Öncelikle itiraf edelim. Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla "laik" olamadı. Türk Dil Kurumu sözlüğü, "laik" sözcüğünü "Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan" diye tarif ediyor. Oysa genç cumhuriyetin daha 1924'te, her ne nedenle olursa olsun Diyanet İşleri Reisliği'ni kurması bile ortada laik bir rejim olmadığını kanıtlıyordu. Böylece devlet, belli bir dini, hatta spesifik bir mezhebi merkeze almış oluyordu.
Laik bir rejimin bütün inançlara karşı eşit mesafede durması tabiatı gereğiydi. Ama milli marşta geçen, "Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli. Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli" gibi dizeler, yeni kurulan devletin aslında tarafsız olmadığını göstermekteydi.
"Laik-miş gibi" yapmak...
Tüm bunlara karşılık yıllar boyu "laik-miş gibi" yapmayı tercih edecektik. Cumhuriyet tarihi boyunca ordunun üst kademesine yükselen bir Ermeni subay, valiliğe atanan bir Yahudi, bakanlık yapan bir Rum göremiyorduk. Dahası, 1927 sayımında İstanbul nüfusunun neredeyse üçte birinin gayrimüslim olduğunu biliyorduk. Sonra hangi olaylar cereyan etmişti de toplumun bu önemli bileşenleri eriyip gitmişti? Cevabı tarihçilere bırakıyor, ilgilenmemeyi tercih ediyorduk.
"Laik-miş gibi" yapma öykümüz daha sonra "imam-hatip"lerle devam edecekti. Eğitim sisteminin içinde bir başka sistem yaratıyor ve Sünni-İslam inancına dayalı bu okulları, devlet bütçesinden finanse ediyorduk. Kurduğumuz bu "laik-miş gibi" sistem, "bizim bürokrasi"nin kontrolündeyken gayet iyiydi. Zira memlekete "din" lazımsa onun şeklini, dozunu belirlemek de "devlet baba"nın göreviydi.
Ya bürokrasi ele geçirilirse?
Peki bu tehlikeli ve bir o kadar da anti-demokratik mekanizma elimizden kaçar da "yaramaz çocuklar"ın eline geçiverirse?.. Orası aklımıza bile gelmemişti. Ta ki 2002'de AKP iktidara gelene kadar... 79 yıl boyunca resmi törenlerde smokin giyerek ve kamuda örtünmeyi yasaklayarak "laik-miş gibi" yapmıştık yapmasına... Şimdiyse bizzat "devlet baba" tarafından yetiştirilen "Siyasal İslamcı" kadrolar sistemin merkezine yerleşiyorlardı. Elbette ilk yıllarında onlar da "laik-miş gibi" yapacaklardı. Ta ki yüzyıllardır bu toprakların gerçek yöneticisi olan "bürokrasi"yi tamamen ele geçirene kadar. "Fetih" tamamlandığında, onlar için artık korkulacak bir şey kalmamıştı. Bundan böyle "miş gibi" yapmak da anlamsızdı. Hem de hiçbir konuda...
"Hükmen şehit"lik iyi de deprem paraları nerede?
Bugün o kadrolar Diyanet Holding'e yerleşmiş, depremde ölenleri "hükmen şehit" ilan edebiliyor ve yeri yurdu belli fay hatlarını "Allah'ın imtihanı" diye sunabiliyorlar. Bisküviden hallice binada ölen zavallı insanların "cennetlik" olduğuna bir fetva ile karar verebiliyorlar! Bugün o kadrolar ülkenin resmî yardım kuruluşu üzerinden milyonlarca lirayı diledikleri dinci vakfa transfer edip, "Ne var ki bunda!" diyebiliyorlar. Aynı gece vatandaşlara SMS gönderip , hiç utanmadan, sıkılmadan, deprem için 10 TL bağış (!) istiyorlar. Ve aynı kadrolar, 21 yıldır Özel İletişim Vergisi, Yurt Dışı Çıkış Harcı adı altında toplanan milyarlarca lira nerede diye sorulduğunda "Deprem paraları depreme harcanacak diye bir şey yok" açıklamasını yapabiliyor, hatta "Hesap mı vereceğiz?!" diye üste çıkabiliyorlar. Böyle bir sistemin medyası, depremzedelere mikrofon uzatıp "Mutlu musunuz?" diye soru sorabiliyor.
Böyle bir sistemin "profesör doktor"u da depremi çocuklarla evliliğin yasaklanmasına (!), yani "İslam dışına çıkılmasına" bağlıyor.
İmamoğlu da kayak yapmayıversin!..
Bundan 137 yıl önce Nietzsche, kilise için "bir çeşit devlettir" diyor ve "devletlerin en yalancısıdır" diye ekliyordu. 137 sonra biz; aklın, mantığın ve vicdanın sınırını zorlayan bir tür "kilise devlet" ile karşı karşıyayız.
Ve daha fenası, bu "kilise devlet"i başımıza musallat edenin "laik-miş gibi" yapan bir rejim ve her şeyin en iyisini bilen, kendini toplumun sahibi gören bir bürokratik gelenek olduğunu unutuyoruz.
Böylece asıl sorunla yüzleşmek yerine yine "şekle" takılıyor, mazrufa değil zarfa odaklanıyoruz. Nitekim hiç vazifesi olmadığı halde deprem bölgesine yardıma giden, sonra da izin günlerinde ailesiyle kayak tatili yapan Ekrem İmamoğlu'nu eleştirebiliyoruz. Tıpkı Batılı politikacılar gibi, özel hayatıyla görevini ayırabilen birini "Ankara tipi" memur politikacıya dönüştürmek istiyoruz.
Yeter ki "laik" ya da en azından "laik-miş gibi" olsun. Biz bürokrasiyi çok seviyoruz!