02 Nisan 2017

Değerli ve sevgili bir psikanalistin ardından

Elizabeth Bott Spillius ile Karşılaşmalar

Elizabeth Bott Spillius 4 Temmuz 2016’da vefat etmiş. Ben bunu ancak geçen ay öğrendim. Anlatmaya çalışacağım üzere önemli bir psikanalistti.

Neden anlatmaya çalışacağım? Ben de tam bilmiyorum, ama böyle bir istek hissediyorum. Üstelik Spillius genel okuyucu için hatta muhtemelen meslekten okurlar için bile çok bilinen, ismi peşin bir ilgi uyandıracak birisi değil. Tek gerekçem, anlatırken kendi merak ve ilgimi bir şekilde okuyanın merak ve ilgisi haline getirebilmek ihtimali. Eğer ilgimin içtenliğini, Spillius’u okumanın ve ondan öğrenmenin bende yarattığı heyecanı, onunla zihinsel karşılaşmalarımın yarattığı memnuniyeti ve bütün bunların oluşturduğu havayı iletebilecek bir şeyler yazabilirsem, o zaman aslında anlattığım konunun ya da kişinin yabancılığı ikinci dereceden bir mesele olacak. Asıl anlattığım şey benim onunla kurduğum (veya kurduğumu tasarladığım) ilişki, bu ilişkiye bağlı birtakım duygular ve hatıralar, başka zihinlere duyulan samimi merak gibi daha temel konulara dönüşecek. Sonra, dolaylı olarak Elizabeth Bott Spillius adı da umarım ki hafızalarda kendine bir yer bulabilir.

Elizabeth Bott Spillius

Künye bilgileriyle başlarsak, Elizabeth Bott Spillius 1924 Kanada, Ontario doğumludur. Annesi de babası da psikolog olan Spillius, Toronto Üniversitesinde psikoloji, Şikago Üniversitesinde de antropoloji okumuştur. Daha sonra Londra’ya gelmiş ve eğitimini iki ayrı kurumda daha ilerletmiştir (London Schools of Economics ve Tavistock Instute of Human Relations) [1].

Elizabeth Spillius doktorasını 1956’da verdikten sonra 1957’de aile sosyolojisi alanındaki en etkili eserlerden birisi sayılan Aile ve Sosyal Ağ adlı çalışmasını yayımladı. Çalışma Londra’nın doğusundaki işçi sınıfından aileler arasında yapılmıştı. Bu kitapta formüle ettiği ve daha sonraları Bott Hipotezi adıyla anılan temel fikri şuydu: Eşlerin kendi sosyal ilişki ağları ne denli yoğunsa ailedeki rol ayrışması (kadın/erkek, karı/koca vb) o denli belirgin oluyordu [2].

Spillius böylelikle antropoloji kariyerinde sağlam adımlarla ilerlerken ve psikanalist olmak hiçbir şekilde aklında yokken kendi ifadesine göre kişisel güçlükleri nedeniyle psikanalize başladı[3].  Ama psikanalize başladıktan bir süre sonra kendisi gibi antropolog olan eşi James Spillius’un Dünya Sağlık Örgütü tarafından önerilen bir görevle dünyanın öbür ucundaki Tonga Krallığına gitmeye karar vermesi üzerine onunla birlikte haritadan bakınca bile ıssız ve yalıtılmış görünen Güney Pasifikteki bu adalara gitti. Tonga Krallığı Polinezya öbeğine bağlı ada topluluklarından birisi olup irili ufaklı 170 kadar adadan oluşur.

Tonga’yı o sıralarda Kraliçe Salote yönetmekteydi. Kraliçe Salote Spillius’ların Tonga’ya gidişinden birkaç yıl evvel, 1953’te Londra’da Kraliçe Elizabeth’in taç giyme törenine katılmış, sempatik tavırları ve ilginç kişiliğiyle İngiltere’de hayli sevilmişti. Tören sırasında yağan yağmura rağmen halka ve kraliçeye saygısının bir ifadesi olarak arabasının üstünün örtülmesini istemeyen ve halkı selamlayan Salote hakkında taç giyme törenine katılışıyla ilgili bir şarkı bile yapılmıştı [4]. Kırk yedi yıl boyunca (1918-1965) tahtta kalan Kraliçe Salote kişiliği gibi bedeni de etkileyici büyüklükte bir kadındı, boyu 191 santimdi.

Çiftin Tonga Krallığındaki yılları gayet verimliydi. Spillius burada bulunma imkânını heyecan ve hevesle karşıladı ve karizmatik Kraliçe Salote ile yakın arkadaş oldu. Elizabeth ve Salote birlikte çalışarak Kaptan James Cook’un Endeavur gemisiyle yaptığı meşhur keşif seferlerinden birinde adalara varışından başlayarak bölgenin yazılı tarihini kaydettiler. Elizabeth antropoloji yazınına bir katkı olarak “kava” töreni hakkında detaylı bir değerlendirme yazdı ve bir tür akrabalık töreni olan kavanın anlatımında psikanalitik kavramları da kullandı. Ayrıca bu töreni filme çekmesi için o zamanlar hayli genç olan ünlü yönetmen David Attenborough’ya yardımcı oldu 2

Kraliçe Salote, Elizabeth ve James Spillius’a Tonga isimleri vermişti. Bunu oğulları Alex şöyle anlatıyor: “Kabul edilişlerinin bir işareti olarak kraliçe onlara Tonga isimleri verdi, babam için Kolofau, annem için Nua, ki Tonga’lılar halen onları bu isimlerle anıyorlar. Başkent Nuku’alofa’da 1960’da  ablamın doğması üzerine kraliçe yüzünde bir gülümsemeyle, bizimkilerin aklında hangi isim olursa olsun, bebeğin adının Sisifa olacağını buyurmuş. Annemle babam Londra’ya döndüklerinde Salote kurnazca bir kararla hayli yaramaz olan ergen torunu Taufa’nın (sonradan Kral V. George adıyla tahta çıktı) İngiltere’de okurken kendisini izleyecek dikkatli gözlere ihtiyacı olduğu kararını vermiş. Böylece Taufa 1963’te, 16 yaşındayken bizimkilerin Bayswater’daki dairesine yerleşmiş ve babam onun muhafızı olarak atanmış”[5].

 

Elizabeth Bott Spillius ve Kraliçe Salote2 

Spilliuslar Londra’ya döndükten sonra Elizabeth psikanaliz eğitimini tamamlar ve 1964’de psikanalist olur. Psikanalizle tanışmasının başlarından itibaren Melanie Klein’ın görüşlerinden etkilenmiştir. Daha sonraki çalışmalarına bu etkilenme yön vermiştir. Melanie Klein’la Karşılaşmalar adlı kitabında şöyle der:

“Melanie Klein’la karşılaşmalarım birçok biçim altında olmuştu: Kitaplarını ve makalelerini okumak, iki kişisel analizim, süpervizyonlar ve kıdemli meslektaşlardan bir şeyler öğrenmenin diğer yolları, kendi klinik çalışmalarım, benim kuşağımdan ve sonraki kuşaklardan meslektaşlarla tartışmalarımız, Klein arşivindeki araştırmalarım—Neredeyse her biçimde karşılaştım onunla, kendisiyle doğrudan temas hariç. Klein’la doğrudan temasa en yakın olduğum an 1956’da psikanalitik eğitimime başladığım sırada İngiliz Psikanaliz Cemiyetinde yaptığı bir konuşmayı dinlemekti. Psikanalizdeki ilk yılımdan sonra üç yıla yakın bir süre antropolojik saha çalışması için Londra’dan ayrıldım ve 1960’ın sonbaharında döndüğümde Klein yeni vefat etmişti”[6] .

Spillius Kleinyen kuramın en önemli temsilcilerinin görüşlerini özenle bir araya getirdiği iki ciltlik harika bir kitabın editörlüğünü yapmıştı. “Günümüzde Melanie Klein” adlı bu kitapların ilk cildi ağırlıklı olarak Klein’ın kuramını, ikincisi ise pratiğini ele alıyordu[7]. Bu kitap, Kleinyen kuramın yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki evrimini izlemek için en iyi kaynaklardan birisidir. 

Spillius için bu denli önemli olan Melanie Klein birçoklarınca psikanalize Freud’dan sonra en büyük kuramsal katkıyı yapmış olan psikanalisttir. Özellikle İngiliz ve Latin Amerika psikanalizinde görüşlerinin büyük bir ağırlığı vardır. Benim Spillius’un bakışından öğrenmek istediğim de Klein’ın kuramıydı. Klein’ın ve Kleinyen yazarların yazılarında bazı görüşlerin neye nasıl dayandırıldığını anlaşılmaz bulur ve bundan rahatsız olurdum. Spillius’un zihnindeki Klein’da ve dolayısıyla onun Klein’i anlatıp sunmasında ise başka bir hava, bir açıklık ve berraklık vardı. Bu insana Klein’ın görüşleriyle ne yapacağını seçebilme imkânı tanıyordu. Çünkü yeterince anlamadığınız bir görüşü kabul ya da reddetmenizin bir anlamı yoktur.

Spillius’un yazdıklarının bana neden önemli ve aydınlatıcı geldiğini düşündüğümde aklıma ilk olarak onun psikanalize geçmeden önce uzun bir antropoloji geçmişine sahip olması ve yazılarında kuvvetli bir sosyal bilimci zihniyetinin hissedilmesi geliyor. Ben psikanalize tıp ve psikiyatri üzerinden olduğu kadar (hatta ondan daha önce ve belki daha ağırlıklı olarak) toplumcu görüşün insan ve toplum tasavvurunu daha iyi anlamaya çalışmak gibi bir yoldan geldiğim için Spillius’un üslubundaki tanıdıklık beni sevindirmişti. Bu pek tanımadığınız bir muhitte (Kleinyen kuram) anlaşabileceğiniz birisiyle karşılaşmak, konuştuğu dili tanıdık bulduğunuz birisine rastlamak gibi rahatlatıcı bir histi.  Gerçi benim antropolojiden ziyade sosyoloji, özellikle de siyaset sosyolojisi ile ilgim olmuştu ve o zamanlar idolüm Wright Mills idi. Çok zaman sonra Mills’e yeniden döndüm ve onun “sosyolojik tahayyül”ünden esinlenerek kendi çalışma alanım için bir tahayyül (psikiyatrik ve giderek psikanalitik bir tahayyül) geliştirmeye çalıştım.

Spillius da antropolojinin içinde yalnızca sosyal antropolojinin ilgisini çektiğini söylüyordu. 2009’da yazdığı bir makalede, psikanalist olduktan kırk beş yıl sonra bile “Psikanalist olmam beni hala şaşırtıyor, çünkü antropolojide hayli mutluydum” diyordu[8]. Bu makaleye İngiliz Psikanaliz Cemiyetine bir antropolog gözüyle bakmaktan kendini alamadığı bir bölüm yerleştirmişti. Ama kendi eylemine ilişkin ilk uyarıyı yine kendisi yapıyor ve “antropolojide ilk öğrenilen şeylerden birisi eğer bir grubun iyice içindeyseniz onu gerçekten incelemenizin mümkün olmadığıdır” diyerek söylediklerinin “doğru düzgün antropoloji” sayılmaması gerektiğini ilave ediyordu. Makaledeki bu ikili tutum, bu iki odaklı yaklaşım belki onun psikanalizdeki konumuna ilişkin genel bir fikir de verebilir.

Sanırım Spillius’a ilgimin bir diğer bir nedenini Melanie Klein’la Karşılaşmalar kitabının editörlüğünü yapan Roth ve Rusbidger’in onun hakkında söylediklerinde bulabiliriz: “Kendi görüşlerini sağlamca oluşturur ve sıkı biçimde savunurken başkalarının bakış açısını öğrenmek konusunda sınırsız bir merakı vardır.” Bunlar övgü olsun diye öylesine söylenmiş sözler değildir, zira Spillius’u okurken insan aynı şeyleri düşünmeden edemiyor. Bunlara beklenmedik derecede açık sözlülük ve entelektüel dürüstlük hasletleri de ilave edilebilir. Bu özellikleri ilk fark ettiğim yer onun Antonino Ferro’nun İki Kişilik Alan[9] kitabına yazdığı giriştir. Bu giriş yazısı hiç de alışılagelmiş bir üslupla yazılmamıştır. Olağan durumda giriş ve sunuş yazanlar “şu bölümü hiç anlamadım, şuradaki görüşle aynı fikirde değilim, şu konuda ben farklı düşünüyorum” gibi cümleleri pek de kullanmazlar. Spillius ise sunduğu yazarın “kendinden menkul, anlaşılması güç terminolojisinden” söz etmekten, “bu terimleri klinik olarak kullanmayı bırakın ne olduklarını anladığım ya da hatırladığım bile söylenemez” gibi sözler sarf etmekten hiç gocunmaz. Ama kanısını söylemeden önce, aklına takılanları anlamak için yazarla yazışmış, sorular sormuş, açıklamalar istemiş, başka meslektaşlarıyla konuşmuş, onların görüşlerini almıştır. Ancak bunlardan sonra yukarıdaki gibi ifadeleri kullanmakta kendini rahat hissetmiştir.

Yine ilave etmeli ki,  Spillius’un nesnel, açık, anlaşılır olmak çabasının yanında görüşlerinin kişiselliğinden hiç rahatsız olmayan ve genel ifadelerin arkasına saklanmayan bir tutumu da var. Örneğin Karşılaşmalar’da da yer alan makalelerinden birisinin başlığı “Melanie Klein: Genel Bakış ve Kişisel Bakış”tır[10]. Bence Spillius dışında birisi yazsaydı, büyük olasılıkla “genel bakış”tan sonra durur, kişisel bakış kısmını başlığa koymazdı. Ama makaleyi okuyunca neden böyle yazdığı da gayet iyi anlaşılıyor. Örneğin alışılagelmiş yoldan farklı olarak Klein’ın çocuk analizi hakkında yazdıklarının psikanaliz alanında ilk okuduğu ve kendisine en gerçek gelen şeyler arasında olduğunu anlatıyor. Vefatından sonra Feldman’ın The Guardian gazetesine yazdığı kısa biyografide[11] belirttiğine göre Spillius Freud’u daha 16 yaşındayken eline almış ama kadınlar hakkında yazdıklarını rahatsız edici bularak fazla okumadan bırakmıştı. On bir yıl sonra Klein’ı okuduğunda ise kendi kendine “İşte bu! Bana uygun yaklaşım bu!” demişti.

Psikoterapi ile psikanaliz ilişkisi hakkında düşünürken yazdıklarında dürüstçe, kişisellik içeren biçimde ve berrak olarak düşünme özelliklerini bu kez bir arada görebiliriz. Bu aslında her zaman konuşulan bir ilişkidir ve pek çok cevabı olan, pek çok biçimde açıklanmış bir konudur, böyle her konu gibi de biraz netameli bir yanı vardır. Spillius şöyle diyor: “ Pek çok psikanalist ve psikoterapiste süpervizyon vermiş olmama karşın psikanaliz ve psikoterapi arasında ayrım yapma gayretleri ya da birisinin veya öbürünün belirli yakınmalar için en iyi yaklaşım olduğu iddiaları beni pek etkilememiştir. Bununla birlikte, yavaş yavaş psikanaliz ve psikoterapi arasında farklılıklar olduğunu düşünmeye başladım. Temel olarak psikanaliz analistin hastanın kendisini anlamasına yardım etmesidir. Psikoterapide ise terapist kendisinin hasta hakkında ulaştığı ve hasta için yeni olan bir bilgiyi ona vermektedir”[12]. Devamında da iki türü en iyi ayırt eder görünen sıklık konusundan yararlanarak, sıklığın bu söylediği şeyin ortaya çıkmasındaki etkisini anlatır.  Ama tüm farkı sıklık konusuna bağlamaz, diğer etmenleri inceler ve ardından da Bay Kahverengi ve Bayan Yeşil adını verdiği iki klinisyenin işlerini bu bağlamda ele alır.

Editörlüğünün mü yoksa yazarlığının mı daha iyi olduğuna karar vermek zordur. 2012’de yayımlanmış bir kitabında hem yazarlığı hem de editörlüğüyle ilgili ipuçları bulunabilir[13]. Genel bir giriş yazmakla kalmayıp ara bölümlere de açıklamalar yazması, konuyla ilgili yazına emek ve gayretle hâkim olduğu hissini veren geniş bakışı bu kitapta da etkileyicidir. Başka yazarlarca yazılmış bölümleri okura sunmadan evvel kendisinin anlamaya çalışmasını izlemek ona karşı bir güven hissetmenize yol açar. Yalnızca genel bir giriş yazmakla kalmayıp kitap boyunca ara bölümlere de açıklayıcı girişler koymuştur.

Gerektiğinde derlemeye aldığı yazarlarda gördüğü eksiklikler varsa belirtme huyuyla ilgili bir örneğin üzerinde duracağım. “Yansıtmalı özdeşim” hakkındaki bir kitapta Thomas Ogden’ın bölümüyle ilgili olarak  “(Ogden) Klein’ın görüşünde tüm sürecin yansıtan kişinin düşleminde olup bittiğini ve kişiler arası iletişim öğesini Bion’un ilave ettiğini belirtmiyor. İnsan Ogden’ın katkının kime ait olduğuyla ilgili akademik nezaketi pek önemsemediği izlenimini ediniyor”12 diyor. Söylediği doğru ama kendisi de benim kıymetlilerimden olduğu için Ogden lehine şunu söylemeliyim ki, Ogden konuyu bu kitaptan evvel bir makalesinde tartışmış ve neden bu tutumu benimsediğini açıklamıştı[14]. Spillius bunu okudu da buna rağmen mi böyle yazdı, yoksa Ogden’ın yazısını okumadı mı bilmiyorum. Muhtemelen okuyup ikna olmamıştır. Ya da belki Spillius’un bile gözden kaçırdığı bazı şeyler vardır.

Kleinyen kavramlar hakkındaki sözlük çalışması da (her ne kadar başka editörlerle birlikte kotarılmış bir işse de bariz biçimde Spillius’un damgasını taşıyan bir kitaptır bu) çalışma ahlakı konusunda fikir verir[15]. Bu sözlüğün daha kişisel ve basit bir biçimini (ilk versiyonunu) yazmış olan Robert Hinshelwood’a birkaç sayfa içinde beş kez teşekkür edildikten sonra bir de son paragrafta şu nezahetin sergilendiğini görmek insanı daha iyi bir insan olmaya teşvik etmiyor mu?

“Kendi yaratıcı eseri olan Sözlük için olsun yeni edisyonu hazırlama işini bize kayıtsız koşulsuz devretmekteki cömertliği için olsun Bob Hinshelwood’a karşı büyük minnet hissediyoruz. Umuyoruz ki çok sayıdaki değerbilir ve sadık okuru çalışmaya kaçınılmaz olarak kendi damgamızı vurmamızdan dolayı bizi bağışlayacak ve onun özgün görüşüne karşı adil ve saygılı olduğumuza karar verecektir”.

Bu sözlüğün sunuşundan şu cümleleri almazsam Spillius’un o kadar değer verdiği Kleinyen kuram ve kavramlar hakkında önemli bir bilgiyi okurdan esirgemiş olurum. O yüzden uzatmak pahasına aktarıyorum:

“Kleinyen kavramlar sıklıkla insan zihninin ilkel öğeleriyle ilgilidir. Bu kavramlar bazen sağduyudan uzak görünürler ve sanki atom altı fiziğinin anlaşılmaz parçaları gibidirler ama bazen de dolaysızca ve sezgisel olarak anlamlı görünürler. Gerçek bir kavrayış hissini sözcüklerle aktarmak çok zordur ve okurun kavramları kendi zihninde ve başkalarının zihninde işlemesi gerekir. Kleinyen kavramlar psikanalizin klinik temeliyle yakından ilişkilidir; Kleinyen kuram büyük ölçüde klinik bir kuramdır ve öznel deneyime büyük önem verir”15. (İtalikler benim.)

Bütün bu özellikleriyle Spillius bende kendisinin anlamadığı bir şeyi anlatmaya kalkışmayan seçkin yazarların uyandırdığı şükran hissini uyandırmıştı.  İlk kitabı Aile ve Sosyal Ağ ile son kitabı Psikanalizde Yolculuklar arasında neredeyse altmış yıllık bir süre olan Spillius’un emeğine, gayretine saygı duymamak, hayat tecrübesinden ve zihinsel zenginliğinden etkilenmemek mümkün değildi.  Bu nedenle 2015 sonlarında bir email yazarak bunları kendisine de ifade ettim. Birkaç gün sonra şöyle bir yanıt aldım:

“Mektubunuz için çok teşekkür ederim, Elizabeth adına yanıt veriyorum. Ben kızıyım, adım Sisifa. Daha önce yanıtlayamadığım için özür dilerim. Annemin emaillerini gerektiği kadar sık kontrol edemedim ve bu yıl Noel çok hareketliydi. Elizabeth’in sağlığı son 2-3 yıldır biraz kötüledi. Bu yüzden size kişisel olarak yanıt veremedi. Mektubunuzu yazdırıp kendisine verdim. Heves ve merakla okudu. Güzel sözlerinizden dolayı çok duygulandı ve size yazıp teşekkürlerini iletmemi istedi.

Elizabeth bir süredir psikanalizden emekli oldu. Mektubunuz onun için halen çok önemli olan geçmiş çalışmalarıyla bir bağlantı oluşturdu. Bunun için her ikimiz de teşekkür ederiz”.


Kaynaklar

[6] Spillius E (2007) Encounters with Melanie Klein, Selected Papers of Elizabeth Spillius. Roth P and Rusbridger R (eds.) Routledge, London.

[7] Spillius E (ed.) (1998) Melanie Klein Today Vol.1: ‘Mainly theory’ and Vol. 2: ‘Mainly practice’. Routledge, London.

[8] Spillius EB (2009) On Becoming a British Psychoanalyst. Psychoanal Inq, 29(3): 204-222.

[9] Ferro A (1999) The Bi-Personal Field. Routledge, London.

[10] Spillius EB (1994) Developments in Kleinian Thought: Overview and Personal View. Psychoanal Inq, 14(3):324-364

[12] Spillius E (2015) Journeys in Psychoanalysis: The Selected Works of Elizabeth Spillius. Routledge, London.

[13] Spillius E and O’Shaughnessy E (2011) Projective Identification: The Fate of a Concept. Routledge, London. 

[14] Ogden TH (2003) What's true and whose idea was it? Int J Psycho-Anal, 84 (3):593-606.

[15] Spillius  E et al (2011) The New Dictionary of Kleinian Thought. Routledge, London.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Muhalif seçmen depresyonda mı yasta mı?

Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken, yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Ortada kayıp varsa, kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım.