Oya Baydar

27 Temmuz 2022

Devletin derinliklerinde reisler, çeteler, tetikçiler savaşı

Bugün AKP-MHP iktidarının hükmettiği devlet aygıtının kurum ve kuruluşları, derinlerde yuvalanmış çetelerin, organize suç örgütlerinin, uluslararası uyuşturucu kartellerinin, kara para aklama şebekelerinin tasallutu altındadır. Biz sıradan vatandaşların hayret ve dehşetle izlediğimiz suç ve ilişkiler ağı, devlet kurumlarına çöreklenmiş işbirlikçiler olmadan kurulamaz, yaygınlaşamaz

Aslında savaş yerine dalaş demeliydim. Onlar dalaşırlar, hesaplaşırlar, sonra devran döner uzlaşır, kucaklaşırlar.

Günümüzde TC devleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla dökülüp çözülürken derinlerden gelen pis kokular etrafa yayılıyor. Kendisi de bu pisliğe bulaşmış, derin çetelerin hem efendisi hem de oyuncağı olmuş siyasî iktidar, pis kokuların dışarıya sızmasını artık engelleyemiyor.

Derin devletin varlığı; derin merkeze silahla veya ideolojik dayatmayla hükmedenlerin güdümündeki özel yapıların (Teşkilatı mahsusa'dan Gladyo'ya, Ergenekon'a, Özel Harp Dairesi'ne, kontr-gerilla'ya, Sivil Savunma'ya, MİT'e, emniyetin askeriyenin kimi birimlerine kadar) varlığı; bunların siyasî hayata müdahaleye, askerî darbe ortamı hazırlamaya dönük destabilizasyon operasyonları, Türk-İslam sentezli devlet ideolojisinin "öteki" sayılanlara uyguladığı kimi zaman cinayete, katliama varan zulüm. ne bugünün işi ne de sadece Türkiye'ye özgü. Devletin derinliklerinin karanlık labirentlerinde mafyalar, organize suç örgütleri, irili ufaklı reisler, emirlerindeki tetikçiler her zaman vardı. Tümü de siyasetçilerle, iktidarlarla, bazen en tepedeki şahıslarla dirsek teması, hatta yakın ilişki içindeydiler.

Tüm darbeler ve darbe girişimleri; Güneydoğu'yu cehenneme çeviren, Kürt sorununu çıkmaza sürükleyen savaş, faili meçhul'ler, en bilinenleri Uğur Mumcu, Hablemitoğlu, Hrant Dink olan onlarca suikast, 12 Eylül darbesini önceleyen korkunç olaylar, kitle katliamları, hepsi derinlerde kotarılan planların uygulamalarıydı.

Desen: Selçuk Demirel

AKP öncesinde ve AKP'nin siyasî iktidarı alıp da henüz devleti ele geçiremediği ilk dönemde, derinlere hükmeden, devlet aklını belirleyen egemen güç büyük ölçüde ordu ve dönemin asker-sivil bürokrasisiydi. AKP'nin iktidar ortağı Gülen Cemaati'nin ahlak ve hukuk dışı yöntemlerle, sahte delillerle, cemaat yargısı eliyle yürüttüğü Ergenekon- Balyoz davaları devletin derin çetelerden arındırılmasını sağlayabilecekken (ki başta bu izlenim verilmişti) bugün FETÖ olarak anılan Cemaat'in kendi emelleri uğruna sahnelediği pis bir oyuna dönüştü. Gün gelip devran dönünce de, derin çeteleri ve tetikçileri açığa çıkarmak, darbe heveslilerini caydırmak yerine, aklanmayı ve özrü hak eden kumpas davaları mağdurlarıyla birlikte kimi derin devlet elemanlarının/ tetikçilerinin ve gerçek darbecilerin iade-i itibarla kahramanlaştırılmalarına yaradı. (Gazete Duvar'da Umur Talu'nun Gömülen Hakikat Zombi Olarak Geri Döner yazısı söylemeye çalıştıklarımı benden çok daha iyi anlatıyor.)

Devlet çeteleri mi, çetelerin devleti mi?

2014 Haziran seçimlerinin ardından "devlet aklı"na ve derinlerdeki yapılara hükmedenlerin değişmeye başladığını, AKP'nin MHP'yi de yanına alarak (ya da her zaman derin devletin parçası olmuş MHP'nin AKP'yi ele geçirmesiyle) devletleşmekte olduğunu görüyoruz. Bu süreç ülkeye ağır bedeller ödeterek ilerledi ve AKP bir "devlet partisi"ne dönüştü. Eskiden devletin aslî sahipleri sayılan asker-sivil bürokratik yapı etkisini yitirirken devlet aygıtıyla siyasî iktidar örtüştü. Derinlerdeki yapılar da pervasızca yüzeye çıktılar. AKP'nin iyi çocukları ile MHP'nin iyi çocukları bazen çatışarak ama çoğunlukla görev bölüşümüyle devlet içindeki yerlerini aldılar.(Bahçeli'nin Alaattin Çakıcı'yı hapisten çıkarmak için nasıl çırpındığını, 1980-90 öncesinin devlet operasyonlarında, cinayetlerde kullanılan tetikçilere "dava arkadaşım" diyerek nasıl sahip çıktığını; AKP Reisi uğruna bizleri kanımızda duş yapmakla tehdit eden mafya babası Sedat Peker'in itiraflarını, vb. hatırlamak yeter.)

Son günlerde, Hablemitoğlu cinayetinin faili olarak hakkında yakalama kararı verilmiş olan Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubu, o dönemde MİT Başkanlığı için de adı geçen emekli albay, - aynı zamanda İnan Kıraç'ın şirket avukatı- Levent Göktaş'ın göz göre göre ortadan kaybolmasının ardından gelişen olaylar da devletin derinliklerindeki girift ilişkilerin başka bir belirtisi. (Bakınız: Tolga Şardan'ın T24'teki 22 ve 26 temmuz tarihli yazıları.)

Devleti kutsayanlar hangi devlet diye sormalılar kendilerine

Devlet, en basit tanımıyla toplum düzenini sağlamak, vatandaşların sulh sükûn içinde birlikte yaşamalarını güvence altına almak, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için gerek duyulan bir aygıttır. Devlete hükmedenler kendi iktidarları ve çıkarlarını korumak için bu aygıta dokunulmazlık, hatta kutsallık atfederler. Modern devleti inşa etmeyi başarmış görece demokratik toplumlarda marjinal kesimlerin, faşist kanatların ideolojisi olan kutsal devlet anlayışı, yerini vatandaşın hizmetindeki denetlenebilir devlet anlayışına bırakmıştır.

Yüzlerce yıllık devlet geleneğinin, tarihten gelen ceberrut/zorba devlet algısının, devlet korkusunun ve devlet-baba zihniyetinin sürüp gittiği Türkiye gibi ülkelerde, devlet sınıflardan, ideolojilerden, iktidarlardan bağımsız bir yüce varlık olarak algılanır. Bu anlayışa göre devlet yurttaşın hizmetinde değil yurttaş devletin hizmetindedir. Muktedirler, güçlerini ve otoritelerini bu anlayıştan devşirirler.

Böyle bir devlet anlayışının hakim olduğu toplumlarda muhalefet, bir yandan iktidarı kıyasıya eleştirirken en temel, en hayatî konularda devlet zihniyetinden ve devletin çizgisinden sapmayı kolay kolay göze alamaz.

Türkiye'den örnek verecek olursam; iktidarın "devletin bekası" söylemine sığınarak sürdürdüğü savaşçı, çatışmacı, ilhakçı dış politikaya karşı -başta CHP- 6'lı Masa muhalefetinden, kendilerini sol sayan ulusalcı devletçi kesimlerden net bir itiraz gelmemiştir. Sınırötesi harekâtlar, evlatlarımızın komşu ülkelerin topraklarında savaşa gönderilmesi, oralarda şehit olmaları, bütün bunlar sorgulanmamıştır. Bu ve benzer konularda muhalefet anında iktidarın yanında hizalanmıştır. Devlet içinden birilerinin kulağa fısıldadıkları, muhalefetin tutumunu belirler. (Dokunulmazlıkların kaldırılması sırasında Sayın Kılıçdaroğlu'nun "Anayasaya aykırı olduğunu biliyoruz ama" diyerek evet oyu kullanacaklarını açıklaması bu tutumun örneklerinden sadece biridir.) Aynı tutum devletin şiddet kullanma tekelinin araçları olan asker-sivil güvenlik güçleri için de geçerlidir. Onların işledikleri suçlar da görmezden gelinir, örtbas edilir, es kaza yargıya taşınmışsa ya zaman aşımına uğrar ya da beraatle sonuçlanır. (Son örnek JİTEM davası.) Vaka ayyuka çıkmışsa, örtbas edilmesi imkânsızlaşmışsa bile eleştiri pes perdeden, utangaçca, aman devlete zarar vermeyelim tavrıyla yapılır. Çünkü kurumların ve bireylerin genlerine işlemiş hakim zihniyet, net bir karşı çıkışın devletin çıkarına ve çizgisine aykırı olduğu yanılgısını barındırır. Yargı mensupları arasında yapılan bir araştırmada, "Önünüze gelen bir davada devletin çıkarını mı ferdin çıkarını mı gözetirsiniz?" sorusuna ezici çoğunluğun verdiği cevabın "devletin çıkarı" olduğunu hatırlayalım.

Hangi devlet, kimlerin çıkarı?

Devlet bir kurumlar ve yapılar bütünüdür, operasyonel bir aygıttır. Bugün AKP-MHP iktidarının hükmettiği devlet aygıtının kurum ve kuruluşları, derinlerde yuvalanmış çetelerin, organize suç örgütlerinin, uluslararası uyuşturucu kartellerinin, kara para aklama şebekelerinin tasallutu altındadır. Biz sıradan vatandaşların hayret ve dehşetle izlediğimiz suç ve ilişkiler ağı, devlet kurumlarına çöreklenmiş işbirlikçiler olmadan kurulamaz, yaygınlaşamaz.

Devlet kurumlarında bu türden ilişkilerin, derin devlete yuvalanmış karanlık güçlerin, suç örgütlerinin, mafya tetikçilerinin her zaman varolduğunu başta da hatırlatmaya çalıştım. Bugünün dünden farkı; devletin, "yüce çıkarlarını!" korumak için bu yapıları kontrol etmekle ve kullanmakla kalmaması; bu yapıların, yani derin çetelerin ve suç örgütlerinin devleti ele geçirmekte olmasıdır. Başka türlü söyleyecek olursak, derin devlet çetelerinden çetelerin devletine doğru hızlı bir geçiş söz konusudur.

Susurluk olayları sırasında, "Az kaldı mafya devleti ele geçirecekmiş" denirdi. Sanırım korkulan oldu, hem de baş aktörler fazla değişmeden. Devlete biat edenlerin "bu kimlerin devleti" sorusunu sormalarının ve hamasî ezberleri bir yana bırakıp gerçekleri görmelerinin zamanıdır.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen ''Akdeniz Kültürü Ödülü''ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)

Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)