DÜNDEN DEVAM
Şeyh Bedreddin olayı hakkında Bilal Güneş'le yaptığımız söyleşinin dünkü 4. bölümünde Bedreddin olayının tarihsel bir gerçeklikten mitosa dönüşmesini ve nasıl dokunulmazlık kazandığını konuştuk. Bugünkü 5. ve son bölümde bu kez Bilal'e, Nâzım'ın destanındaki, "Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş / Aydın elinde Karaburun'da / Bedreddinin kelamını söylemiş / köylünün huzurunda" dizelerinde dile getirdiği gibi, Börklüce'nin Karaburun köylülerini ortaklaşmacı bir düzene davet ettiği konuşmaları Bedreddin adına mı yaptığına yönelik sorularım ve çok meşhur Varidat adlı broşür üzerine konuşmamızla söyleşimizi sonlandırıyoruz.
Börklüce'nin köylünün huzurunda ettiği sözler Bedreddin'in kelamı mıydı?
Bütün bunlardan yola çıkarak Börklüce olayının tam olarak ne olduğunu açıklayabiliyor muyuz, diye soruyorum Bilal'e. "Olayın tam olarak ne olduğunu, sanırım hiçbir zaman açıklayamayacağız" diyor, bunu da yeterli kaynak olmamasına bağlıyor. "Tarih metodolojisi açısından söylersek, elimizde birincil kaynak diyebileceğimiz hiçbir nesne bulunmuyor. Ne bir yargılama tutanağı ne bir ordu sefer emri ne bir vaka raporu ne de bir ferman. Ancak bazı karinelerden yola çıkarak bir tarih inşa edebiliyoruz. Almanların 19. yüzyıl tarihçilerinden, ekol oluşturmuş bir Leopold von Ranke'leri var; belgeye dayanmayan hiçbir olayı tarihin içine almaz. Kanıta dayalı tarih anlayışı yani. Aynı zamanımızın tıbbı gibi. Sırf hikaye ya da muayene ile değil, laboratuvar ve diğer görüntüleme yöntemleri desteğinde tanı konulması gibi. Öte yandan postmodernistlerimiz var. Bunlar da tarihin aslında koca bir hikayeden ibaret olduğunu, anlatılanların anlatıldığı gibi cereyan ettiğini nerden bilebildiğimizi sorar; öyle de olabilir, şöyle de olabilir, böyle olduğunu nereden biliyorsun? Bugün Mehmed Çelebi olan bitenden sorumlu tutulup yargılansa ve çıkıp dese 'nereden belli benim Karaburun'da katliam yaptığım, Manisa'da gariban torlakları katlettiğim, kim demiş Bedreddin'i ben astırdım?' diye, ilk celsede beraat eder. Çünkü elde hiç kanıt yok. Yarım yamalak, yalan yanlış anlatılmış hikaye kırıntıları var. Bunların arasından belli kriterlere dayalı bir tercih yaparak, olayı anlamaya çalışıyoruz. Bir de ayrıca, zamanın ikincil kaynaklarına bakıldığında, Börklüce Mustafa'nın mücadelesiyle aynı zamanda, taht iddiasıyla ortaya çıkan şehzadenin adının da Mustafa olması, bunun ayırdında olmayan kişiler tarafından yazılmış rapor, tutanak, risale, mektup, her ne varsa, bunların bazılarında iki Mustafa'nın aynılaştırıldığını görebiliyoruz. Bu işimizi zorlaştıran başka bir unsur. Mesela, Şehzade Mustafa'ya karşı yapılmış bir denizden çevirme harekatının, Börklüce Mustafa'ya karşı yapılmış olduğunu zannedebilen bir başkasının yazdığı esere, böyle geçebildiğini görüyoruz. Hele Michel Balivet'nin bir iddiası var ki, bütün tarihi tersyüz ediyor. Börklüce Mustafa'nın amacının, Şehzade Mustafa ile birlikte hareket eden eski İzmir Beyi Cüneyd'in İzmir'i tekrar ele geçirmesini sağlamak olabileceğini iddia ediyor. Dayanağı, iki olayın aynı zamanda cereyan etmesi."
Alman tarihçi Leopold von Rankes. Kaynak: pa/dpa
Yani ikincil kaynaklardan ilerlediğimizde, Börklüce Mustafa'nın sıradan bir köylü olduğuna mı inanmamız gerekecek diye soruyorum Bilal'e. Bilal, Börklüce'nin, Dukas'ın dediği gibi 'sıradan bir köylü' olmadığını söylüyor, "Köprülüzade Ahmed Cemal'in yaptığı Franz Babinger çevirisinde, Almanca sözcük gewöhnlich'e karşılık olarak adi sözcüğü tercih edilmiş. Oysa bu sözcüğün akla gelebilecek ilk anlamı, basit ya da sıradan olmalıydı. Şerefeddin Efendi de Ahmed Cemal'i tekrar etmiştir. Kazaskerin kethüdası olmak, sıradan bir kişiye verilecek görev değil. En başta okuma yazma bilmesi gerek ki, o tarihte okuma yazma bilen birine alim deniyordu. Nitekim kurucu baba Osman'ın da okuma yazma bilmediğini ifade eden Tevarih-i Al-i Osman yazarları vardır. Bezmi Nusret Kaygusuz, daha önce bahsettiğimiz, 1957'de yayınladığı eserinde, Börklüce'nin Sivas egemeni Kadı Burhaneddin'in oğlu olduğunu ileri sürer. Bir süredir, Tasvîrü'l Kulûb adlı tasavvufi görüşler içeren bir kitabın yazarı olan Mustafa bin Burhan sözcüklerindeki Mustafa'nın Börklüce Mustafa, Burhan'ın ise Kadı Burhaneddin olduğunda ısrar eden görüşlere de rastlıyoruz, ama bu kitabı kesin bir şekilde Börklüce yazmıştır diyemeyiz. Ayrıca, Boşnak tarihçi Nedim Filipoviç'in yazdığı monografiye atıf yapan Alman Marksist tarihçi Ernst Werner'den öğrendiğimize göre, Orhan Gazi'nin büyük oğlu ve Tekirdağ fatihi Süleyman Paşa'nın, kırklarının başında genç yaşta ölümünden sonra, onun cariyelerinden birini Börklüce kendine eş olarak almıştır. Buradan da Mustafa'nın hanedan çevresindeki halkalardan birinde yer aldığını düşünebiliriz. Hanedan haremindeki kadınları sıradan insanların paylaştığını düşünmek, teselli edici bir fantezi olabilir ancak. Karaburun'da iki kere üzerlerine gelmiş Osmanlı ordusunu yenebilmiş, köylülere önderlik eden birinin, sıradan bir köylü olmayıp, en azından askerlik sanatını bildiğini de düşünmek gerek. Mağlup oldukları üçüncü ve son savaşın hayli çetin geçtiği ve her iki taraftan da çok adam öldüğü kroniklerde yazılıdır. Ayrıca, Bedreddin'in ortaklaşmacı bir düzen önerdiği, insanları eşit gördüğü ve önceki mutasavvıflarınkinden farklı bir tasavvuf eseri yazdığına, orijinal denilebilecek görüşler ortaya koyduğuna dair hiçbir iz yok."
"... Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş ..." Nâzım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, 4, Bütün Şiirleri, YKY, s. 486 |
"O zaman, Börklüce'nin köylünün huzurunda ettiği laflar Bedreddin'in kelamı değil, kendisinin olsa gerek" diyorum Bilal'e. Ama tüm bunların Bedreddin'i küçümseme anlamına gelip gelmediğini de merak ediyorum.
Bedreddin ve Varidat arasında bir ilişki var mı?
"Varidat ne peki, o bir tasavvuf eseri değil mi?" diye soruyorum. "Değil" diyor Bilal hemen, "Yani orijinal görüşler ileri süren bir tasavvuf eseri değil. Ayrıca Bedreddin'i küçümsüyor değilim, onun büyük bir Sünni İslam fakihi olduğunu kabul eden ciddi isimler var. Benim bunun hilafına bir şey söylemem mümkün değil. Ben, Bedreddin'in tarihimizde yanlış yere konumlandırıldığını iddia ediyorum. Bedreddin'in durduğu yer, zannettiğimiz yer değil. Varidat'ı inceleyen uzmanlar, tek kişi tarafından kaleme alınmadığını tespit edebiliyorlar ve muhtemelen Bedreddin'i dinlemiş kişilerce kaleme alınmış olabileceğini ileri sürüyorlar. İkinci tespit, ifade edilen görüşler tutarlı değil, yani bütünlüklü bir teori değil. Bu nedenle varılan diğer bir sonuç, eserin dili, ne demek istediği anlaşılabilir değil. Parça parça değişik ifadelerden bir anlam bütünlüğüne varılamıyor. İçinde kısmen Vahdet-i Vücud nazariyesinden öğeler var. Bu nazariye aslında Bedreddin'e ait değil. Endülüslü bir Hristiyan olup sonradan ihtida eden ve İslam dünyasını dolaşmaya çıkan, bu arada Malatya ve Konya'ya da uğrayan; Malatya'da ölen arkadaşının dul karısını, Konya'da ise öğrencisi ve tasavvufi görüşlerinin taşıyıcısı Sadrettin Konevi'nin dul anasını kendine eş yapan, gezerken durakladığı iki Arap şehrinde daha birer eş alan, ortaya koyduğu görüşlerle İslam düşünürlerini ciddi şekilde ikiye bölmüş Muhyiddin İbnü'l Arabi'ye ait. Tasavvuftan söz açılmışken, bu konuda birkaç şey söylemek isterim. Tasavvufta şathiye diye bir terim var; kişinin trans halinde iken ağzından bilinçsizce dökülen laflar için söyleniyor. Aslında biz bu durum için, 'ağzından çıkanı kulağı duymuyor' deyimini kullanırız. El Arabi, ortaya attığı görüşlerin böyle ortaya çıktığını söylemiş. Çünkü ettiği lafların İslam'a aykırı olduğu suçlamasına karşı kendini böyle savunmuş: 'Bunlar benim sözlerim değil, bunları bana Allah söyletiyor' demiş."
"İslamiyet'te mezhepler dışında bir de tasavvuf denilen akımın fark edilişi, 8. yüzyılda başlıyor. Başka tartışmalar yanında Akıl-Nakil tartışmalarının öne çıktığı, iktidara yakın Nakilcilerin mevkileri kaptığı ve Akılcıların sesini kısmak için baskı altına aldığı meşhur Harun er-Reşid dönemimin hemen ardından, oğlu Memun'un (813-833) halife olmasıyla bu kez Akılcıların diğer tüm akımların üzerinde terörü başlıyor. İslamiyet'in bugünkü halinden çok farklı bir şekle dönüşebilmesinin yolunu açabileceğini düşündüğüm, Akılcılığı temsil eden Mutezile hareketi, bu koşullarda devlet şiddetini arkasına alarak, Akılcılığın tüm toplumda tepki görmesine neden oluyor ve oynayabileceği tarihsel rolü hasımlarına kaptırarak, bugün bütün dünyanın tartıştığı, 'İslam Alemi Batıya nazaran neden geri kaldı?' sorunsalının doğmasına neden oluyor. Nagihan Doğan, Abbasiler dönemini incelediği Dinin İktidarı İktidarın Dini adlı kitabının bir bölümünde, adına Mihne (işkenceli sorgu) denilen ve giderek 'Kur'an'ın mahluk (yaratılmış) olup olmadığı' tartışmasına indirgenen bu süreci ele almıştır. Bu süreçlerin en başında, bütün bu tartışmalardan muhtemelen sıtkı sıyrılmış bazı insanların ortaya çıktığını ve bütün bu akımların dışında yepyeni bir akımı başlattıklarını görüyoruz. Dünyanın maddi yaşamından uzaklaşarak, yalnızca Allah'a ulaşmaya çabalayan bu insanların tek derdi, Fenâfillâh, yani Allah'ta yok olma, O'nunla bütünleşme, böylece fani olma" şeklinde özetleyebileceğim bir amaca yöneliyorlar. Mezhep imamlarının ancak elitlerin anlayabileceği diline karşılık halkın dilini konuşan ve oldukça mütevazı, zahidane bir yaşam süren Sufiler, kısa zamanda mezhepleri gölgede bırakan bir yaygınlığa kavuşuyorlar. Tasavvuf dediğimiz akım, işte budur. Sünnilik başlarda Tasavvufa ve tarikatlarına şiddetle karşı çıkmışken, yayılması karşısında çaresiz kalınca o da sufi hırkasını sırtına giymiştir. Tasavvuf daha sonra bambaşka kollarda farklı renklerde çeşitlenirken, iş çığırından çıkmış ve Osmanlı'da hep sorun üreten odakları doğurmuştur. Velayet ve mehdilik gibi aslında İslam'da bulunmadığı ileri sürülen bu makamlara meşruiyet kazandıran Tasavvuf, böylece pek çok mesleksiz insana 'meslek' kazandıran bir araca dönüşüyor. Ben İslamiyet'teki bu Mutezile ve Tasavvuf dikotomisinin ortaya çıkış süreçlerini, Hristiyan Avrupa'nın Aydınlanma ve Romantizm dikotomisine benzetirim. Tasavvufun önemli kavramlarından bir diğeri, keşf olarak bilinen, bir anlamda insanın gönül gözünün açılması gibi bir şeydir. Kamil insan aşamasına gelmiş kişinin, diğer insanların göremediklerini görme yeteneğini kazandığı iddia edilir. Tasavvuf içindeki bu 'keşf' terimini, Romantiklerin 'sezgi'siyle (intuition) aynı görürüm. İkisi de herkeste var olan beş duyu dışındaki başka bir 'duyu' daha olduğunu iddia eder. Avrupa Hristiyanlarının Ortadoğu Müslümanlarından dokuz yüz yıl sonra aynı süreçleri yaşayarak, bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşmasının siftahını 15. yüzyılda İtalyanlar Rönesansla yapmış olsalar da, Avrupalıların aklı keşfetmeleri 18. yüzyılda, adına Aydınlanma Çağı dedikleri dönemde gerçekleşti. Devrimci burjuvazinin teorisyenleri aklı bilginin tek kaynağı sayıp, akıldışı saydıkları her türlü fikirsel çabayı şiddetle susturmaya çalışırken, bu 'aydın despotizmi'ne karşı aynı yüzyılın sonlarında Aydınlanma'ya tepki olarak doğan Romantizm, sezgi'nin de bilgi kaynağı olduğunu ileri sürerek birden parlasa da, senin de bildiğin gibi, Marks'ın ortaya çıkıp, 'İnsanın varlığını belirleyen şey düşüncesi değil, tam tersine düşüncesini belirleyen şey onun toplumsal varlığıdır' şeklinde özetlenebilecek, bilginin kaynağının madde olduğunu ileri sürmesiyle, etkisi sönmeye başlayacak ve bugün artık Romantizm denildiğinde, işin felsefi boyutu değil, mesela 'gönül telini titreten bir keman müziği eşliği ve mum ışığında yenen bir yemekle coşmak' anlaşılıyor." Ben araya girip, 'coşmak' ne alaka diye sorunca, "Bizimkiler romantizm sözcüğüne karşılık olarak Coşumculuk sözcüğünü önerdiler" diyor ve devam ediyor Bilal, "İslamiyet'te akılcılığı egemen kılmaya çalışan Mutezile akımını asıl vuran, Mutezile'den dönen İmam Eşari olmuştur. Derken Türklerin devreye girmesiyle İslam Alemi'nin başına bela edilen İmam Gazali'nin, Eşari'nin yolundan giderek akıl ve felsefe tartışmalarını yasaklaması ve felsefeyi küfürle bir görmesinden sonra Akılcılığın tamamen bastırıldığını görüyoruz. Tasavvuf akımını hakimiyeti altına alan Sünniliğin Gazali'yi daha sonra 'en büyük sufi' ilan etmesini, akılcılığın yasaklandığı ve şiddetle cezalandırıldığı trajediden sonra, İslam aleminin en büyük komedisi olarak değerlendiriyorum. Bir süre sonra ortaya çıkartılan bazı dokümanlardan, İhvan-ı Safa adındaki bir grubun gizlice bilimsel-akılcı çalışmalar yapmaya devam ettiğini görsek de ama işte gizli faaliyet olunca yaygınlaşamıyor. Bu grubun pek çok alana ilişkin yaptığı çalışmalar, İhvan-ı Safa Risaleleri adı altında, beş cilt halinde Türkçe yayınlandı. Burada üzerinde düşünmemiz gereken asıl konunun, Müslümanlardan dokuz yüz yıl sonra aynı süreçleri yaşayan Hristiyanlar, bu tartışmalardan kapitalizme ve liberal demokrasiye ulaşabilmişken, bizim neden 8.-10. yüzyıllarda saplanıp kaldığımızdır. Burada biz sözcüğüne itiraz edenler olabilir ama sanırım en çok da onlar şu sıralarda 'biz' ile diğer Müslüman ülkeler arasındaki farkın, giderek hızlanan bir şekilde "biz" aleyhine kapanmakta olduğunu söyleyeceklerdir."
"Varidat'a geri dönersek, İbnü'l Arabi'nin kendisi Vahdet-i Vücud deyimini kullanmasa da evrendeki her türlü nesnenin Allah'dan çıktığını ileri sürdüğü için, bu terimi onun adına ondan sonrakiler kullanıyor. Bilinmeyen bir görüş değil. Hellenistik dönemde İskenderiye'de Plotinos (kaynaklarda Plotinus şeklinde geçmesi, Romalıların dilinin, sözcüğün sonundaki "-os"u telaffuz edememeleriyle ilgili, o yüzden kimi Yunanca sözcüklerin sonundaki "-os", Latince de "-us"a dönüşür) adlı birinin, Platon'un teorilerini yeniden formatlamış olması nedeniyle Yeni Platonculuk denilen panteist bir felsefesi var; ona benzetiyorlar. Bedreddin'in Ahlati'den etkilendiği iddiasını kabul edebiliriz, ama o zaman da Anadolu'ya döndükten sonra yazdığı hukuk kitaplarına tasavvuf etkisinin yansımış olmasını bekleriz. Böyle bir etkiden söz eden yok. Börklüce'nin kavgasını ettiği ortaklaşmacı yaşam idealinin Bedreddin'den çıktığını kabul edersek, bunun da aynı şekilde o kitaplara yansımış olmasını bekleriz. O kitapların Bedreddin'den sonra başka İslam ülkelerindeki Sünni kadılar tarafından, yargılamalarda ve hüküm kurmada kılavuz olarak kullanıldığını biliyoruz. Bedreddin Rumeli'de ortaya çıktığında, etrafına tımar, subaşılık isteyenleri çağırıyor. Börklüce'nin mücadelesi bunun için değildi. Bu antagonist fikir ve eylemlerin aynı kişide görülmüş olmasını nasıl yorumlayabiliriz? Bunların gerçekliğini kabul ettiğimizde, Bedreddin'in şizofreniye tutulmuşların ya da hilekar düzenbazların önde gideni olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Öyle biri olduğunu sanmıyorum. Kısaca söylemek gerekirse, Sünni Müslümanlar Bedreddin'in şeriata aykırı görüşlere sahip bir mülhid olduğu görüşünde ittifak ediyor değiller. Tarafların, mensup oldukları cemaat içindeki menfaatlerini gözeterek tavır aldıklarını söyleyebiliriz. En basit örneği, Ebussuud Efendi'nin, kendi babasının aksine, Bedreddin aleyhtarı olmasıdır. Başka bir husus da Bedreddin'in yargılanmasında Varidat'ı yazdığı için suçlandığına dair bir karine yok. Aynı şey Karaburun olayı için de söz konusu. Bir tek suçlama var: Padişah tarafından İznik'te ikamete mecbur edildiği halde oradan kaçarak Rumili'ne geçmiş olması. Bu bir isyan mıdır değil midir, iddia ve savunma bunun üzerinde cereyan ediyor."
"Madem ki fetva bize ait, verin ki basak bağrına mührümüzü"
Bu noktada Bilal'e birincil kaynak bulunmadığını söylediğini anımsatarak, o zaman kaynak yoksa ne olduğunu nasıl bildiğimizi soruyorum. "Öncelikle şunu belirtmeliyim," diyor, "Mehmed Çelebi, kardeşi Musa'yı ortadan kaldırıp Rumili'ni de egemenlik sahasına dahil ettiğinde, Musa'nın en tepedeki üç adamından ikisini öldürmeyip sürgün ediyor. Beylerbeyi Mihaloğlu Mehmed Bey'i Tokat'a, Kazasker Bedreddin'i İznik'e sürer. Vezir Kör Şahmelik ise daha çarpışmalar sürerken kaçarak Roma İmparatoru'na sığınmıştı. Mehmet Çelebi'nin ölümünden sonra tahta geçen II. Murad, karşılaştığı ilk sorun olan Şehzade Mustafa olayında (Bu sorun Mehmed Çelebi'nin sağlığında, Roma İmparatoru'nun Mehmed hayatta olduğu sürece onu serbest bırakmayacağını garanti etmesiyle geçici süreliğine çözülmüştü. Mehmed öldüğünde serbest bırakılınca, sorun babadan oğula miras kalmış oldu), Mihaloğlu'nu Tokat'tan getirterek görev verdi. Bedreddin de İznik'ten kaçmasaydı, muhtemelen yeniden bir göreve atanırdı. Her alanda, yetişmiş insana ihtiyacı olan kuruluş sürecindeki bir devletin, bu çaptaki bir isimden vazgeçebileceğini düşünemeyiz. Zaten öldürülecek olsaydı, çocuklarıyla birlikte sürgün edilmez, üstüne bir de aylık bin akçe maaş bağlanmazdı. Yargılamanın beklenenden uzun sürmesinden ve verilen karardan, aslında kararın finalde padişah korkusuyla verildiğini düşünüyorum, çünkü Mehmed Çelebi onu gözden çıkarmış ve ortadan kaldırılmasını istemiş ve o da herkes gibi kararı beklemekte. Bedreddin'in torununun yazdığı Menakıbname'de, Bedreddin yakalanıp da huzuruna çıkarıldığında Mehmed'in ilk sorusu, 'Niçin bana isyan ettin?' olmuştur. Bedreddin'in de 'Ya sen Allah'a niçin isyan ettin?' diye cevaplamıştır bunu. Tabii Mehmed şaşırıp da 'Ben ne zaman Allah'a isyan etmişim?' deyince, Bedreddin'den 'İznik'ten hacca gitmek için senden izin istedim, vermedin. Hacca gitmek isteyene izin vermemek Allah'a karşı gelmek değil midir?' cevabını alır. Başka bir tartışmadan söz edilmez. Yargılamada neyin tartışıldığı konusunda ayrıca bir bilgi de yoktur. Çelebi'nin Bedreddin'e Hacca gitmesi için izin vermemesi yani Allah'a isyan etmiş olması üzerine İznik'ten kaçtığını söylemesi, Bedreddin'in yaptığı savunmada öğrenebildiğimiz tek bilgidir. Bedreddin'in kendince iki isyan arasında bir ağırlık değerlendirilmesi yapılacağını ve Allah'a isyanın daha büyük bir suç olduğu kesin olduğu için, suçlamayı savabileceğini düşünmüş olmalı. Kroniklerde de başka bir suçlama yok. Kronikçilerin bütün olayları anlattıktan sonra idamdan söz etmeleriyle, sanki okuyucunun, Bedreddin bu olayların hepsinden suçlanmış gibi bir hissiyata kapılması sağlanıyor. Karaburun ve Torlak Kemal hadiselerinden suçlansaydı, bunu seve seve açıkça yazarlardı. Laf kalabalığı yaparak okuyucunun zihninde istenen intibayı yaratacaklarını zannediyorlar. Başka bir karine de bildiğin gibi, verilen kararın kanı helal, malı haram olmasıdır. Bu kararı kendisi de onaylamıştır. Ben o kararın Bedreddin lehine verilmiş bir karar olduğunu düşünüyorum.
Şaşırıyorum, kendimi tutamayıp "Nasıl yani? İdam kararının sanığın lehine olduğunu nasıl söyleyebilirsin?" diye soruyorum. Bilal, kararın salt idamdan ibaret olmadığını, malının haram olmasının da karara dahil olduğunu söylüyor. "Ulemadan hiç kimse yargılamaya istekli olmuyor. Yalnızca İran'dan yeni gelmiş bir molla, Mevlana Haydar Hirevî kabul ediyor. Fakat tartışma uzun sürüyor. Hafız Halil'in anlatısına göre, Hirevî idam kararı verebilmek için şeriattan bir hüküm bulamıyor ve sonunda örfe göre karar veriliyor. Kadılar, otoritenin cezalandırılmasını buyurduğu sanıkları kanunlara göre cezaya çarptıramayınca, devreye örf giriyor. Bu gelenek bugün de sürüyor. Şeriata baktığımızda, devlete karşı isyana kalkışmış ve bu sırada Müslümanların ölümüne neden olmuş birinin kanı da malı da helaldir. Bu, sanığın mallarının ve her türlü varlığının, el konulup ganimet olarak dağıtılmasıdır; oğullarının köle, kızlarının cariye olarak ganimet sayılması da buna dahildir. 2016'daki 15-16 Temmuz kalkışmasında, Akıncı Hava üssünün subay lojmanlarının önünde toplanan bir grubun, 'Bunların karıları bize helal' diye bağırdıklarını ve lojmanlara girmeye çalıştıklarını unutmayalım. Bu arkaik tipler, şeriatın kendilerine bu hakkı verdiğini iddia ediyordu. İdamdan kurtulamayacağını sezen Bedreddin'in başlıca kaygısının, arkada kalacak yetimlerinin olduğunu herhalde kabul ederiz. İşte bu karar çocukları ve malları serbest bıraktığında, Bedreddin'in acele ve heyecanla, Nâzım'ın şiirleştirdiği şekliyle, 'Madem ki fetva bize ait, verin ki basak bağrına mührümüzü' deyişi, çocuklarının kurtulmuş olduğuna sevindiğindendir diye düşünüyorum. Lehine olması, bu. Yoksa kafasını kurtarabilmesi zaten söz konusu değil."
Seksen yıllık yanılgı
Düşünsenize, 600 yıllık bir saptırma ve 80 yıllık bir yanılgı var ortada. Bunun düzeltilmesi hiç de kısa sürecek bir şey değil. "Evet," diyor Bilal, "Önce de söyledim, Bedreddin'in herhangi bir eserinde, ortaklaşmacı düzene ilişkin bir fikir kırıntısı göremiyoruz. Üstelik bu kişi Osmanlının kazaskeri. Kazaskerlik ilk kez I. Murad zamanında kuruldu. Yani Bedreddin'den önceki geçmişi çok uzun değil. Esas işi, askerlerin kendi aralarında ganimet paylaşımına dair davaları ve askerlerle halk arasında çıkabilecek davaları sonuca bağlamak. Bunun dışında başka görevleri de var. Rumeli'de ortaya çıktığında, tımar ve subaşılık vaatleriyle etrafına adam toplamaya çalıştığı bilgisi, aleyhinde yazan kroniklerde bile geçer. Aynı kroniklerde Börklüce'nin Hristiyanlarla Müslümanlar arasında bir fark görmediği, 'Allah'tan başka ilah yoktur' deyip, 'Muhammed O'nun resulüdür' demediği, adamlarının bir örnek giyindikleri, kafalarına sarık filan gibi herhangi bir şey takmadıkları, tarlaların ve diğer üretim araçlarının ortak kullanılacağı, kadınların bunlardan müstesna olacağı yazılıdır."
"Karaburunluların bahse konu giyim tarzı ile ilgili bir açıklama yapmalıyım. İslam ülkelerinde Müslüman olmayanların giyim tarzı konusunda Peygamber zamanından beri kesin kurallar vardır. Kişilerin dini inancı, giyiminden anlaşılırdı. Bunlar Osmanlı'da da uygulanmıştır. Zamanla bu kuralların esnediği ve kişinin kıyafetinin inancını belli etmediği durumlar oluştuğunda, her defasında bu kuralları hatırlatan uyarıcı fermanlar çıkarılmıştır. Diğer dinlerin inanırlarının Müslümanlarla aynı renkte giysi giyemeyecekleri, Müslümanların bindiği hayvandan yüksek hayvana binemeyecekleri, başlarına aynı türden nesne koyamayacakları gibi kurallardı bunlar. Börklüce'nin taraftarlarının bir örnek giyinmesi ve başlık takmamalarını, bu açıdan değerlendirmek gerekir. Börklüce'nin Bedreddin adına hareket ettiğini yazanların, Börklüce'nin bu yaptıklarının aynısını, Bedreddin'in de Rumeli'de adam toplarken söylemiş olduğunu yazmalarını bekleriz. Böyle bir şey yazan yok. Yani, ikisini aynı davanın içinde gösterenlerin, zıt pratikler içinde göstermelerini nasıl yorumlamak gerekir? Börklüce Mustafa'nın hanedan çevresindeki halkalardan birinde yer almış olabileceğini söylemiştim. Belki de bu yüzden, Karaburun'da böyle bir şey yaptığında, Osmanoğullarının kendisine karışmayacağını da düşünmüş ya da ummuş olabilir. Nitekim ortada henüz devlet denilebilecek bir örgütlenmenin olmadığı, Anadolu'da her yerin kapanın elinde kaldığı, beyliklerin henüz varlığını sürdürdüğü bir dönem."
"… on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın / düşman ormanına on bin balta gibi daldı…" Desen: Muhammet Şengöz
Nâzım'ın destanında en dramatik bölüm, Karaburun'da düşman ormanına on bin balta gibi dalan Börklüce'nin on bin mülhid yoldaşının hikayesidir. Bu 600 yıllık saptırmayı ve 80 yıllık yanılgıyı aşmanın Nâzım'ın destanını unutmamız gerektiği anlamına mı geldiğini soruyorum Bilal'e. "Haşa, Nâzım'ın en güzel eseri bence o" diyor, "Ortaklaşmacı bir düzen ideali ancak o kadar güzel şiirleştirilebilir. Bu destan, tür olarak sanırım Nazım'ın eserleri arasında tektir. Kitap basıldığında, tür olarak Nurullah Ataç'ın övgüsünü kazanmış."
Nurullah Ataç'ın Şeyh Bedreddin Dostum yazısı (Nâzım Hikmet, Tüm Eserleri, Şiirler 3, benerci kendini niçin öldürdü/taranta babu'ya mektuplar/simavne kadısı oğlu şeyh bedreddin destanı. Cem Yayınevi, İstanbul, Kasım 1975. s.288-289)
"Yeni şiirle geleneksel şiiri ve halk destanı türünü çok başarılı bir şekilde bir arada kullandığını, bunun Nâzım için bir ilk olduğunu da yazmıştır. Şiirin bazı dizelerinin dilimize pelesenk olduğunu sen de biliyorsun."
“… Hep bir ağızdan türkü söyleyip her yerde on binler verdi sekiz binini.. eşildi nallarıyla. Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. der. Ve teker teker, yüzleri kan içinde geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak …” Nâzım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, 9 Bütün Şiirleri, YKY, s. 488-499 |
Dünya Sağlık Örgütü'nde çalıştığım yıllarda her yıl düzenlediğim 600 km bir hat üzerinde 6 gün süren, ilaç/aşı lojistiği ile ilgili 15 katılımcı ve 3 mentorun yer aldığı otobüs kursunu 2009'da Karaburun'da sonlandırmıştım. Dünyanın dört bir yanından gelen katılımcıların yıllar sonra bile Karaburun'un keçilerinden, eşi benzeri olmayan kokulu nergislerinden, denizinden, berrak koylarından, balıklarından dem vurarak haberleştikleri bir dostluk çemberine neden olmuştur Karaburun. Kursun son gününde sahilde kurs katılımcıları ile yediğimiz yemeğe benim Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden İzmir'de yaşayan 81'li sınıf arkadaşlarımın katılması Karaburun'u ayrı bir güzel yapmıştır o gece. Ama Karaburun'u asıl güzel yapan Mülhid Mustafa'dır.
Karaburun'da sabah, 1 Ağustos 2009, Fotoğraf: DSÖ kurs katılımcılarından Carl Willis (Yeni Zelanda)
Yani Karaburun'u Börklüce'den dolayı ayrı bir severim. Bir daha gittiğimde, aklımda mülhid Mustafa, Karaburun dağlarından o toprağın sonundaki ufka bakacağım. Başımı diğer tarafa döndürdüğümde, Nâzım'ın destanından Börklüce'nin savaşını konu alan bölümü besteleyen Yunan dostlara selam edeceğim.
"Sıcaktı. Sıcak. Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
Sıcaktı. Bulutlar doluydular, bulutlar boşanacak
boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven, en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı."
Nâzım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, 9, Bütün Şiirleri, YKY, s. 495
5 BÖLÜM SÜREN SÖYLEŞİNİN TAMAMININ YER ALDIĞI PDF DOSYASI İÇİN TIKLAYIN. |
Ümit Kartoğlu kimdir? Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı. Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı. 2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi. 2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor. Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul'da 1980'de Burhan Solukçu'nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008'de Hrant Dink'in anısına Paris'te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin'in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan'la birlikte “yoksun bırakılanlar" için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı. Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor). Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/ |