacağım size. Doğan Akın yazdı T24’te. Ama “yalnızlık” kısmı göreceli. İyi dostların varsa hala, iyi hatırlanıyorsan, “yalnızlık” ne ki. Elbette hüzün dolaşıp durur damarlarımızda. Kayıp günler, kayıp meslek, kayıp insanlar, kayıp aileler için dolanıp durur. Ama derin ve yoğun acıların ülkesinde, hüzün de göreceli işte. Kıymet bilmek, kıymetinin bilinmesi, hataların varsa bile, sevaplarının onları bastırması… Dostlara, evlatlara, yakından ve uzaktan tanıyanlara kalacak miras o. Hakkıyla, şerefiyle gibi işte!

Milliyet, Doğan’ın da belirttiği gibi, “Ahmet Sever kimdir” başlığıyla sözde hayat hikayesini özetlerken, “Yıllarca Milliyet’e emek verdi” bile yazamamış. Ya bilmiyorlar ya bile bile. Belki haklılar. Bu Milliyet o Milliyet değil zaten. Gazeteci Ahmet gazete Milliyet’teydi. O gazeteyi öldürdüler ama onun da Ahmet’in ve diğerlerinin imzası da yaşayacak. İyi ki hep birlikteydik, iyi ki güzel işler yaptık, iyi ki daha çok yakınlarda seni görüyordum Ahmet, iyi ki bir sohbet masasını da paylaşmışız bir süre önce. İyi ki o sırada “Abi, ben gidiyorum” yerine “Abi, gel otur” demişsin. Güle güle kadim kardeşim.

Buraya Ali Haydar Yurtsever için yazdığım eski bir yazıyı, bir de Turan Yavuz için yazdığımdan bir bölümü de alıyorum. Onları da okursanız eğer, çok yerine “Ahmet”i de koyabilirsiniz. Hepsi birdi benim için, biz hep birdik o gazetecilik ruhunda.

* * *

İşsiz ama eşsiz bir gazeteci!

“Tek yapabildiğimiz acı çekmemesi için tedbirleri almak ve isteklerini yerine getirmek. Dünden beri morali biraz daha iyi. Hatta bugün terasa çıktı, çok sevdiği piposunu istedi. Nasıl sevindik anlatamam. Mutlaka size yazmak istedikleri vardı. Bana dikte ettirerek yazdırdı, kontrol ettikten sonra size göndermeme müsaade etti. Çok sağ olun. Sağlıcakla kalın. Nalan Yurtsever

Son günlerde birkaç kez konuşmuştuk onunla. Hayatının arkadaşı” Nalan Hanım, çok sevdiği çocukları oradaydı. Viyana’da bir hastaneden, zor konuşarak belki, ama yine her kelimesini özenle seçtiği o telefon görüşmesinde ona söylediğimi size de tekrarlayayım: “Sen iyi bir insan, iyi bir gazeteci oldun hep. Benim de canımsın.”

Ali Haydar Yurtsever, 16 yılımı verip bir gün kovulduğum Milliyet’in o özel dönemlerinin “Viyana muhabiri”ydi. Dünyanın en sakin şehirlerinden birinde temsilci. Ama Ali Haydar sakin Viyana dışında, kaynayan her yerdeydi. Körfez savaşlarında Irak, Pakistan, Somali, Romanya, Bosna. Tarih kanla ve onca canla acı çekerken, “Gazeteci” hep ateşin ve ölümün tam ortasındaydı.”

Ali Haydar Yurtsever

Gazeteciliğin bugünkü sefaleti karşısında şöyle düşünün: Yabancı ajanslar, dünyanın büyük gazeteleri, onun tek kare fotoğrafının peşindeydi. Başkası olsa dünya paraya satabileceği tek bir karenin, her anın hesabını Milliyet’e veriyor; fotoğraflarını ancak gazete namına dışarı satıp prim alıyordu.

O kıyım, savaş ve katliamlarda hayatını kaybetmedi ama hayatından kaybetti. Ailesinden hep ayrı kaldı; yaralandı, kaza geçirdi. Sağlığı bozuldu. Gazetecilik aşkı kadar, dürüstlüğü, doğruluğu, insanlığı ile hep çok kıymetli oldu benim için.

2001’de Milliyet’ten kovulduğumda, Ali Haydar hala oradaydı ama… Bir süre sonra, hayatını o gazete için ortaya koymuş o gazeteciyi de kovdu, küstah bir “medya zihniyeti.” Üstelik yıllarca ölümle kovalamaca oynamış gazetecinin maaşını “asgari ücret” gösterip küçük bir tazminat ödemeye kalktılar. Tazminattan kaçırmak istedikleri gerçek maaşını ay ay biliyordum, son zammını bile yıllar önce ben yapmıştım.

Ali Haydar dava açtı, mücadele etti. Kendim için bile yapmadığım bir şeyi, ona yapılan katmerli haksızlığa isyanla yaptım; şahit oldum duruşmalarda. Esas maaşının ne olduğunu ispatta yardımcı oldum. Elbette hakkı hiçbir maddi karşılıkla ödenemezdi de “İnsan kaynakları ve müessese” denen “İnsansız medya aracı” mecburen tazminatını ödedi.

Ali Haydar sonradan Anadolu Ajansı için koşturdu. Bir meslek ihanetine de orada uğradı. Al piyasanın vicdansızlığını vur devletin vicdansızlığına işte! Ömrünü gazeteciliğe adamıştı; gazetecilik onu törpüledi ve bir hastane odasına bıraktı.

Bunları yazarken, yarım asır önce 5,5 yaşındayken Samatya SSK Hastanesi’nin bir odasında gazeteci babasını yitirmiş o çocuğum ben yine! Gözlerim elbet çok yorgun ama yaşlar yine öyle çocuksu yaşlar işte!

Onun ısrarlı isteği diye, ona da hastanede okusunlar diye, bana “teşekkür” ettiği son mektubu biraz utanarak koyuyorum. Telefonda dedi ki: “Müdür, sen beni çok yazdın. Mahcuptum. İzninle ben de bir kez seni yazmış olayım.” Size hitap ederek başladığı mektup işte:

“Sevgili dostlar;

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve her hür ve bir orman gibi kardeşçesine. Nazım Hikmet’in dizelerini çok severdim. Savaş cephelerinde ise hep kendi dizelerimi tekrarladım: Ben bu savaşın tarafı değilim!

1. ve 2. Körfez Savaşları'nda, Yugoslavya’nın parçalanmasında gelişmeleri bildirirken, yazma gücünü benden esirgemeyen, destek olan sevgili dostum Umur Talu’ya, ilgilenen tüm meslektaşlarıma çok teşekkür ederim. Yaklaşık bir yıldan beri kanser denilen illetten tedavi gördüğüm dönemde desteğini esirgemeyen Umur Talu’ya yürekten sevgilerimi sunuyorum. Gösterdiği dostluğun, güzel ilginin iyileştirici gücünü hissediyorum. Son bir yıl içinde tedavi gördüğüm dönemde, yabancı bir ülkedeki işime son veren ülkemin ulusal ajansı AA’nın bu insanlık dışı kararını gündeme getirdiği için de.

Savaşı izlemek üzere boynumda makinemle, işgal altındaki başkent Saraybosna ve İgman Dağı’nda, inançlı bir insan olarak hep dizelerimi tekrarlıyordum. Öyle bir vahşet içinden inancımla evime geri döndüm. Şimdi bulunduğum hastane ortamından kurtulup bir şekilde aileme, çocuklarıma kavuşabilmem için de dizelerimi aynı inançla tekrarlıyorum.

Sevgili Umur, bana yapılan mesleki yasa dışı haksızlıkları dile getirerek her zaman doğru ve adil olanı savundun; haksızlıkları düzeltmek için mücadele verdin, başarıya da ulaştın. İzninle, bugün o değerli köşende misafir gazeteci olarak, bu insani şeyleri gündeme getirerek, dostluğumuzu anlatmak istedim.

Yaptığın her şey için sevgilerimi sunuyorum.

Ali Haydar Yurtsever, Viyana’da işsiz gazeteci”

Ben de tüm yaptıklarını, çabalarını, emeğini, cesaretini, doğruluğunu hep sevgiyle hatırlıyor, anıyorum, İşsiz ama Eşsiz Gazeteci!

* * *

Hakkımız helal olsun, hakkını helal et!

Pazartesi öğleden sonraydı. "Turan Yavuz'u kaybettik" dediler.

Sokaktaydım. Öylesine yürüdüm. Bir büfeden sandviç aldım. Sokağa attığı masaya sığındım. Filmler, hayat arşivinden makaralar sarmaya, beynimde oynamaya başladı. Işıklar söndü.

O sırada NTV'den Mirgün Cabas bana bağlandı; canlı yayında. Çünkü, "Turan Yavuz'un Türkiye'yi sarsan haberi" sırasında, "İşte Çiller'in ABD'deki serveti" Milliyet'te patladığında genel yayın yönetmeniydim. İkimiz de yaşça henüz yolun yarısındayız sanıyorduk; 30'larımızdaydık. Sanırım Mirgün de Ankara Büro'da çiçeği burnunda muhabirdi.

Utanmadan söylüyorum ki, son cümlelerde ağlıyordum; canlı yayına ne kadar gözyaşı aktı, bilmiyorum. Düşündüm ki, Turan' ı tüm özellikleri yanında, esas, sevdiğim gazetecilik türü adına seviyormuşum; 51'inde sonlanan hayat, hayatının yoldaşı eşi, bebeğinin olacağına sevinirken kanser haberini de almıştı ya, minicik kızı için de üzülürken, o gazetecilik adına çok üzülürmüşüm.

Turan için, benim için, Milliyet için, o günkü Milliyet çalışanları için, tabii o sırada sahibi için, gazetecilik için o haber gurur kaynağıydı.

Bugün Turan' ın ardından elbet samimiyetle o haberi hatırlatanların (maalesef) çoğu, güçlü başbakanı sarsan haberin gölgesine yanaş(a)mamıştı.

Turan Yavuz

(Atlayarak sona geleyim şimdi.)

Sonra olaylar hızla gelişti:

Turan iki büyük gazetecilik ödülünü de aldı. Milliyet (Doğan Grubu), en büyük gazete Hürriyet'i de, Dışbank'ı da satın aldı. İktidar ailesi kovulmam için hep baskı yaptı; yerime geçecekler bile hazırlandı. Kasımda, ikinci kızımın da doğumundan birkaç ay sonra, onlarla da bir hayatımın olmasını isteyerek, haberden 5 ay sonra yönetmenlikten istifa ettim. Gazetede kalıp yazı yazmam istendi. Dipsiz Kuyu makaleleri doğdu. Hemen ardımdan, ardımızdan, yeni yönetimle Çiller Ailesi' ne övgü haberleri hazırlandı. Turan Washington'dan alındı.  TV yöneticiliği gibi vaatler verildiği halde işsiz bırakılıp cezalandırıldı.

Bütün o günkü ve bugünkü gazetecilik yüz karaları bir yana; Ali Haydar, Turan, Ahmet gibiler gazeteciliğin aydınlık, çalışkan, vicdani yüzüydü. O yüzleri unutmak bir yana, kalbime yazmışım zaten. O yüzden de, Ahmet giderken, üçüne birden sarıldım.