Geçen gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çeşitli kimselerle giriştiği polemiklerde kullanmayı adet edindiği aşırı derecede suçlayıcı ve kırıcı (ama "suç"un kendisi sabit falan değil) dilden söz ediyordum. Davutoğlu, Babacan ve Gül hakkında "dolandırma" fiiline de varan sözleri, örneğin. Erdoğan’ın "işleri" medyasının toplumu inandırmaya çalıştığı kadar parlak yürümüyor. Bu belli. Yürümemesi polemik üslubunu da etkiliyor, sağa sola savurduğu suçlamaların "sahihlik" derecesini değil de "dozaj"ını yükseltiyor. Geçen gün hedefte Nobel vardı.
Davutoğlu, Babacan ve Gül parti hazırlığı çalışmaları içindeler diye okuyoruz. Bu, Erdoğan’ın ve iktidarının geleceğini dolaysız olarak etkileyecek bir faaliyet. O ve medyası, adı geçen kişilerin itibarını düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Söylediklerine inanmak ya da üsluplarını onaylamak ayrı konu ama bunu niçin yaptıklarını anlamak mümkün. Fakat Nobel konusu açıldığı zaman Erdoğan’ın söylediklerini niçin söylediğini anlamak pek de kolay değil.
Ama "söyledikleri" dendiğinde bu da tartışmalı bir hale geldi. Elbette Orhan Pamuk’u ilgilendiren kısmından söz ediyorum. Erdoğan’ın o konuşmasında Nobel verilmesinden rahatsızlık duyduğu "terörist"in Orhan Pamuk’tan başka biri olması mümkün değil. Başka Nobel verilmiş bir Türk yok ve Erdoğan "verilen" bir Nobel ödülünden söz ediyor. Bu arada, evet, şimdi ("çevir kazı" deyimini akla getirecek şekilde) ileri sürülen Osman Kavala konusu var ama bu bir ödüle birini önermenin ötesine geçen bir şey değil, "verilen" bir ödül falan yok. Ayrıca, "barış ödülü falancaya verilsin" diye yaptığınız önerme de Nobel kurulunun kendi önerisi değil, birilerinin onlara yaptığı öneri. Adamın biri "Barış Ödülü" Mavi Sakal’a verilsin diyebilir ama bunu Nobelciler’e mâl edemezsiniz.
Öyle anlaşılıyor ki Nobel ödülünü aldığı zaman Orhan Pamuk’u tebrik eden Tayyip Erdoğan daha sonraki yıllarda Orhan Pamuk’un kendisi hakkındaki değerlendirmelerinden mutlu olmadı. "Terörist nedir?" sorusuna hepimiz birbirinden fazla uzak düşmeyecek tanımlar getiririz; ama bugünün Türkiye’sinde verilmesi gereken cevap "Terörist, Tayyip Erdoğan’ın hoşlanmadığı kişi demektir" olmalıdır. Dolayısıyla Erdoğan, Nobel münasebetiyle konu açılır gibi olunca yüreğinden geçeni ağzından da çıkardı.
Erdoğan’ın ağzından çıkan sözün uzun boylu yorum gerektirir bir yanı yok; adresi yeterince açık. Gel gelelim, sözün söylenmesinin hemen ardından Fahrettin Altun atılıp bunun muhatabının Orhan Pamuk olmadığını söyledi; derken Tayyip Erdoğan da bu doğrultuda birkaç kelam etti. Bu durumda, "Eh, demek ki biz yanlış anlamışız" dememiz mi gerekiyor. Ne tuhaf, hepimiz de aynı şekilde yanlış anlamışız!
"Hepimiz" diyorum, çünkü sabah T24 yazarlarının söylediklerine baktım, bu konuda yazan çok ve herkes de böyle anlamış ve hiçbiri de "kastedilen Orhan Pamuk değildir" açıklamasına inanmamış. Tayfun işin psikolojisine inmiş ve "lapsus" kavramıyla açıklıyor durumu. Olur mu? Olabilir elbet.
Tayyip Erdoğan gerçekten tuhaf konuşuyor. Şu anlamaya çalıştığımız durumda diyelim ki "teröriste verilen Nobel" konusunda Orhan Pamuk’u değil de, barış ödülü için önerilen Osman Kavala’yı kastetti… O zaman doğru bir laf mı etmiş olacak? Birinin terörist olup olmadığını böyle kesinleştirecek makam Erdoğan’ın makamı mıdır? Bir Cumhurbaşkanı’nın ona buna böyle suçlamalar savurarak ortalıklarda dolanması kabul edilebilir bir şey midir?
İlle birilerini suçlaması gerekmiyor Tayyip Erdoğan’ın. Söyledikleri genellikle bir tuhaf oluyor. Geçen gün NATO toplantısında gerçekleşen küçük toplantıyı anlatırken "Fransa, Almanya, İngiltere ve şahsım" diyebildi. Bunun da, bilinen ölçüler içinde anlaşılır bir yanı yok. "Şahsım" kelimesi bu şekilde bir ülke adı olabildiğine göre, Tayyip Erdoğan’ın konuştuğu dilin de "şahsımca" dili olduğu söylenebilir herhalde.
Bu örnek, sonuç olarak, bir "kelime"nin alışılmadık biçimde kullanılmasının örneği. Ama konu galiba böyle örneklerle sınırlı da değil; daha geniş semantik alanlarda da işler karışabiliyor. Olayı ben atlamışım, Mehmet Yılmaz’ın yazısından öğrendim: NATO toplantısının öncesinde Macron’la Erdoğan arasında sevimsiz bir atışma olmuştu. Dönüşte Erdoğan’a bunun toplantıya bulaşıp bulaşmadığını sormuşlar. O da, orada bu konulara hiç girilmediğini söylemiş. İyi. Zaten çok anlamlı bir tartışma değildi. Ama iş bununla bitmiyor. Tayyip Erdoğan bundan sonra bir de kendi partisinin adamlarına NATO zirvesi anlatıyor ve orada Macron’a, yüzüne karşı, nasıl sözünü esirgemeden konuştuğunu, Macron’un da onun bu sözlerini yalayıp yuttuğunu hikaye edebiliyor. Aristo mantığında bir temel kural vardır: Bir kişi bir anda ancak bir yerde bulunabilir, iki ayrı yerde bulunamaz. Buna paralel, şöyle bir kural da saptayabiliriz belki: insan aynı anda birbiriyle tamamen çelişen iki ayrı söz söyleyemez.
Ama böyle bir kural herhalde saptanamaz, çünkü Tayyip Erdoğan bunun doğru olmayacağını kanıtladı bile.
Tayyip Erdoğan son zamanlarda çok konuşuyor. Her türlü vesileyi kapsayıcı sözler söyleme babında kullanıyor. Ama, herhalde onun kusuru olduğundan değil de bizim anlayışsızlığımızdan, habire bir "yanlış anlama" durumu oluşuyor. Örneğin Fahrettin Altun’a iş çıkıyor. Cumhurbaşkanı’nın çevresinde korumaları, danışmanları, yardımcıları, bakanlarının yanısıra bir de "Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarını doğru anlama müdürlüğü" ihdas etmek düşünülebilir belki.