Türkay Demir

08 Nisan 2017

Kalem arkası

"Fakat insan salim kafayla bir dakika düşündü mü tongaya bastığını anlar"

Evvelki yazıyla uğraşırken yazının içeriğinin oluşmasına katkısı olan ama yazının içine katmadığım birtakım malzemeleri “artıklar” diye bir dosyaya koymuştum. Sonradan aklıma başka işlerden arta kalan kumaşlarla yapılan çeşitli giysi ya da eşyalar misali bu kırpıklardan bir yazı oluşturmak geldi.

Gerekçelerim, bir kere bu kırpık örneğindeki gibi malzemeyi ziyan etmeyip kullanmak, bir de yazının arka planını, mutfağını, kamera arkası deyişine benzeterek söylersem “kalem arkasını” göstermek.

Bunlar yazının özgün halinin havasına şu ya da bu nedenle uygun olmayan, ama o yazıyla bir biçimde ilgili olan malzemelerdi. Yazarken çağrışımlarımı (o yazıda görünür biçimde kullanmasam bile) yazıyı canlandıran ve ona baharatın yemeğe tat vermesi türünden bir katkı sağlayan öğeler olarak kullanma eğilimim var. Bu kalem arkası yazısıyla bunu da bir örnek üzerinden sunmuş olacağım.

Burada bahsedeceklerim önceki yazının genel havasına uygun düşmediği gibi, birbirleriyle de pek uyumlu değiller. O nedenle kırpıkların birlikteliğinden fazlaca bir insicam beklenmemesini saygılarımla arz ederim.

Kırkyamamızın parçaları arasında şunlar var:

***

Spillius’un künye bilgilerini yazarken 1924 Kanada Ontario doğumludur demiştim. Ontario sözcüğünü yazarken, Ontario Kurtları geldi aklıma. Tabii Ontario Kurtları deyince de Kaptan Swing hatırlanıyor. Bilenlerin bildiği gibi (bakınız bu ifade “bilindiği gibi” ifadesinin bütün sevimsizliğini üzerinden atabiliyor) Kaptan Swing İngiliz hâkimiyetine karşı sürdürülen bağımsızlık savaşında değişik yaş, cinsiyet ve sosyal sınıfa mensup kişilerden oluşan ve bir tür gerilla faaliyeti sürdüren Ontario Kurtlarıyla birlikte hareket ediyordu.

Kaptan Swing bizde 70’li 80’li yıllarda çok popüler olan, ama nedense “zararlı kitaplar” olarak adlandırılan çizgi romanlardan birisidir. Bunların mahalle arasındaki adı “Teksas-Tommiks”tir. Türkiye’de en tanınan çizgi romanlar kendilerine (soyadlarının İtalyanca telaffuzundan yola çıkarak) “EsseGesse” adını vermiş olan bir grup İtalyan çizerin yarattıklarıdır: Teksas, Tommiks, Kaptan Swing, Kinova ve Tom Braks[1]. (Bunların asıl adları Türkçedekinden farklı. Sırasıyla Il Grande Blek, Captain Miki, Comandante Mark, Kinowa ve Alan Mistero.) Teksas-Tommiks’in tür adına dönüşmesinden de anlaşılacağı gibi en popülerleri bu ikisiydi.

Kaptan Swing İtalya’da yaratılmış ve Fransızca, Sırp-Hırvatça, Türkçe, Yunanca, Danca ve Norveççeye çevrilmiştir. Romandaki maceralar 1775-1783 yılları arasında Kuzey Amerika/Kanada’da geçer. Peki ama neden bu konu yaklaşık iki yüzyıl sonra ve çok ayrı bir coğrafyada böyle ilgi çekmiştir? Ayrıca neden başka dillere çevrilmiş ama anlatılanlar İngilizce konuşulan yerlerde geçmesine karşın İngilizceye çevrilmemiştir?

Bizde gördüğü ilgi birçok başka ülkedeki ilgiyi aşmış olmalı. Çünkü Türkiye’de Korkusuz Kaptan Swing adıyla bir film de çekilmiştir. Çizgi romanlarla ilgili sitelere göre[2] ne çizgi romanın orijinalinin yayınlandığı İtalya’da, ne konunun geçtiği Kanada’da ne de dünyanın diğer ülkelerinde Kaptan Swing ile ilgili başka bir film çekilmemiştir. Benzer şekilde Zagor’un üç sinema uyarlamasının üçü de yine Türkiye’de yapılmış,[3] ayrıca üç de Kinova filmi çekilmiştir1.

“Hisar Film’in siz sinemaseverlere bir hediyesi olan” Korkusuz Kaptan Swing filminin yönetmenliğini Tunç Başaran yapmış, Kaptan Swing’i Salih Güney, Gamlı Baykuş’u Süleyman Turan, Mr Blöf’ü ise Ali Şen oynamıştır[4].

İtalya’dan sonra Türkiye için de sorabiliriz; acaba neden bu çizgi romanlar Türkiye’de böylesine büyük bir ilgi gördüler, neden bu çizgi romanların filmleri başka ülkelerde değil de Türkiye’de çekildi? Bu çizgi romanlar hangi ihtiyaca cevap veriyordu, o ihtiyaçlar bugünün koşullarında nasıl tanımlanabilir ve eğer bugün bir karşılıkları varsa şimdi hangi araçlarla gideriliyor?

Swing okurlara yakışıklı, cesur, yenilmez bir genç adam olarak sunulur. Kendisiyle özdeşleşen okurun gözünde çevresine karşı bir üstünlük duygusu uyandırsa da kişiliğinde kibir ve küstahlıktan eser yoktur. Kaptan Swing tam kararında bir özgüven sergiler ve etrafına sıcak bir güven duygusu yayar. Kırmızı urbalılarla savaşmakta tecrübelidir ve kendisini hep başarıya ulaştıran geniş bir bilgi birikimine sahiptir1.

Diğer çizgi roman kahramanları da olumlu özellikler taşır. Tom Miks aslında bu dünyada yalnız kalmış 16 yaşında bir ergendir. Cesaret ve kararlılıkla üstesinden geldiği bazı görevlerden sonra Yüzbaşı rütbesiyle ödüllendirilmiştir. Yardımcı kahramanlar Doktor Salasso ve Konyakçı Tom Miks’e göre daha keyfine düşkün tiplerdir ve adeta Tom Miks’in aşırı sorumlu ve olgun tavrına bir tezat oluştururlar.

Bu kahraman tipolojisinin şimdilerde seyredilen filmlerdeki ve oynanan oyunlardaki kahramanlarla pek bir ilgisinin olduğunu/kaldığını sanmıyorum. Bu eski kahramanlar sonuçta doğru olanı yapmak için sorumluluk alan, özgürlük için savaşan, gücünü yanlış işlerde kullanmaktan kaçınan kişilerdi.  Ana kahramanların ideal kişiliklerini korumak için olsa gerek etraflarında her zaman daha zayıf, daha keyfine düşkün, daha sorumsuz, daha eğlenceli tipler olurdu (Konyakçı, Doktor Salasso, Gamlı Baykuş, Çiko, Profesör Oklitus, Mr Bluff, Köfteci Tonton). Aslında böylelikle asıl kahramanlar gerçekçi olamayacak kadar idealize edilir ve derinlikten biraz yoksun “çizgi roman kahramanları” olarak kalırlardı. Öte yandan tüm bu özelliklerine karşın, resimli olmalarından dolayı bu kitaplar “gerçek” okumanın önünde bir engel oluşturdukları kanısıyla fena halde aşağılanırlardı. Ana kahramanlarının genelde kişisel olmayan amaçlar için fedakârlıkla, zekâyla ve dürüstlükle maceralara atılmasına karşın bu çizgi romanların anababalar ve öğretmenlerce genellikle olumsuz değerlendirilmeleri ilginçtir. Yine ilginç sayılabilecek bir biçimde daha sonra bu çizgi romanların itibarları iade edildi ve eskisi kadar olmasa da yine alıcı buldular. Ama bu ikinci dönemde Marvel kahramanları gibi çok ciddi endüstriyel rakipleri vardı.

***

Spillius’ların oğlu Alex, The Telegraph’ın Güney Doğu Asya muhabiri olarak çalışırken Solomon Adalarına yaptığı duygusal bir yolculuk hakkında bir makale yazmış, yolculuğun konusunu rahat bir tavırla ve ilginç bir üslupla anlatmıştı:

“Bu yıl Solomon Adalarını ziyaret etmeden önce bana dayı/amca diyen yalnızca iki kişi vardı, ablam Sisifa’nın oğlu ve kızı. Fakat bu çok uzak ve çok farklı adada bana kardeşim diyen biriyle ve ayrıca 23 yeğenle karşılaştım. Üvey kardeşim Philip’i ilk duyuşum 14-15 yaşlarındayken olmuştu. Bir tatil öğleden sonrası ablam Sisifa bana anlatması gereken bir şey olduğunu söyledi ve o zamanlar evimize çok yakın olan Regent’s Parkında biraz yürümemizi önerdi. Frizbi oynayanlar ve uçurtma uçuranlar arasında dolaşırken babamız Jim’in 1950’li yıllarda Solomon Adalarında yaşarken yerli bir kadından bir çocuğunun olduğunu söyledi. Bu, babamız annemizle tanışmadan birkaç yıl önce olmuşmuş[5]”.

Alex daha sonra Solomon Adalarına gidişini ve kardeşiyle tanışmasını hoş bir biçimde anlatıyor. Kafasında neler kurmuş, nelerle karşılaşmış, kardeşiyle ve ailesiyle görüşürken neler hissetmiş vb. Orada polis olarak çalışan ve şimdilerde bir güvenlik şirketi kuran Philip’in dokuz çocuğu varmış, ölen kardeşinin iki çocuğunu da evlat edinmiş, 12 torunu da katınca Alex’e dayı/amca diyebilecek toplam 23 kişi mevcutmuş. Alex “Solomon adalarında aile planlaması yok, aile fidanlaması var” (they have family planting, not family planning) diyerek durumu özetliyor.

Hikâyeye göre James Spillius Polinezya adalarından birisi olan Tikopia’nın sosyal sistemini incelemek için görevlendirilmiş ve orada Philip’in annesi Paniela ile tanışmış. Panelie James’in 18 aylık görev süresini bitirip Londra’ya dönmesinden kısa bir süre önce hamile kalmış. James’in ayrılmasından sonra evlenip birçok çocuk doğurmuş. Ancak Alex’in Philip ile buluşmasından çok önce vefat etmiş.

Pasifikte geniş aile çatısı altında evlilik öncesi ilişkilerden olan çocuklar, önceki evliliklerden olan çocuklar, ölen kardeş ya da kuzenlerin çocuklarından evlat edinilen çocuklar bir arada yaşayabilmekteymiş. Hıristiyanlığın yaygın ve güçlü olmasına karşın evlilik dışı çocukların sayısı az değilmiş. Alex Spillius babamın durumunda olan birisinden kalmasının beklenmediğini anladım diyor. Ama yine de dünyanın öbür ucunda bir çocuğunun olduğunu bilmenin nasıl bir duygu olduğunu ve böyle bir durumda insanın sorumluluğunun nerede başlayıp nerede bittiğini merak edip durmuş.

Anlaşılan ağabeyi Philip adadaki ilk melez çocukmuş. Philip’i büyüten anneannesi ve dedesi babası James Spillius’a saygı duyar ve onun özel bir adam olduğunu söylerlermiş. Philip on yaşındayken okumak için başka bir adaya gitmiş ve sonra polis olmak için eğitim almış.

Alex kendi zihniyle Philip’in zihninin bu buluşmayı nasıl kavradığına ilişkin bir örnek veriyor. Kendisi adalara üvey kardeşiyle tanışmak için gelmiş, ama bu konuşmalar sırasında Philip ona hep kardeşim diye hitap ediyormuş. Sonra Alex de tutumunu değiştirmiş ve ona kardeşim demeye başlamış. Philip babasının adalara yeniden gelip gelmeyeceğini sormuş, Alex de seksenini aşmış olan babasının gelmesinin pek olası olmadığını söylemiş. Birlikte babalarına telefon etmişler. Bir başkasının James’e baba diye seslenmesi Alex’te sahiplenmecilik, kıskançlık gibi duygular uyandırmış. Baba ve oğul (Philip) hayli uzun sohbet edip gülüşmüşler.

Ayrılırlarken Alex aile nedir diye düşünmüş. Acaba Philip onun için gerçek bir akraba mı yoksa onunla kaçınamadığı bir bağı olan bir yabancı mı?

Alex yazısını “Philip’in, karısının ve çocuklarının bizimle kurdukları ilişki doğal, herhangi bir talep içermeyen, herhangi bir şeyden yakınmayan, sitemsiz, coşkulu bir ilişkiydi. Belki birbirimizi daha yakından tanıdığımızda her ailede olduğu gibi bazı güçlükler ortaya çıkabilir, ama Honiara’dan ayrılırken basit ve açık bir yanıt bulmuştum bu sorulara: Aile, sevgidir” diye bitiriyor.

***

Spillius’un vefatının ardından birkaç vefat yazısı (obituary) yazılmıştı. Bunlar The Guardian, The Telegraph, The Times gibi gazetelerde ve Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin dergisi gibi mesleki yayınlarda yayımlanmıştı. Bu kısa yazılarda Spillius’un aynı özelliklerinin ön plana çıkarılmış olması, yazılanların birbiriyle tutarlı olması dikkat çekiciydi. Spillius’un psikanalizden önce başka bir alanda tanınmış bir akademisyen olması, açık ve anlaşılır üslubu, önyargısız merakı vb herkesin vurguladığı özelliklerdi. Bunların daha ayrıntılı bir tasviri benim evvelki yazımda da var[6].

The Guardian’daki yazıyı meslektaşı ve çalışma arkadaşı Michael Feldman yazmıştı. Feldman, Spillius’un altmış yıla yayılan uzun bir dönemde yazılmış yazılarını derlediği ve ölümünden kısa bir süre önce yayımlanan Psikanalizde Yolculuklar kitabına yazdığı girişte adını anarak teşekkür ettiği birkaç kişiden birisiydi. Ama Feldman’ın vefat yazısındaki cümlelerden bazıları bana tanıdık geldi. Nereden hatırlıyor olabileceğimi düşündüm, sonra da bu tahminler doğrultusunda aradım. Gerçekten de Feldman’ın bu cümleleri Melanie Klein’la Karşılaşmalar kitabının editörleri olan Priscilla Roth ve Richard Rusbidger’in kitaba yazdıkları önsözde Spillius hakkında söylediklerine fena halde benziyordu. Bunları alt alta veriyorum.

Roth ve Rusbidger: “Sağlamca savunduğu kendi bakış açısını geliştirmiş fakat başkalarının bakış açıları konusunda da sınırsız bir merak sergilemiştir. Hiçbir zaman ahlakçı bir tutum sergilememiştir. Bu onun konuları antropologça ele alışıyla uyumludur—konu ister bir grup Londralı aile, ister bir grup çağdaş psikanalist ya da isterse divandaki son hastası olsun çalışmaların nasıl gittiğiyle hep ilgili olmuştur[7].”

Michael Feldman: “Sağlamca savunduğu kendi bakış açısını geliştirirken başkalarının bakış açıları konusunda da sınırsız bir merak sergiledi. Hiçbir zaman ahlakçı bir tutum sergilemedi. Antropolog perspektifiyle uyumlu olarak konu ister bir sosyal sistem ister bir hastanın bilinçdışı zihni ya da başkalarıyla etkileşim olsun işlerin nasıl gittiğiyle hep ilgili oldu[8].”

Durumu düşününce Feldman’ın Spillius’un ardından bu kısa biyografiyi hızla yazmak zorunda olması, belki ne yazacağını bulmakta zorlanması gibi şeyler akla geliyor. Yine de bu sözleri “Roth ve Rusbidger’in yerinde olarak belirttikleri gibi” filan gibi bir ifadenin ardından söyleseydi içim daha rahat ederdi.

***

Spillius’ların Tonga Krallığı maceralarından söz ederken bizdeki tongaya basmak deyimini hatırlamamak olmazdı.  Güncel TDK sözlüğüne göre tonga “hile, düzen, tuzak” anlamlarına geliyor. Tongaya basmak/düşmek de “kendisini kötü bir duruma düşürmek için hazırlanan bir düzene uğramak,  tuzağa düşmek” olarak tanımlanmış. Bir de örnek cümle verilmiş Reşat Nuri Güntekin’den: “Fakat insan salim kafayla bir dakika düşündü mü tongaya bastığını anlar.[9]

Bunun dışında pek fazla bilgi yok. Yalnızca pek sahih olmayan bir kaynakta tonganın kurutulmuş tütün yaprakları denk yapılırken kullanılan bir yöntem olduğu söylenmiş [10]. Buna göre bir sandığın içi bez ile kaplandıktan sonra kurutulmuş tütün yaprakları presleniyor, sonra çıkarılıp paket haline getiriliyor. Bu oluşan tütün balyasına da tonga deniyor. Ama bunun tongaya basmak/düşmek ile bir ilgisi var mı belli değil.

Biz Spillius’ların Tonga maceralarından söz ettikten bir iki gün sonra T24’te Akdoğan Özkan’ın “Tongaya Getiren Nefret” başlıklı bir yazısı yayımlandı[11]. Yazıda 1991 ve 2003 Körfez savaşlarında tohumları atılan nefretin nasıl IŞİD’ın sıva malzemesi olduğu anlatılıyordu. Yazıda DAEŞ/İslam Devleti ne ölçekte bir devlettir sorusunun cevabı şöyle veriliyordu: “Gayrisafi Yurtiçi Hâsılası küresel sıralamada ancak 184. sırada yer alan Tonga ölçeğinde bir devletten söz ediyoruz. Afrika’daki Togo’dan söz etmiyorum. Tonga, Okyanusya’da Togo’dan da cılız bir ada devleti. Adını duydunuz mu, bilmiyorum. Ama IŞİD, dünya üzerinde ancak birçoğumuzun adını sanını duymadığı bu ülke kadar ekonomik güce sahip bir örgüt. İşte yıllardır ABD ve müttefiklerinin bir türlü bitiremediği yapı bu!”

Şimdi güzel bir tesadüf eseri olarak, Tonga’nın adını duydunuz mu bilmiyorum diye soran sevgili Akdoğan’a T24 okurları olarak “Tabii duyduk, hatta anlatacak birkaç enteresan hikâyemiz bile var! Kraliçe Salote’yi de pek severiz!” diyebilirsiniz.

***

Tahmin edeceğiniz gibi çağrışımlar ve kenara konan notlar bunlardan ibaret değildi. Bunlardan bazıları ayrı, bağımsız yazılar olarak sonradan gündeme gelebilir.

Ama bugünlerde ne okusak ne yazsak hepimizin aklında olan bir başka ve önemli çağrışımla bitirelim, yani referandum konusuyla. İktidarın nihayet hayır demenin teröristlik olmadığına ve hayır tercihinin de evet tercihi kadar saygın olduğuna karar verebildiği görülüyor. Bunun vicdani bir karar olmayıp evvelki söylemin halk nezdinde neredeyse bir infiale yol açtığının fark edilmesiyle ilgili olması bu sözlerin değerini hayli azaltsa bile insan yine de “hayır diyebiliyormuşuz” diye düşünmekten memnun oluyor. 

Gerçi bu sözlerin ardından usta politikacının “bu dünyayı da ahreti de tehlikeye atmamak” için evet deme önerisi akla geliyor[12].  Gerek bu sözlerden gerekse yılgınlıktan, bıkkınlıktan, korkudan dolayı evet tercihi bir an için akıllardan geçecek gibi olsa bile bu defa da insanın aklına örnek cümlede Reşat Nuri’nin dedikleri takılıyor: “Fakat insan salim kafayla bir dakika düşündü mü tongaya bastığını anlar.”


Kaynaklar:

[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Zagor

[7] Spillius E (2007) Encounters with Melanie Klein, Selected Papers of Elizabeth Spillius. Roth P and Rusbridger R (eds.) Routledge, London

[9] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&kelime=tongaya%20basmak%20(veya%20d%C3%BC%C5%9Fmek)&cesit=1&guid=TDK.GTS.53af735ccd71e8.61475073

[10] http://anfaengerwriter.blogspot.com.tr/2014/10/tongaya-dusmek-ne-demek.html

[11] http://t24.com.tr/yazarlar/akdogan-ozkan/tongaya-getiren-nefret,16934