Geçen hafta biraz uzun yazmışım. Ben uzun yazarım. Çok da konuşurum. Vitesim var, frenim yok. Yazı pazar yayınlandı, pazartesi Ozan aradı. “Anca bitirdim. O kadar çok ekran kaydırdım ki, herhalde okurken öleceğim, bitmiyor bu dedim. Kısa yaz. Deli misin nesin, insan okuyor bunu” dedi.
İyi de, yazan da insan. Onun canı yok mu?
O zaman x’de takılmaya devam et Ozicim, dedim. Çok da utandım. Okura laf söyleyen çok yaşamaz, ama arkadaşa atış serbest. İyi de ben daha ilk çembere okutamıyorsam, kime okutacağım! Demek çemberdekileri değiştirmem lazım. Kafam karışık esasen. Dürüst olayım, kompleks yaptım. Çok kişiye sordum, yazıyı bitirdin mi, diye. Belli ki ağır takılmışım. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Baştan söyleyeyim: Bu yazı da uzun olacak! Evet, kesin uzun olacak.
Okuru suçlayacak kadar küstah değilim. Uzun okuma ve okumaya vakit ayırma meselesi temelde sistem meselesi. Okuyun diyecek kadar uzmanı değilim. Ben de çılgınlar gibi okumuyorum. Belki okuyorum, çılgınlık bandını nereye çektiğimize bağlı. Mesele yazma işiyle ilgili de değil. İyi yazıyı tarif eden bir yazardan şunu duymuştum bir keresinde: “Bunu yazmazsam ölür müyüm” sorusuna “ölmem” deyip vazgeçebiliyor ya da “ölürüm, hemen yazmalıyım” diyebiliyorsanız doğru yoldasınız demişti. Konuşmuş olmak için konuşma, yazmış olmak için yazma yani. Nirvana.
Ben uzun okuma eylemiyle aramızı, ekranların bozduğunu düşünenlerden değilim. Çünkü ekranlar sayesinde tam tersine daha çok okuyoruz. Sadece kimi ve neyi adam yerine koyduğumuz konusu değişti. Bir arkadaşım elime ne geçerse okuduğum için bana “beğenmesen de devam ediyor musun” diye sormuştu, o vakitler kitabın yarım bırakılması durumunda Allahın beni çarpacağını sandığım için “tabii ki ediyorum” dedim. “Elma kurtlu çıkarsa yemeye devam ediyor musun?” dedi. Hayatım değişti. Artık en azından kurdu görene kadar yiyorum. Ama sanal alemde önümüze ne çıkarsa yiyoruz, kurdu çiğ çiğ yiyoruz. Tam yeri, olayın vahametini anlamak için hemen Devlet Bahçeli’nin kürsüdeki bağırışını hayal edin: Hortumu dayadılar hortumuuuu…
İnsanlar artık bir kitabı bitiremiyor, filmlerin sonunu getiremiyor. Çünkü içerikleri küçük dozlarla almaya alıştık. Sonsuz bir akışın içerisinde boğulmamaya çalışmaktan başka bir çaremiz yok. Oysa okur olma işi bir yetenektir. Alışkanlıklarla falan ilgisi yoktur. Çünkü alışkanlık terk edilebilir. Ama yeteneğinizi terk edemezsiniz. Resim yapmak, piyano çalmak gibi. Bu yetenek elbette tanrı vergisi değil. Başladığın yere bakar.
Okumak için ne lazım? Göz. Hepsi bu. Gözümüz çok gelişmiş bir fotoğraf makinesi, 130 milyon ışık alıcısı var. Bir milyondan fazla farklı rengi ayırt edebiliyor. Böyle bir makine icat edilemedi daha. Demek ki, gözünüzü diktiğiniz yer karakterinizdir. Göz tamam. Peki beyin? Neden okuruz? Öğrenmek için. Edebiyat için. Estetik için. Yaratıcı olmak için. Bundan yaklaşık 50 yıl önce yapılan araştırmalar okurların “zaman geçirmek için okurum” dediğini söylüyor. Bugünse en büyük sorunumuz zaman. Elinize telefonu alıp, bir uygulamaya tıkladığınız anda en az 20 dakika gittiğini, salarsanız bu sürenin saatleri bulabildiğini hepimiz biliyoruz. Nietzche, “İnsanın içine koyacağı çok şeyi olduğunda, günün yüz tane cebi vardır.” demiş. Maalesef artık günün cebi yok. Daha çok çekçekçi gibiyiz, çöp arabası sırtımızda geziyor, ne bulursak atıyoruz içine. Üstelik yorgunluk var, o da hepimizin ve kronik bir sorunu.
Bu sebeplerden dikkat süresinin artık Japon balıklarından bile kısa olduğunu söylüyorlar, acayip bozuluyorum. Yani, bir cümlenin sonuna gelmeden başka bir sayfaya geçmiş olabiliyoruz mesela. Benim sürekli konudan konuya atlamamın, bu durumla ilgisi yok. Ben stratejik bir şey deniyorum. Yersem.
Konuşurken bile "Başlığı ver ve özet geç!" diyorum ben, siz demiyor musunuz? “Bir şeyi 280 karakterde anlatamazsan, anlatma” diyorlar. E her şey zaten video. Bir şey öğrenmek mi istiyorsun? Aç YouTube, anlatsın. "Merhaba arkadaşlar, kanalıma hoş geldiniz!" Hay senin kanalına. Ona bile tahammül yok. Ben de hızlandırarak dinlemeyi keşfettiğim günden beri dünyanın en mesut youtube insanıyım. Konuşma hızını x2 ayarlıyor ve beş saniye ileri ata ata gidiyorum üstelik, yoksa siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz? Beynimiz artık uzun paragraflar gibi uzun konuşmaları da istemiyor. Tahammül sınırı: 55 saniye. Mesela emoji olsa daha rahat okuruz buraları da değil mi? Bi deneyelim bakalım. :) Dikkat sürelerimizin giderek kısalmasını, TikTok gibi formatların 15 saniye kuralına bağlayanlar da var. Doğru, resmen kısa filmlerin içerisinde yaşıyoruz. Dostoyevski okuyacak sabır mı kaldı? Suç ve Ceza’nın TikTok özetini gördüm geçen: Raskolnikov’un baltası var, iki cinayet işledi, pişman oldu. Son. Alt metnine de samimice yazmış: Bir cümlede daha iyisini yapabiliyorsan, buyur. İzleyen bizi bırak, klibi yaparken panik atak yaşamış çocuk.
Hiçbir şey olmuyorsa bile kesin bir şey oluyor ve okurken araya bir de reklam giriyor: "aynısının ikincisine yüzde 50 indirim!" E, +1 bahane hazır.
Peki bize ne oldu? Hazırsanız söylüyorum: Panik olduk.
İtalyan düşünür Franco Bifo Berardi’ye göre panik, insanlar kendisini ezilmiş hissettiğinde ortaya çıkıyor. Ağ iletişiminin hiper-hızlı akışına maruz kalan insanlar, kolektif depresyona giriyor. Telefonumuza her saniye düşen bildirimler, son dakika haberleri ve sosyal medyada bitmek bilmeyen içerik akışı derken Berardi'ye göre bu aşırı-uyarılma durumu, beynimizi "buffering" moduna sokuyor. Buffering, dijital içerik yüklenirken yaşanan bekleme durumu. Özellikle internet hızının yetersiz olduğu anlarda ekran donuyor ya, hah işte tam o an. İnsan beyninde de bilgi akışı aşırı hızlandığında "mental buffering" yaşanıyor: Dikkat dağılıyor, odaklanma zorlaşıyor ve zihinsel yorgunluk sandığımız halüsinasyon başlıyor.
Panik oluyoruz yani. Zaten, beyinlerimiz artık Google Chrome gibi: 78 sekme açık, arka planda aynı anda sürekli çalışıyor, pil ömrünü yiyor, sistemi yavaşlatıyor.
Paniğin bir de ekonomisi var. Medya, reyting için sürekli panik yaratmak zorunda. Bunu siyaseten de kullanıyorlar. Hem de nasıl kullanıyorlar! "Dış tehdit", "ekonomik kriz", "güvenlik sorunları"… Pompalanan panik ortamında bireyler, "şimdi zamanı değil" retoriğiyle özgürlüklerinden taviz vermeye daha yatkın hale geliyor. Bilgiye ulaşmak zorlaştıkça, iktidarın sunduğu açıklamalar güvenilir bilgi kaynağı olarak kabul ediliyor. Hayatta kalalım yeter. Çok şükür.
Berardi'ye göre, korku duygusu bizi uyanık tutuyor ve dikkat çekme yarışında en güçlü silah. Bu yüzden haber başlıkları genellikle şöyle oluyor ya: "Şok! Flaş!”
Eskiden “Okuyunca inanamayacaksınız!" diye de başlık atardık. Okurun okumadığını anlayınca bıraktık.
Sonuç: "İçimde sürekli bir huzursuzluk var ama neden bilmiyorum!"
Okumak çözüm bulmak için değildir. Fikir cukkalamak için de okunmaz. Kimse kimsenin üst aklı değildir. TV ekranlarında, köşelerinde, kanallarında bol keseden fikir ve yargı dağıtanlar kendilerini bizim gözümüzden bir kez izleseler, kendilerinden nefret ederler. E günümüz toplumundan beklenen; sorgulayan değil, haline şükredenler olduğu için, merak duygumuzu neşterle kesiyorlar zaten. Biat varsa kitap yoktur, tabiatın kuralı. O yüzden neden artık okuyamıyorum diye sormak doğru değil. Doğrusu; neden uzun okumamı engellemeye çalışıyorlar, diye sormak. Üzerimize oynanan oyunu görelim…
Okumak yalnızlıktır. Maalesef sosyal medyada like’lar, alevler, ateşler arasında sürü içinde gezdiğimiz için, yalnız başına bir yazıya gömülüp okumak da korkutucu geliyor. Beş adımda mutluluğu, beş günde yedi kilo vermenin sırrını 15 saniyede anlatan videolar varken, kim ne yapsın 80 ekran kaydırarak okumak zorunda kaldığı yazıları.
Zihnin iyileşmesini sağlayan kural, özümsemek yani demlemek. Çay gibi. Zihnin sağlıklı çalışması için mutlaka demlenmesi gerekiyor. Ama sıkılmaya tahammülümüz yok. Bir an boşa düşmeye görelim, hiç yoksa hop bir mesaj atıyoruz birine. Durduk yere bir adet “uyudun mu?” Bu olmadı, kesintisiz ekran akışına giriyoruz. Sanki sürekli bir şeyler kaçıyor ve yakalamak zorundayız. Buna depresif haz adı veriliyor sosyal bilimlerde. Artık yeterince zevk alamıyoruz, bu yüzden zevkin peşine düşüyoruz ama hiçbir şey yapmadan zevk almaya uğraşıyoruz. Yazarken depresyona girdim.
Yazı, iletişim demektir. Konuşmaktan ve dinlemektense, hayatla iletişim kurmak için en iyi yol okumaktır. O yüzden, bu satıra kadar geldiyseniz teşekkür ederim. Ayrıca panik testini geçtiniz.