İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen 26. İstanbul Caz Festivali, 23 Haziran tekrar-seçiminin hemen ardından, daha seçimin üzerinden bir hafta bile geçmemişken, 29 Haziran 2019’da başladı. Tabii bundan dolayı, Festival’in kararlı bir takipçisi olarak bende de “cazın seyri”, önce söz konusu seçimin hem bu topraklar için anlamı üzerine, hem de daha ötede bu toprakların, bu ülkenin tarihsel-kültürel anlamı üzerine şiddetli bir düşünce fırtınasına yol açtı.
Sosyolojinin temel prensiplerinden biridir “özel”deki genel”i görebilmek.
Sosyolojik perspektif, ait olunan genel toplumsal kategorilerin özel (özgül) yaşam deneyimlerimizi biçimlediği öncülünden hareketle, özel/kişisel olandaki genel/toplumsal olanı tespit, teşhis ve tahlil etmeye bizi çağırır.
İşte böylesi bir perspektiften hareketle, (elbette herhangi bir araştırma verisi olmadığı için) hipotetik olarak öne sürmek gerekirse:
İKSV Caz Festivali’nde Beylikdüzü Yaşam Vadisi Parkı, Fenerbahçe Parkı ve Fenerbahçe Khalkedon’da genç-yaşlı caza gönül vermiş herkesi neşe, sevinç ve keyifte buluşturan “Parklarda Caz” ile 23 Haziran’daki İstanbul (esasen, tüm tarafların teslim ettiği üzere, Türkiye) seçiminde kazanan(lar) arasında özelden genele – genelden özele ilinti vardır.
İKSV Caz Festivali’nde Haliç kıyısındaki Halıcıoğlu Parkı’nda toprağın yeşilini müziğin “mavilikleri”ne katıp karıştıran “Ah Şu Cazlar Blues’lar” etkinliğinde coşanlar ile 23 Haziran seçiminin kazanan(lar)ı arasında özelden genele – genelden özele ilinti vardır.
İKSV Caz Festivali’nde Kabataş’tan kalkan “Caz Vapuru”nu doldurup vapurun düdüğünün bakır üflemelilerle mucize harmonisi eşliğinde Anadolu Kavağı’na Boğaz seyrüseferinin “müeddep bir çılgınlık”la tadına varan, 7’den 70’e, muhafazakârdan moderne, laikten dindara el ele kol kola, sarmaş dolaş İstanbullularla…
23 Haziran’ın kazanmış(lar)ı arasında özelden genele – genelden özele ilinti vardır.
Caz Festivali, Lale Devri’nden çıktı!
Ben İstanbul Caz Festivali’ni izlerken, Festival’in gerçekleştirildiği toprağın tarihinde 18’nci yüzyıl başı Lale Devri’ne kadar geri gittim.
Patrona ayaklanmasıyla son bulan Lale Devri (1718-1730), kaba yaklaşımla Osmanlı siyasi tarihinde bir “sefahat fasılası” olarak aşağılansa da aslında Prof. Niyazi Berkes’in kaydettiği üzere, bu topraklarda “sekülerleşme”nin devlet düzeyinde de halk düzleminde de ilk tohumlarının atıldığı çok önemli bir dönemdir. Padişah düşürülse de sadrazam asılsa da şair Nedim (rivayete göre) damdan dama kaçarken düşüp ölse de olan olmuş, “yeni bir dünya”nın güzellikleri ve zevkinin yanı sıra düşünce ve tartışma atmosferi de yüksek (yönetici) tabaka kadar halk arasında da yavaş yavaş hâkim olmaya başlamıştır (N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, 1973, s. 40-42).
Sözü daha doğrudan Berkes’e bırakmak gerekirse:
“İslamlık, Osmanlılık, gaza, savaş ve ahiret dünyalarının dışında, yeni, maddi bir dünyanın varlığı duyuluyordu. Eski dünyaya ya sûfî neşesiyle, ya da Bektaşî alaycılığıyla bakılıyor; gündelik dünyaya [artık] olumsuz bir bakışla bakılmıyordu”.
Demek ki Lale Devri kırılma noktasıdır. Ardından gelen “yenileşme” (Batılılaşma, sekülerleşme) hareketlerinin de III. Selim’den II Mahmut’a, Mustafa Reşit Paşa’dan Midhat Paşa’ya, Hüseyin Cahit’ten Tevfik Fikret’e ve elbette bu simge isimlere eklenebilecek niceleriyle Osmanlı’nın son iki yüzyılına damga vurduğu söylenebilir.
Ama “tohumlar”, günümüzden 300 yıl önce Lale Devri’yle birlikte atılmıştır ve bu doğrultuda esas kaydedilmesi gereken de söz konusu bu “tohum”ların yeşermekten öte artık “yerlileşmiş” olmasıdır.
Çünkü karşıt düşünsel ve siyasal dinamikler dahi etkileşimsel bir şekilde yenileşmenin, sekülerleşmenin (dünyevileşmenin), Batılılaşmanın varlığını kabul etmiş, onun kaçınılmazlığına ikna olmuştur.
Ne İslamcı “Yeni-Osmanlı” Namık Kemal’de ne de "Panislamcı" Sultan II. Abdülhamid’de bu yeni kültürel/yaşamsal “girdi”nin topyekûn reddiyesine gidildiğini görmek mümkündür.
Hatta dikkatli, sakin ve soğukkanlı tarihçilerin değerlendirmelerine bakılacak olursa, durum tam tersidir. Zıt kutuplara yerleştirilmelerine karşın, Batı uygarlığına açıklık noktasında II. Mahmud’la torunu II. Abdülhamid arasında kopuştan çok sürekliliklerin ağır bastığı tespit edilebilir.
İKSV, “yerli”dir
İşte böylesi tarihsel çağrışımlar içinde izledim ben İstanbul Caz Festivali’ni…
Ve izlerken Lale Devri padişahı III. Ahmed’i de Paris’e elçi olarak gidip oradan lale bahçeli köşklerin planları koltuğunun altında dönen 28 Mehmed Çelebi’yi de Tanzimat’ın Mustafa Reşid Paşa’sını, Meşrutiyet’in Midhat Paşa’sını da;
Saraya Batı müziğini getiren, mehterin yerine “bando”yu oturtan II. Mahmud’u da;
Yüzlerce klasik müzik bestesine imza atmış Sultan V. Murad ve "Valse Davet"iyle seçkinleşen Sultan Abdülaziz’i de;
Hatta ve hatta Panislamizm siyasetini esasen dış politika aracı olarak kullanırken (kendisi elbette dindar olmakla birlikte) klasik Batı müziği dinleyen, tiyatro opera operet seven, çocuklarına keman-piyano dersleri aldıran II. Abdülhamid’i bile ruhen aramızda hissettim!..
Demek istediğim şu ki İKSV ve Caz Festivali bu toprağın yerlisidir!
Bunun altını kalınca çizmek gerekir ve zaten İKSV’den dostlarıma da bunu zikrettim. Onlara, arkalarında 300 yıllık siyasal, toplumsal, düşünsel, yazınsal, sanatsal, ruhsal bir altyapı bulunduğunun ve “kültürel” köklerinin derin mi derin olduğunun bilinciyle “özgüvenli” hareket etmeleri gerektiğini naçizane söyledim.
Cumhuriyet’in siyasal-kültürel pratiğini “reklam-arası” sayanlar, bu dönemi ülkenin tarihinde bir “yabancı parantez” addedenler, bu 300 yıla körleşip gerçek parantezin kendi devri iktidarları olduğunu fark edemediler.
Ve yine, esas kendilerinin, “reklam-arası” değilse de bir “regresyon-arası” olduklarının en bariz işaretini 23 Haziran’da almış oldular.
Bence İKSV Caz Festivali’nden “kültürel” enstantanelere de dikkat yöneltirlerse, “Biz nerede yanlış yaptık” sorusunun cevabını bulma yolunda uygun bir başlangıç yapma imkânı da yakalayabilirler.
… Ve huzurlarınızda “buz gibi” sımsıcak Ömür Göksel!
Sözün özü, diyoruz ki İKSV Caz Festivali, bu coğrafyada 300 yıllık tarihsel-kültürel deneyim, birikim ve edinimin en son temize çekilmiş “metni”dir.
Bu “metin” bir de benim kişisel tarihim açısından çok anlamlı, o anlamın bir kahkaha sarmalıyla takdim edildiği kesite sahipti: Ömür Göksel!..
Bu yıl kendisine İKSV tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilen 77 yasındaki “abide”nin, Festival’in açılış törenindeki beliriminin benim mazimde kırpıştırdıklarına iki hafta önceki yazımda değinmiştim.
Ömür Göksel Festival’in kapanışına yakın da sahne aldı. O, iki gece önce, Hakan Başar Trio’nun kanımızı alabildiğine kaynatmasının ardından daha “tedarikli” olarak karşımdaydı.
“Tedarik”ten kastım, neşesini sevincini ve her daim güleçliğini izleyicilerine geçirme yolunda aralara hünerlice serpiştirdiği “soğuk esprileri”!..
Açılışı, konserin hava muhalefeti nedeniyle salona alınması sonrasında hepimize, klimaları kapattırdığını ama endişelenmememiz gerektiğini belirtip, birazdan yapacağı “buz gibi” esprilerle ortalığın püfür püfür olacağı “müjdesi”yle yaptı!..
Hakikaten öyleydi! Frank Sinatra’dan Nat King Cole’a, oradan Charlie Chaplin ve Ayten Alpman’a açılan yelpazede bizi bir yandan bulutların üzerinde dolaştırırken diğer taraftan Sinatra’nın oğluyla ilgili şu “detay”ı paylaşmadan edemedi:
“Frank Sinatra’nın oğlu küçücükken ona bir türlü patik giydiremiyorlarmış. Çocuk ha bire patikleri ayağından çıkarıp atıyormuş. Bir, iki, üç, beş, on, artık gına gelmiş ve çocuğu doktora götürmüşler. Doktor bakmış, muayene etmiş ve sonra teşhisi koymuş: Bu çocuk antipatik!..”
“Yaşlılık, sanat eseridir”
İşte böyle bir taraftan o kadife gibi yumuşacık sesiyle söylediği aşk şarkılarıyla içimizi ısıtan; giderek ısınan salonda terlediğimiz noktada da yaptığı esprilerle “serinlete serinlete” akıp gitti Ömür Göksel!..
Artık çoktan aramızdan ayrılmış, efsane caz müzisyeni arkadaşlarından ve kendi döneminin “kutup yıldızı” Ayten Alpman’dan anılarıyla; sonra tekrar tekrar o “buz gibi” esprileriyle; kahkahalar arasından göz yaşlarımızı sızdıra sızdıra…
Bir Ömür geçti gitti!..
Kendi gençliğini “Ah nerede o günler” diye yâd ettikten sonra sarf ettiği, “Gençlik doğanın eseridir; ama yaşlılık da sanat eseridir; öyle bir çırpıda gelmedik bu noktaya” sözlerinde karşılık bulduğu üzere…
Gerçekten bir “sanat eseri” gibiydi!..
Çıkışta benimle aynı maziden gelen sevimli mi sevimli, heyecanlı mı heyecanlı, güzel mi güzel bir dolu hiç büyümemiş çocukla birlikte ve yanımda eşim, ona CD’lerimizi imzalatmak için yaklaşığımızda buzdan bir espri de ben patlattım:
“20 yaşında, benim doğduğum yıl sahneye çıkmışsın; 57 yaşıma geldim, hâlâ sahnede karşımdasın. Ömrümü aldın Ömür Abi!”
Patlattı kahkahayı. Anladım ki espri konusunda gayet başarılı şekilde onun izindeyim!..
Ömür Göksel ömrümüzü aldı, almaya da devam edecek.
Ve elbette çocuklarımızın, torunlarımızın ömrünü de bu memlekette Ömür Göksel’ler alacak!..
Ömrümüzü son 5-10 yıldır zindan edenlerin açtıkları “dinbazlık parantezi” de bir daha geri dönmemek üzere, “sizlere ömür”, tarihin muhasebe defterinde yerini alacak.