Pek çoğumuzun yaşamında sevdiklerimizin ölümüne dair üzücü anılar vardır; iş veya arkadaş çevremizden bir tanıdığımız, veya daha sarsıcı biçimde ailemizden bireyler, hayatımızdan eksilirler. Yine de bir gün bizim de öleceğimizi düşünmeyiz.
Beynimizin, olumsuz deneyimleri ve fiziki acıyı bilincimiz dışı bir biçimde bize unutturduğunu bilim insanları çeşitli araştırmalarında gösteriyor. Bu tür anılar tamamen unutulmuyor aslında, hafızamızda derinlerde bir yerde kalıyor; ancak beyin öyle bir mekanizma işletiyor ki, bellekten geri çağrılan deneyimler arasında öncelikli olarak bu anıları geri çağıramıyoruz; aradaki iletişim kimyasal olarak engelleniyor.
Bu nedenle kötü deneyimlerimizi, fiziki acıları, duygusal travmaları çoğunlukla yok sayıyoruz. Psikolojik çalışmalar, bu travmalar için beynin "bastırma" veya "başka bir şey ile değiştirme" yöntemini uyguladığını belirtiyor.
Leonardo da Vinci'ye ait beyin anatomisi çizimi
Bu mekanizma olmasa, doğum acısı, kaza travmaları gibi olayların yanında, yakınlarımızın ölüm deneyimi ve bir gün öleceğimiz gerçeği, yaşamımızı doğrudan ve güçlü bir biçimde etkilerdi. Ama biz düşünmüyoruz. Sonsuz bir yaşantımız varmış gibi geleceğe dair umutlu planlarla hayatımızı sürdürüyoruz. Oysa ki, Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısında yazan ayette belirtildiği gibi "Her canlı ölümü tadacaktır"
Bu ayet, 2003 yılındaki yenileme sırasında yerleştirildiğinde siyasiler arasında polemiğe sebep olmuş, tepki çekmişti. Bu ayetin bu kapıya ve sonrasında diğer pek çok mezarlık kapısına yazılmasını öneren, Amerika'da sinema ve fotoğraf eğitimi almış ve 2008 yılında ölen olan emekli albay Habib Uras idi. Uras, dini dilin Türkçeleşmesi konusundaki çalışmaları ve girişimleri ile bilinen bir isim olarak öne çıkmış yaşamı boyunca. Bu ayetin yazılmasının tepki çekmesi üzerine verdiği bir demeçte, insanların ölüme ve özellikle maneviyata yabancılaştıkları için böylesi bir tepki verdiklerini, oysa bu ayetin insanın kendi yaşamı adına bir farkındalık yarattığını söylüyor; katılmamak mümkün değil.
Zincirlikuyu Mezarlığı
Ölüm, aslına bakarsak doğal bir olay ve bu olayın acı ile mi, metanet ile mi yoksa kutlamalar ile mi karşılandığı kültürden kültüre değişen bir konu. İnsan özellikle ailesinden birilerini kaybettiğinde ritüel bir dünyanın yanı sıra sosyal ve nesnel farklı bir dünya ile karşılaşıyor. Ölümün ritüel, sosyal ve psikolojik boyutu hakkında söylenebilecek, yazılabilecek çok şey var ama ben, tasarım dünyasında ölüm ile ilişkili çalışmalardan bahsedeceğim.
Seattle da 2021 yılında açılacak olan, kentin SODO bölgesindeki 18.500 m2 lik bir alanda yer alacak Recomposte projesi, aynı kentin öncü tasarım stüdyosu Olson Kundig tarafından tasarlandı. Tanıtımı geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirilen bu projede, kuruluşun CEO'su Alan Maskin'in ifadesi ile, ölümle ilgili daha doğrudan ve katılımcı bir ilişki kurulması, ölenler ile geride kalanlar arasında bir diyalog sağlanması, bu yaşanan deneyim sayesinde de yaşamın kutlanması hedefleniyor.
Projenin fikri ilk olarak 2015 yılında Urban Death Project olarak duyulmuştu. Ölüm konusunda bir hayli obsesif bir mimar olan Katrina Spade tarafından ortaya atılan bu fikir önce Kickstarter kampanyası ile sesini duyurdu; sonra tasarımcının yolu, Olson Kundig ile birleşerek, Recomposte projesi yasallaştı.
Projenin tanıtılmasını takiben, duyuru yapılan bir haber sitesinde aşağıya yorum yapmadan duramadım. Bu proje, aslında Müslümanların ölülerini gömmesi fikrinin tasarım yolu ile baştan ele alınmış halinden başkası değildi.
Müslümanların çoğunlukta olduğu bu coğrafyada, ölülerin kefen içerisinde doğrudan toprağa defnedilmesi doğal bir kültürel harekettir. Bizler için yaygın olan bu uygulama başka kültürler için alışıldık değil.
Antik Mısırlılar ölümden sonraki yaşam için ölülerini mumyalar, gerekli olabilecek ve değerli eşyaları ile birlikte sonraki hayatlarını sürdürebilecekleri tapınaklar inşa ederdi New Orleans'ta cenazeler için caz bandoları sokakları inletirler. Filipinlilerin ölülerine en iyi kıyafetlerini giydirip, evin köşesinde bir sandalyeye oturttuklarını, ya da evlerinin girişine yerleştirdiklerini ilk öğrendiğimde dehşete düşmüştüm. Çürüme kokusu için bu bedenin üzerine şarap ve parfüm sıktıklarını, ağzına bir sigara tutturuverdiklerini anlatan bir de TED konuşması izlemiştim birkaç yıl önce. Tibet'te yüz yıllardır uygulanan gelenek, sky burial denen bir adet. Bu insanların kar ve buzla kaplı kayalık coğrafyalarını düşününce mantıklı geliyor. Tibet'te hala insanların %80 inin öldükten sonra tercih ettiği biçimde, bedenler küçük parçalara ayrılıyor ve yüksek bir dağa yerleştiriliyor.Burada kendiliğinden açıkta çürümeye bırakılıyor. Bu alanlardaki kemikler sonradan toplanarak, hayvanların beslenmesi için kullanılıyor.
Recomposte projesinin ortaya atıldığı Amerika'da insanların %55 inin tabutla gömüldüğü diğerlerinin ise yakıldığını bildiğimizde, proje yenilikçi bir fikir gibi görünebilir. Amerika'da cenaze işlemleri büyük bir pazar ve ortaya çıkan masraflar günden güne artarken, bu pazarı elinde tutan şirketlerin cirosu da ölüler ve insanların acıları üzerinden milyar dolarla ifade edilecek kadar büyüyor; geçtiğimiz yıl bu rakam 20 milyar dolar olarak belirtilmiş.
İzlediğimiz filmlerden bu şık törenlere, özenli tasarımlara sahip tabutlara aşinayız. Bu tabutların ahşaptan veya metalden üretildiğini, içerisinde ayrıca bir plastik katman daha bulunduğunu belirtmeliyim. Zaten bu tabuta konmadan önce ölü bedenin içindeki kan tümü ile boşaltılıyor ve kimyasal maddeler ile dolduruluyor. Yakılma işleminde ise bedenler çam ağacından yapılmış tabutlar içerisinde küle dönüşüyor, bunun da ekonomik bir uygulama olduğu düşünülmesin.
The Guardian gazetesinden öğrendiğime göre Amerika her yıl ölen bedenlerini korumak için 30 milyon metrekare ahşap, 1.6 milyon ton beton, 750.000 galon kimyasal sıvı, 90.000 ton çelik harcıyor. Yakılma işlemi ise yılda ortalama olarak 25.5 milyon galon petrol tüketiyor. Bu miktarın atmosfere karıştırdığı karbon dioksit miktarı 246.240 ton, yani 41.040 otomobilinkine eşdeğer.
Durumun böyle olduğu bir kültürde, çevreye duyarlı bir mimarın, ölü bedenleri doğrudan toprağa karıştıracak içimde bir kurgu tasarımı yapması ve bununla ilgili işlemleri ve nesnel dünyayı tasarımcı bakışı ile yeniden ele alması doğal bir eğilim olarak görülebilir.
Greta Thunberg Time dergisi kapağında
İnsanlık, yaşadığı çevreye zarar veren hiç bir uygulamadan artık haz etmiyor. Trump'ın kıskançlıkla "öfke sorunu üzerinde çalışmalı" dediği Greta Thunberg, Time dergisi tarafından yılın kişisi seçilerek derginin geleneksel son sayı kapağındaki yerini aldı. Greta'nın bu öfkesi, belki de bizi biraz olsun elimizden kayıp giden doğal çevremiz konusunda sarsmayı başardı. Bu öfkeli kızın sesinin ve söylediklerinin bugün hemen hemen tüm yaratıcı endüstrilerdeki yaklaşımları devrim niteliğinde değiştirmeye başladığını şimdiden gözlemleyebiliyorum. 2020'den itibaren hemen hemen yer şey insan ile, duyular ve duygular ile, doğal yaşam ve doğal kaynaklar ile ilgili olacak; son yayınlanan Frog Design'ın trend raporu da bu yaklaşımı destekliyor. Tasarım, mimarlık, pazarlama ve reklam dünyası bu yıldan itibaren dönüşmeye ve dönüştürmeye başladı bile.
Recomposte projesi bu duyarlı bakışın ortaya çıkardığı fikirlerden biri; geçtiğimiz Nisan ayında Washington'un yasal izinleri de sağlaması üzerine 2021'de kesinleşen açılışını takiben, Amerikalıların ölümle ilgili alışkanlıklarını değiştirecek.
Recompost, ölümün ardından insanların ihtiyaç duyduğu ritüelleri yerine getirecek bir ortak tören alanı sunuyor. Ölü bedenler, keten bir kefen içerisine yerleştiriliyor. Sistemin içinde doğal olmayan hiçbir malzeme ve unsur bulunmuyor.
İsteyenlerin gerçekleştirebileceği tören sırasında ölünün yakınları bu bedeni toprak ile kaplayabiliyor. Sonrasında bu toprakla kaplı bedenler, özel kapsüllerde ısıl işlemler altında bakterilerle baş başa bırakılıyor. Hızlandırılmış bir çürüme ortamında, ortaya kemiklerin dahi 30 gün içerisinde tamamen toprağa karıştığı bir kompost ortaya çıkıyor. Girişimin yetkilileri doğayı taklit ederek, "regenerative design" olarak tanımlanan yenilenen tasarım kavramını temel prensip edindiklerini belirtiyorlar
Bu fikir, bu yıl karşıma Milano Trienalle'de açılan ve Nisan ayında hakkında bir yazı da yazdığım Kırılgan Doğa isimli sergi de çıktığında, açıkçası aynı alanda böylesine büyük bir girişime adım atılacağını düşünmemiştim. Paola Antonelli'nin küratörlüğünde sunulan bu sergide Capsula Mundi: Yaşam Kapsülü ismi ile tanıtılan bu proje, tasarımcı ikili, Anna Citteli ve Raoul Bretzel imzası taşıyordu. Yumurta formlu bir ahşap kapsülde saklanan insan bedeninden, yaklaşık 30 yıl içerisinde bir ağaç fidanına dönüşü oldukça etkileyici bir biçimde gösteren bu işin çektiğim fotoğrafını aşağıda paylaşıyorum.
Capsula Mundi, Broken Nature Sergisi, 2019, Triennale Milano
Bu projede de tasarımcılar, doğal döngülerimize, mezarlıklar yerine ormanlara sahip olmamıza işaret ediyordu. Bu tasarımların tümü dinler ve inanışlar ötesi olarak ifade ediliyor. Kültürel bir olay olan ve ritüellerle donatılı ölüm hikayesi, elbette bu tasarımlarda dini inanışlardan bağımsız olarak ifade edilmeli.
Diğer yandan, ölü bedeninin toprak ile kurduğu ilişkiye, her iki projenin detaylarında aktarılanlarla hemen hemen aynı biçimde ve dini kitaplar arasında en ağırlıklı olarak yer veren Kuran'ın, belirli bir döneme ait evrensel bilgiyi aktaran bir araç olarak ele alınmasının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Tüm bu projeleri düşünürken, Netflix'te Altered Carbon, Değişmiş Karbon isimli seriyi de tavsiye üzerine fark ettim ve bitirdim. Oldukça şiddet ve kan yüklü bu serinin temel fikri insanların belleklerinin değişen bedenlere yüklenebilmesi. Hafıza ve ruhların farklı bedenlerde yüz yıllarca yaşayabildiği bu gezegenler arası yaşam zamanında, yaşamın temeli olan, yani bedeni simgeleyen karbon sürekli değişiyor. Sanal insanların gerçek insanlarla yaşadığı bu evrende, gerçek ölüm, ölümsüzlük, fakirlik, zenginlik, inançlılık, inançsızlık gibi kavramlar üzerine oldukça etkili bir gelecek hayali sunulmuş.
Belki de ilerde, ölüm ve bağlantılı olarak yaşam üzerine çok daha farklı tasarımlar düşünmek gerekecek.