Tarihçi William H. McNeill Pursuit of Power adlı eserinin önsözünde bunu daha önceki Salgınlar ve Halklar adındaki çalışmasının ikizi olarak tasarladığını söyler. Birincisinde insan nüfuslarıyla mikroparazitler arasındaki etkileşimi incelemişken, ikincide insan türünün yaşamındaki makroparazitleri ele aldığını belirtir. Bunlar şiddet konusunda uzmanlaşan farklı insanlardır; kendileri bir şey üretmeden geçimlerini sağlayan bu insanlar silahlı kuvvetlerdir.
McNeil'e göre savaş ve organize insan şiddeti derin bir ikirciklilik içerir. Bir yanda kahramanlık, özveri, beceriklilik, savaşçılar arasında güçlü bir dayanışma vardır. Öbür yandan hayatın kasıtlı ve organize olarak yok edilmesi çağdaş bilince çok itici gelen bir şeydir—özellikle öldürme eylemini gayrı şahsi biçimde ve belli bir mesafeden gerçekleştirme yetisinin çok arttığı 1945 sonrasında. Ayrıca, savaşın bir yüzyıldır endüstrileşmiş olması da tehlikeleri artırmıştır.
Desen: Taha Parla
* * *
Havelock Ellis, Savaş Zamanı Denemeleri'nde savaşın dört nedeni (ırksal, ekonomik, dinsel, kişisel) olduğunu söyledikten sonra bunlara bir de siyasi nedeni ekler. Din artık Avrupa'da savaş nedeni olmaktan çıkmıştır, ekonomik neden zayıflamıştır, kişisel neden önemini yitirmiştir, der. Siyasi nedene gelince, bütün bir halkın değil bir grup askeri veya bürokratik kliğin şoven saiklerle pervasız politikacıları azdırdıklarını söyler ve genç bir Alman gazetecinin, siperlerden evine yazdığı mektubu aktarır: "Bir avuç çıkarcı, uyruklarını daha doğrusu kölelerini savaş meydanına gönderirler ve birbirlerini vahşi hayvanlar gibi paramparça etmeleri için emir verirler…." "….Kardeşlerim, gelin birlikte savaşalım. Düşman karşımızda değil arkamızdadır. Ben asıl arkadaki bu iktidar sahiplerinden nefret ediyorum.'"(56-58)
Referansını kaybettiğim bir başka yazar ise anarşist bir yaklaşımla "Hükümetler tanım gereği yozdur, dolayısıyla elimine edilmelidirler. Bunlar yalnızca özel mülkiyet temelinde zengin olmuşların özgürlüğünü sağlarlar, halkın geri kalanını sefalet içinde tutsak ederler," der ve Bakunin'den bir alıntıyla devam eder:
Rütbesiz erden en yüksek rütbeli subaya kadar askerin eğitimi onları kaçınılmaz şekilde sivil toplumun ve halkın düşmanlarına dönüştürür. Üniformanın kendisi, alayları ve rütbeleri birbirinden ayıran tüm gülünç süsler, askeri yaşamın büyük bir bölümünü kapsayan bütün enfantil saçmalıklar, hepsi birlikte tüm askerleri palyaçolara döndürürdü eğer her zaman bir tehdit oluşturmasalardı…. Üzerlerine geçirdikleri giysiler, yaşamlarını uğruna heba ettikleri binlerce çocuksu merasim—ki öldürmeye ve imha etmeye eğitmekten başka amacı yoktur*—insanlık vekarının son kırıntısını kaybetmemiş adamlar için ancak aşağılayıcı olabilirdi. Bu adamlar utançtan ölebilirlerdi—eğer fikirlerin sistematik sapkınlaştırılmasıyla birtakım semboller bir gösterişçilik kaynağı haline getirilmemiş olsaydı. Despotik disipline tâbi olarak sonunda özgürlük içinde hareket eden herkese karşı dehşet duyarlar….
… Halkı küçümsemeden asker sevilemez. (211-212)
Ellis ve Bakunin'in bilincine, "savaşta kendi cinsimden nefret ediyorum" diyen Heinrich Böll'e vd.'ne karşılık, bazı büyük filozof ve psikologların ürkek ikircikliliği ilginçtir. Akla hemen Freud, Einstein, Russel geliyor.
* * *
Einstein 1931 veya 1932'de Freud'a yazdığı bir mektupta "entelektüel elit"in dünya meselelerinde, özellikle de savaşı önleme konusunda, pekâlâ etkin bir rol oynayabileceğini söyledikten sonra, bu seçkinlerin ilk olarak dini grupları barış davasına kazanmalarının öneminden söz eder. (Dinin savaşın freni değil gazı olduğunu düşünmeden.) Milliyetçi önyargıdan arınmış bir kişi olarak, bütün ulusların ulusal egemenliklerinden bir ölçüde vazgeçmelerinin ve bunu bir milletler cemiyetine devretmelerinin gerekli olduğunu da ifade eder.
Bütün ülkelerdeki "yönetici sınıf"ların savaştan, silah imalatından ve satışından bireysel çıkar sağladığını, bu sınıfların okullara ve basına, çoğu zaman Kilise'ye de hâkim olduğunu, ama bu etkinin çoğunluklar tarafından bertaraf edilebileceğini ekler. Asıl mesele bu çoğunluğu oluşturan bireylerin kendi içlerinde uyuyan nefret ve tahrip şehveti potansiyelinin savaş gibi olağandışı durumlarda kolayca canlandırılabilecek olduğunu belirtir. (Tabii, Einstein'ın insan doğası hakkındaki bu kötümser özcü varsayımının Freud'a hitap edeceği besbellidir.) Ama Einstein yine de, kastının daha çok kültürsüz denen kitleler değil, sözde aydınlar ("intelligentsia") olduğunu vurgulamadan geçmez.
Freud 1932 tarihli yanıtında mutabakatını bildirir. İnsan doğası hakkında o da kötümserdir, hatta daha ileri giderek insan türünün çatışmaları çözmek için derhal "şiddet"e başvurduğunu söyler. Amaç, hasmı etkisiz hale getirmektir; bunun da en etkili yolu onu öldürmektir. (İki büyük pasifist, kendi yollarına determinist bir barikat kuruyorlar.) Freud'un formülasyonuyla, savaşı önlemenin tek kesin yolu, ortak rızayla, bütün çıkar çatışmalarında son sözü söyleyecek bir merkezi kontrol örgütünün kurulmasıdır.
Bu Einstein-Freud yazışması 1933'te "Neden Savaş" başlıklı bir makale olarak yayınlanıncaya kadar Hitler iktidara gelmiş ve ikisini de sürgüne göndermiş bulunuyordu.
1915'te Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından altı ay sonra kaleme aldığı "Savaş ve Ölüm Üstüne Düşünceler" başlıklı makalesinde Freud "insan doğası" ve uygar dünyanın "en yüksek kurumu" addettiği "devlet" hakkındaki düş kırıklığını dile getiriyordu. Savaşa kesinlikle kaşı olan bu iki büyük düşünürün paradoksu şuradaydı: "Şiddet"e doğaları gereği eğilimli olan insanlar, şiddeti önleyecek bir devletler-üstü organizasyonu nasıl kurabilir ve nasıl yaşatabilirlerdi? (Birleşmiş Milletler'i hatırlayalım-eşitsiz ve güçlü üyelerinin kararları ve vetolarıyla savaşa icazet veren ve/veya savaş karşısında kayıtsız kalan…)
İnsan doğası ve devlet raconu hakkındaki aksiyomlarını gözden geçirmeleri ve barış amaçlarının önüne diktikleri duvarı kaldırmaları gerekmez miydi—"Sürekli Barış" teziyle bunu yapmaya çalışmış olan Kant gibi.
Belki de daha önemlisi, savaşı ve onun öznesi olan devleti yeterince küçümseyememiş olmasıydı bu iki büyük düşünürün. Zaten yazışmalarında ve analizlerinde askerlik hakkında ironi ve mizah da bulamıyoruz. Oysa başka örnekler var. Voltaire de var (savaş kiralık katillerin işidir), Shaw da var (savaş güçlü olduğun zaman saldırmak, zayıf olduğun zaman kaçmaktır), tabii, Tolstoy da. Aristophanes'i de unutmayalım: Savaşa giden kocalarıyla yatmayı reddeden kadınlarıyla.
Barışseverliğinden kimsenin kuşku duyamayacağı Bertrand Russell'a göre ise savaşın ve amaçlı öldürmenin nedeni iktidar ve para olup içgüdünün akıla galebe çalması demektir. Bütün medeni ülkelerde savaşa yatkın iki güç vardır: Savaşkan bir azınlık ve onların etkisinde kalan bilinçsiz kitleler. Sıradan adam elitlerin ve devlet adamlarının telkiniyle kolayca savaş haleti ruhiyesine girer, der Russell.
Barışın, dünya ülkelerinin federasyonu ile sağlanabileceğine inanan Russell (Kant gibi) savaşın faturasını azınlık yöneticiler ile çatışma eğilimleri ahenk isteğine ağır basan kitleler arasında bölüştürür gibidir.
* * *
Marx ve Engels militarizm konusuna 1860'larda girdiler. Terimi, silahlanmada büyük artış ve asker almada büyük genişleme anlamında kullandılar. (Fransa, Avusturya ve Prusya'da.) Engels konuya 1870'lerde tekrar el attı.
Marx ve Engels'in devlete ilişkin teoik görüşlerinde askeri güç zaten merkezi bir yer tutar: Lenin'in de Devlet ve Devrim'de yineleyeceği üzere devletin vurucu gücü "silahlı adamlar"dan oluşur.
Marx ve Engels'de militarizmle akraba bir kavram Bonapartizm'dir. Engels'e göre Bismack'ın "Bonapartizm"i Fransa örneğinde olduğu gibi burjuvaziyle köylüler (mülk sahibi orta köylüler) arasındaki değil burjuvaziyle toprak ağaları Junkerler arasındaki bir sınıf uzlaşmasını temsil ediyordu.
Marx ve Engels'deki militarizm kavramının bir boyutu da kültüreldi: Marx 18. Brumaire'de Fransız toplumundaki tüm sınıflar için, tüfek dipçiği karşısında yere eğilirler, diyordu.
Kautsky ve Bebel de Marx ve Engels'e dayanarak Reich'ı Junkerler'le büyük burjuvazinin proletaryaya karşı ittifak kurduğu bir tür "Bonapartist" devlet olarak popülarize etmişlerdi. Yine Engels gibi onlar da böyle bir rejimin yerini bir sosyalist devrime bırakmasından önce demokratik bir cumhuriyet kurulması gerektiğini düşünüyorlardı. Onun için bu yazarlara göre militarizme karşı mücadele aynı zamanda demokrasi ve sosyalizm için de mücadele demekti.
Savaşın mantıksal uzantısı: Atom bombası
Einstein ve Szilard gibi bilim adamlarının uyarılarına karşın ABD Başkanı F. D: Roosevelt atom bombası kullanılmasına karşı çıkmadı. 12 Nisan 1945'te öldüğünde uyarı mektupları hâlâ işlem görmemiş olarak masasının üstünde duruyordu. (164-165)*
Yeni başkan H. S. Truman'a ise bombanın lehinde tavsiyelerde bulunuldu:
"(1) Bomba Japonya'ya karşı olabildiğince çabuk kullanılmalı.
(2) İkili bir hedef gözetilmeli, yani bir askeri tesis veya savaş fabrikası hedeflenmeli, ki bu da evlere ve hasara en açık başka binalara bitişik veya bunlarla çevrili olmalı.
(3) Bomba, niteliği hakkında ön uyarı yapılmadan kullanılmalı." (168)
Üçüncü tavsiyeye katılmayan tek kurul üyesi donanma temsilcisi R. A. Bard idi.
Daha sonra Şikago Üniversitesi'nden yedi bilim adamı, hazırladıkları bir raporla bomba kullanılmamasını, onun yerine caydırıcı bir tatbikat yapılmasını önerdiler ve askerlerle sivilleri ayrım gözetmeksizin yoketmeye karşı çıktılar. (170) Ne var ki sözleri dinlenmeyecekti.
"Hiçbir milletin, nedeni ne denli haklı olursa olsun böyle bir bombayı kullanmaya hakkı yoktur. Bu bomba artık bir savaş silahı değil, koskoca nüfusların îmha edilmesi için bir araçtır," (260) diyenlere katılan ünlü matematikçi Norbert Weiner da şöyle diyordu:
Atom bombası üzerinde çalışan bilim adamlarının deneyimi göstermiştir ki bu tür araştırmalarda sorumsuz kişilerin eline sınırsız güç verilmektedir. (260)
Weiner artık bu konuda sorumsuz militaristlerin işine yarayacak yayın yapmayacağını da ekliyordu. Ancak Amerikan bilim adamlarının çoğu Weiner'in yaklaşımını reddediyordu.
Ama istisnaları da vardı. Helen Smith fizikçi olmaktan vazgeçiyor ve hukukçu olmaya karar veriyordu. (261)
* * *
Bazı özdeyişler
Savaş kralların sporudur. (McNeil)
Askerler toplumun makroparazitleridir. (McNeil)
Devletler arasındaki savaşlar tarihin motorudur. (Hegel)
Devletler savaşla birbirlerini yiyerek büyürler. (Makyavel)
Her kuşağın bir savaş görme hakkı vardır. (Nietzsche)
Savaş politikaların başka yollarla yürütülmesidir. (Clausewitz)
En adaletsiz barış en haklı savaştan yeğdir. (Erasmus)
Süngüyle her şey yapılır, üstünde oturulmaz. (Napolyon)
Askerlik kuvvetliyken saldırmak, zayıfken kaçmaktır. (Shaw)
Ordu, tanımı gereği tutucudur. (Vagts)
İki türlü militarizm vardır: Askerlerinki ve sivillerinki. (Vagts)
Ordular paralı katillerdir. (Voltaire ve Diderot)
Katliam yaparlar ve adını da barış koyarlar. (Tacitus)
Anavatan için öldüğümüzü sanıyorduk. Çabuk idrak ettik ki banka kasaları için ölüyormuşuz. (Anatole France)
Savaş hırsızlar yaratır, barış bunları asar. (Makyavel)
* * *
Bir not daha:
Bir düşünürün veya bir insanın savaş konusundaki görüşleri çoğu zaman başka konulardaki eğilimlerinin de karinesidir. Örneğin insan doğası, özgürlük, eşitlik, millet, devlet, din konularında... Düşünce tarihindeki figürlerin çoğu iki ana çizgiden birine yakındır. Biri Makyavel, Hegel, Weber, Jünger, Morgenthau çizgisi; öbürü Rousseau, Kant, Marx, Remarque, Böll, Grass çizgisi. Reel-politikçi, milli çıkarcı, hikmet-i devletçi, otoriter, statükocu çizgiye karşılık eleştirel, eşitlikçi, demokrat, humanist çizgi.
* Bize de yedek subaylıkta derste öğretilen askerlik tanımı buydu: "Askerlik adam öldürme sanatıdır."
* Robert Jungk, Brighter Than a Thousand Suns. London: Penguin Books, 1982.
TIKLAYIN | Savaşa dair - I