Türkiye'de ne oluyor, nasıl anlatmalı ve çıkış yolu nerede?
Bundan beş, on yıl sonra ve inşallah normalleştikten sonra Türkiye'de son yıllarda olanları nasıl tanımlayacağız? İçinden geçmekte olduğumuz döneme nasıl bir ad verilecek?
Otoriterleşme, hukuktan ve laiklikten uzaklaşma, ekonomik kriz, hatta liyakatsızlık vb. terimler bu dönemin vahametini tarif etmekte yetersiz kalıyor. Başka bir şey anlatıyor.
Çok daha köklü bir çöküş döneminden geçiyoruz. Hakikatler daha bir ortaya çıktığında, gözler daha bir görmeye, diller daha bir anlatmaya başladığında tarihçiler belki de bu döneme "Büyük Soygun Devri" diyecek. Veya "Akıl Tutulması Devri." Bu terimler siyasal rejimin kurumsal problemlerinden çok daha derin gelişmeleri vurguluyor.* Farklı niyet ve motivasyonları ön plana çıkarıyor. Devlet - toplum, birey - birey ilişkilerine sirayet eden, kültürel, politik - ekonomik ve entelektüel yapısal dönüşümlere işaret ediyor.
Özgürlük ve hak ihlallerinin, ekonomik buhran ve yoksulluğun, "kurlara bakmayan" ekonomi bakanının, güven vermeyen istatistiklerin, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan alt mahkemelerin ve kendi makamının meşruiyet kaynağı olan anayasayı korumaktan sorumlu Anayasa Mahkemesi'ni tehdit eden İçişleri Bakanı'nın (liste sayfalarca uzatılabilir) arka planında, milyarlarca (evet milyarlarca) dolarlık kaynak aktarımları, "kapatmalar,"** üstü kapalı vergiler ve mülksüzleştirmeler, ve bunları mümkün kılan toplumsal - psikolojik gelişmeler yatıyor. Son yirmi yıldır medyada, eğitimde, popüler kültürde, toplumsal söylemde ve mülkiyet ilişkilerinde inşa edilen değişimleri küçümsemek büyük hata olur.
Bu dönemin uzun sürmesi ve çok daha yıkıcı olması da mümkün. Çünkü iktidarı, devlet aygıtını ve devletin zor kullanma güçlerini kontrol eden siyasal ve ekonomik aktörlerin önemli bir bölümü durumu hiç de bu şekilde görmüyor. Tam tersine bir "fetih" ve "diriliş" devri olarak görmek eğiliminde. Bambaşka bir duygu ve gerçekler dünyasında yaşıyor. Bu anlayış içeride tavizsiz ve gaddar bir otoriterliği beslerken dışarıda da, İttihat ve Terakki dönemini hatırlatan maceracı ve yayılmacı bir dış siyaseti teşvik ediyor.
Yeni bir rejim mi kuruluyor?
Bu durumu iktidar açısından sürdürülemez kılabilecek en önemli unsur iktidarın parçalı yapısı. İdeolojik - entelektüel fakirliği ve kadrosal yetersizliği. Yeni ve kalıcı bir otoriter rejim inşa edecek vizyon ve kadrolardan yoksun. Hukuku ve liyakatı tamamen elden bıraktığı için yeni kadrolar devşirme imkânı da kısıtlı. Otoriter bir rejim inşası için önce bir sosyal tabakaya, sonra da bir devlet, parti veya harekete dayanmak gerekir. En son 2017 yılındaki değişimler AKP'yi özerk, dinamik bir siyasal güç olmaktan tamamen çıkardı. Dolayısıyla bir "AKP devletinden" bahsetmek devlet denen aygıtı ve "fikri" biraz basite indirgemek olur. Türkiye'nin AKP öncesi eski otoriter (ve yarı - demokratik) rejimi, yargısıyla, bürokrasisiyle, ordusuyla kendisini bireyin ve demokrasinin önünde konumlandırmaya alışmış, belli kurumları ve gelenekleri olan bir devletten besleniyordu. Bugünse bu devletin vidaları çıkmakta ve yeni bir otoriter rejimin temeli olması zor. Eğer yeni bir otoriter rejim kuruluyorsa bu ancak tamamen kişiselleşmiş (patrimonyal), veya salt güvenlik güçlerine ve inşaat ve silah endüstrisine dayalı bir otoriterlik olabilir. Her iki durumda da Türkiye gibi endüstrileşmiş, çok partili hayatı ve parlamenter demokrasiyi tanımış ve büyük bir ülke yönetilemez.
Peki tüm bunlara rağmen, ve belki Cumhuriyet'in en derin ekonomik buhranının yamacında hatta içindeyken, neden normalleşme umudu bir türlü yeterince yeşeremiyor? Neden siyaset toplumsal hareketini, toplum da siyasetini yaratamıyor?
Tabii bu tek bir nedenle yanıtlanabilecek bir soru değil. Ama üç ayrı akıl tutulmasından bahsedebiliriz.
Desen: Selçuk Demirel
İktidarın yakalanmış seçmeni
Bunlardan birincisi iktidarın "yakalanmış seçmeninin" akıl tutulması. Yani tüm anketlerde "her şeye rağmen" iktidarı desteklemeye devam eden yüzde 25 - 30 bandındaki kitle. Ve iktidardan hoşnutsuz ve "kararsız" olsa da muhalefete destek vermeye gönlü gitmeyen diğer yüzde 5 - 15. Bu kesimlerin tercihlerinde mutlaka, azalsa da iktidarın dağıtmaya devam ettiği kayırmacı maddî nimetlerin etkisi var. Ama daha az anlaşılan önemli bir etken olduğu gözüküyor. Sevdiği kişinin düşündüğü insan olmadığını kabul edemeyen, aldatılsa da kopamayan, bilinmezden korkan insanların durumuna benziyor. İnandığımız, sevdiğimiz, bel bağladığımız bir ilişkinin hikâyesi kimliğimizin de bir parçası olur. Hayatımızın parçası bir alışkanlık hâline gelir. O hikâyeyi ve alışkanlığı kesip atmak kolay değildir. Güvenilen ve gücüne sığınılan bir limanı terk etmek, kendine de ihanet etmek duygusu ve korku verir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu tür bir gönül bağı kurduğu geniş bir kitlesi var. Tabii bu bağın ve "hikâyenin," iktidar güdümündeki büyük medya tarafından sürekli ve yapay yoldan beslendiğini de unutmamalı. Kamu kaynakları kullanılarak iktidarın bir aracı hâline getirilmiş bu medyayı izleyen herhangi bir insan, gündelik yaşamdaki sıkıntılara rağmen, kısa sürede aslında ülkenin büyük bir atılımın eşiğinde olduğuna inanabilir. Yolsuzluklardan, adaletsizliklerden, muhalefetin önerilerinden hiç haberi olmayabilir. İktidarı eleştirenleri hain olarak görüp onları suçlamaya başlayabilir. Dolayısıyla, ışık hızıyla değersizleşen mili paraya "bakmıyorum" diyen bir yönetime en çok kızan kesimin, onun daha birkaç sene önceki "dolar bozdurun, kazanacaksınız" vaatlerine inanan kesim olması beklenirken, en az tepki bu kesimden gelebiliyor. İktidara ve muhalefete destek verenler sadece ayrı duygu değil apayrı enformasyon evrenlerinde de yaşıyor.
Partiler üstü demokrasi ittifakının zorlukları
İkinci akıl tutulması ise muhalefet partilerini etkiliyor. Bazı muhalefet partileri durumun vahametinin yeterince ayırdında değil. Deva ve Gelecek partileri AKP'nin içinden çıktıkları için, sorunun CB yönetimiyle başladığını düşünmek eğilimindeler. Oysa "tek adam" ve "bizdense bakma ve sus" sisteminin çok önceden başladığını, 2014 - 2017 arasında kurulan Cumhurbaşkanlığı yönetiminin sebep değil sonuç olduğunu, bunun beslediği yolsuzluk ve israfların çok önceden başladığını en iyi onlar biliyor. Belki iktidarın yakalanmış seçmenlerine benzer nedenlerle kendilerine bile kabul edemiyorlar, belki de daha stratejik hesaplar söz konusu. Ama bu gerçekle samimi olarak yüzleşirlerse hem siyaseten yolları açılabilir hem de Türkiye'nin yolunu açabilirler. Böyle bir yüzleşmeyi toplum da olumlu karşılamalı, çünkü bugün geldiğimiz noktada hiçbir kesim günahsız olduğunu söyleyemez. Söylüyorsa kendine de yalan söylüyor.
Başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere İyi Parti ve diğerlerinin ise olanların farkında olmadığını değil, yaptığı tespitlerin mantıksal sonucu olan siyasetleri üretmekte ve pratiğe geçirmekte zorluk çektiğini söyleyebiliriz. Laiklik uyarıları yapan Deniz Baykal'lı yılları bir kenara bırakalım, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu daha 2014'te "diktatörlük" yani rejim uyarısı yapmış, ama bugün rutin olarak bu yaftalamayı yapan Avrupa'da ve içeride yeterli destek bulamamıştı. Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP çok doğru ve takdir edilmesi gereken biçimde bir Demokrasi İttifakı kurulması için de en çok çaba sarf eden ve fedakârlık yapan parti. Demokrasi İttifakı'nın içinin doldurulması için -Selahattin Demirtaş'ın cezaevinden yaptığı katkılar, HDP'nin yanıtları ve Meral Akşener'in Memleket Masası önerisi dışında- şu ana kadar en somut ilkesel ve fikirsel önerileri de CHP ve Kılıçdaroğlu yaptı.*** Kutuplaşma karşıtı ve birleştirici bir siyasetle 2019 yerel seçimlerinde de önemli başarı kazandı, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş isimlerini ulusal düzeye taşıdı.
Eksiklik iktidar tabanındaki akıl tutulmasını kıracak ve toplumdaki "birisi bir şeyler yapsın artık" duygusunu arkasına alacak ve güven verecek siyaseti üretememekle ilgili. Kutuplaştırıcı, öfkeli söylemden kaçınmakla doğru yapıyor. Ama Titanik batarken sakin bir tonla analiz yapan ve ben söylemiştim diyen yardımcı kaptan izlenimi vermek yanlış. Cesur, zinde ve olağanüstü bir duruma uygun müdahil bir söylem geliştirmesi şart. Özeleştiri yapabilmesi, 2014 aday seçimi ve dokunulmazlıkların kaldırılması gibi konulardaki hatalarını kabul etmesi elzem.
Öte yandan, muhalefet partilerinin mutlaka ortak açıklamalar yapmaları, beraber bir görüntü ve güven vermeleri gerekiyor. Çünkü karşılarındaki güç hiçbir partinin veya liderin tek başına yenebileceği bir güç değil. İktidara gelirlerse çözmeleri gereken siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlar da hiçbirinin tek başına altından kalkabileceği sorunlar değil.
En çetrefilli konulardan ve ayrı bir yazı gerektiren HDP, Kürt meselesi ve karşılıklı yapılması gerekenler konusunda ise muhalefet partilerinin şunu görmesi yararlı olabilir. Demokrasi kendiliğinden Kürt sorununu çözmez. Ama "demokrasiyi el ele inşa etmek" çözebilir. Bu süreçte demokrasi temelinde birbirinin hukukuna sahip çıkmak ve "barış" kavramını el üstünde tutmak, güvensizlik duvarlarını yıkabilir, "sivilleşmeyi" mümkün kılabilir ve çözümün yolunu açabilir.
Son olarak muhalefetin toplumu ikna edecek oy kaynağı olarak değil güç kaynağı olarak görmesi gerekiyor. Kısaca muhalefetin kendisiyle, birbiriyle ve toplumla barışması gerekiyor.
Toplumsal bir demokrasi sözleşmesi ihtiyacı
Son akıl tutulması ise toplumla, muhalefetin toplumsal tabanıyla ilgili. Toplumun önemli bir kısmı için, gerçekten değişim ve iktidara gelme umudu taşımayan muhalefetin bir hayat tarzı haline gelmesi büyük bir tehlike. Değişim olsun ama ben değişmeyeyim demek mümkün değil. Toplum siyasetten liderlik ve çözüm beklemekte haklı, ama toplum da siyasete rehberlik etmeli.
Sivil toplum kendi arasında barışamadığı, alışkanlıklarını değiştirmediği, farklı vatandaş kesimlerine karşı dışlayıcı dilini terk etmediği, kendi arasında demokrasi ve hukuk üzerinde uzlaşarak ideolojiler - üstü bir Demokrasi İttifakı**** kuramadığı ölçüde, siyasal partilerden de bunu beklemesi zorlaşıyor.
Yani toplumun da güçlü bir sesle, "demokratik hukuk devleti ve sosyal adalet ilkeleri üzerinde önyargısız uzlaşan partilere oy ve destek vereceğim," "partiler üstü bir Demokrasi Senedi'ne imza atmayan partilere ise oy vermeyeceğim" demesi gerekiyor. Siyasal partilerin kendi başlarına zorlandığı oranda toplumun bir Demokrasi Sözleşmesi yapması ve öncülük etmesi gerekiyor.
Türkiye'nin çıkış yolu farklılıklarını reddetmeden birbirinin hukukuna sahip çıkan ve bu çöküşün üstüne hiç sahip olmadığımız adil bir demokratik hukuk devleti kurmayı amaçlayan bir Demokrasi İttifakı'ndan geçiyor. Bu da aynı anda hem siyasal partiler arasında hem de toplumda gerçekleşmek zorunda.
Notlar:
* Sosyal bilimci okuyucularımız için: Bu dönüşümler Alfred Stepan, Juan Linz, Steve Levitsky, Andreas Schedler, Nancy Bermeo gibi isimlerce temsil edilen, benim de akademik çalışmalarımda ayrıca katkı sunduğum kurumsal dönüşümler temelli "otokratikleşme" yazınından çok, Gramsci, Arendt, Polanyi, Fromm gibi klasik katkıların vurguladığı sosyolojik, sınıfsal, politik - ekonomik ve sosyal - psikolojik dinamikler. 2016 yılındaki bir katkımda ben de en azından başlangıç düzeyinde bu dinamiklere vurgu yapan bir çerçeve sunmayı amaçlamıştım:
Somer, Murat (2016). "Understanding Turkey's Democratic Breakdown: Old versus New and Indigenous versus Global Authoritarianism," Southeast European and Black Sea Studies, 16(4): 481 - 503.
** enclosures.
https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/aksenerden - cagri - memleket - masasi - kurulmali - 5805624/
https://www.perspektif.online/muhalefet - ne - yapmali/
https://www.evrensel.net/haber/316955/hayir - blogu - program - yaratmali
https://www.perspektif.online/demokratik - bir - gelecek - icin - genis - tabanli - ittifak/
https://www.perspektif.online/turkiye-icin-yeniden-demokratiklesme-sahiden-mumkun-mu/
https://t24.com.tr/yazarlar/riza-turmen/guclendirilmis-parlamenter-sistem,28308