Geçen hafta cuma akşamı Netflix’e “Sazan Sarmalı” eklendi [1]. Bütün hafta sonu ve pazartesi bunun çalkantısı ile geçti. Doğaldır, herkes Netflixli hayatı tartışmaya başladı. Tabİi en başta sinema saloncuları. Gerçi filmin yapım ortakları arasında Mars var ama muhtemelen Mars’ın sözleşmesinde satış haklarına karışmıyor (ya da bile bile mi satıldı?).
Sinemada süresi dolmadan Netflix'e geçmesinin sebebi, normalde filmin yılbaşından önce gösterime giriyor olması, ancak sinema yasası nedeniyle gösteriminin ertelenmesi. Netflix, 15 Şubat olan anlaşma tarihini ertelememiş.
Netflix-sinema saloncuları arasındaki kavgayı ilk kez, 2017’de yazmışız [2]. Yani yeni bir konu değil. Dünya bunu 3-4 yıldır tartışıyor. Ama bizimkiler ancak “Sazan Sarmalı” gösterilince farkına vardı. Ama ilginçtir onlar değil, sinema yapımcıları kendi haklarını değil, sinema salonlarının haklarını savunmuşlar. Anlaşılan Netflix ve diğer WebTV’ler sayesinde yeni ortam bulduklarının, sinema salonlarına muhtaç olmadıklarının farkında değiller.
Bu yazımızda filmin şu ana kadar konuşulmayan “içeriği”ni anlatacağız. Başlık da bunu ifade ediyor ama en sonda. Önce şu Netflix tartışmalarını bir daha elden geçirelim.
Netflix ve Uber yeni çağın araçları; ağlamak yerine yerellerini oluşturmak lazım
Netflix hakkında başlayan tartışmalar UBER ile aynı konu. Hep diyoruz; internet teknolojileri yıkıyor.
Neyi?
Her şeyi…
Ve yerine yenisini koyuyor.
Uber örneği verelim; Uber, Atatürk Havalimanı’ndan aldığı turist çifti, 2’nci köprüden geçirip, birinci köprüden döndürüp Sultanahmete’e getiren taksicinin işine son verdi (aynen yaşanmış bir olaydır). Artık o turist eğer bir otobüslü tura dahil değilse, daha uçağa binmeden önce (ya da indikten hemen sonra) İstanbul’daki Uber’ini ayarlıyor ve parasını da online ve belli miktarda ödüyor. Yani 2-3 kat dolandırılmaktan kurtuluyor.
Buna karşılık şunu diyeceksiniz; “Ama Uber vergi vermiyor”, “Ama Uber ayrı bir ticaret alanı olan taksi plakaları sektörünü öldürdü”, “Ama Uber taksicileri işsiz bıraktı.”
İyi de kardeşim; dünya değişirken, biz “değişime hayır, statükom da statükom” mu diyeceğiz? Hem taksi plakaları ticareti de neymiş? O da bir çeşit karaborsacılık değil mi?
Ya da yukarıdaki tarz ve diğer çeşitlerde dolandırıcılık yapan [3], arabasını pis tutan, kısa yola yolcu almayan, kendisi de vergi kaçıran taksicileri mi koruyalım?
Vergi konusu mu? Benim “booking.com ve alibaba.com babanızın dükkanı mı?”[4] yazılarıma bakarsanız, ben de bu uygulamaların yerli olması gerektiğine inananlardanım. Üstüne üstlük tekellerin de kaliteyi öldürdüğüne, fiyatları yükselttiğine yani tüketicinin zararına olduğuna inanırım. O zaman ağlamayı bırakın ve yerlisini oluşturun. Çok mu zor? Parisli şoförler yaptı. Hem de tam 12 tane uygulamaları var[5]. Siz Fransızlardan daha mı beceriksizsiniz? (Politik AKP’li i-Taksi [6] ile biTaksi, @taksi var zaten ama Uber’in reklamı daha iyi.)
Tabi ki böyle olmayan taksi şoförlerini konu dışında tutuyorum. Onlara yeni dönemde daha çok iş var. Çünkü Uber ve benzeri platformların en önemli özellikleri şoförler hakkındaki yorumları kolayca iletebilmek. Yani pis, yolcu almayan ya da dolandıran şoförler için deniz bitti.
Netflix yeni çağın sineması
Dolayısıyla Netflix konusunda da benzeri bir durum var.
Bir okuyucu yazmış “Netflix bir şirket. Onun reklamını yapmak doğru mudur” diye. Haklı; bu bir şirket. Ötesi “globalde tekel olmaya doğru gidiyor”. Daha da ötesi “yerli değil”. Bu nedenle artık PuhuTV ve BlueTv de yazıyor olacağım.
Ama olay sadece bir şirket, iki şirket olayı değil. Aslında işaret etmeye çalıştığım şu; bir dönem değişiyor. Ya bu dönemi bir an önce hissetmek lazım, ya da “Matbaa Devrimi’ni kaçırdık, Sanayi Devrimi’ni kaçırdık, bari bu sefer treni kaçırmayalım” modunu 21. yüzyılda da sürdürüyor olacağız.
Burada kaçırmayalım konusu ikiye ayrılıyor; birincisi işini dolandırmayla, kalitesiz yapanların artık değişen dünyada kendilerine yer olmadığını farkına varmaları lazım, ikincisi de bu işin içindekilerin (salon, film yapımcısı, aktör vs.) yeni dönemi fark edip, kendilerini buna göre ayarlamaları lazım, — ki anlaşılan Yılmaz Erdoğan bu konuda da öncü.
Sinemalık film ile TV'lik filmler dünyada yavaş yavaş ayrışıyor. Sinemalık fimlerde seyirci ile sinema ilişkisi daha da belirgenleşiyor, Seyirci, senfonik film müziklerini, özel fotoğrafik görüntüleri, özel efektleri, 3 boyutlu veya genişletilmiş görüntüleri sinemada izlemek istiyor. Ancak bu özellikleri olmayan filmleri TV'de veya dijital platformlarda izlemeyi tercih ediyor. Yani sinema endüstrisi, bir tercihe zorlanıyor. Sinema seyirliği filmler mi üretmek, herhangi bir yerde izlenebilen filmler mi üretmek?
Kuru kuru konuşmak yerine bunları düşünmek lazım...
Yazılarımda hep “internet teknolojileri yıkıcıdır” diyorum. Bu benim cümlem de değil. Dünya böyle diyor. Çünkü bir şeyleri yıkıp, yerine yenisini koyuyor. Netflix olayını daha iyi anlamak için
Şimdi Netflix, BluTV, PuhuTV tarafına bakarsanız da, 35 TL’ye, herhangi bir yenilik getirmeden sadece patlamış mısır bonusu ile sinema bileti satanlara “YUH” demenin zamanıdır. Ama o “Yuh”u gördüğünüz gibi Netflix, PuhuTV, BluTv söylüyor.
BKM, TESİYAP, SİSAY açıklamaları
WebTV’ler size sinema salonlarına karşı bazı avantajlar sağlıyor. Bunların başında o günkü ruh durumunuza uygun film seçme şansı geliyor. Üstelik çok büyük bir havuzdan, bugün şunu, yarın bunu seçebilirsiniz. İlk yazımda belirtmiştim; bunun illa Holywood filmi olması gerekmiyor. Güney Kore, Patagonya, Norveç ya da Türk filmi seçebilirsiniz. Zaten BKM de tartışmalar üzerine yaptığı açıklamada buna işaret etmiş[7];
“Sektörümüzde yaşanan bu krizde ve değişen dünya koşullarında sinemayı ayakta tutabilmek adına Netflix ile yaptığımız bu anlaşmanın Türk sinemasını daha iyi yerlere taşıyacağından eminiz.”
SEYAP’ın yukarıda verdiğimiz açıklaması dışında Tesiyap ve Sisay da açıklamalar yayınlamış[7]. Bu açıklamalardan TV ve sinema yapımcılarının derneği olan Tesiyap’ın açıklamasını yine anlamakta zorlandım. Çünkü BKM’nin açıklaması yanlış değil, bu Türk filmleri açısından yeni bir ortam ve dünyaya da açılıyor. Belki fiyatlamada sorun vardır.
Diğer yandan SİSAY’ın açıklamasını anlıyorum çünkü bu yeni ortam, onlara zarar verecek ve rekabeti doğuracak bir ortam. Ama onların da artık kendilerini geliştirmeleri, bilet fiyatlarını mantıklı hale getirmeleri gereken bir dönemde olduklarını anlamaları lazım. Yoksa UBER’i engelleyemeyen taksicilere dönüşecekler.
Hepimiz Sazan Sarmalı içinde miyiz?
Dolayısıyla “Sazan Sarmalı”nın geri kalan herkes gibi bana da ilk düşündürdüğü konular bunlar oldu. Ama filmin üzerinden zaman geçince —Saadet Partisi reklamlarının da katkısıyla—başka bir şeyi fark ettim. Film aslında bize bir şey gösteriyor.
Biliyorsunuz, eski zamanlarda Metin Akpınar-Zeki Alasya, Nejat Uygur ve çok sevgili Levent Kırca bizlere müthiş politik eleştirileri sunardı. Komedyenlerin böyle bir yönü var. Bizim satırlarca anlatmayı başaramadığımız fikirleri, onlar kısa bir hikâye, 2-3 yüz hareketi ile önümüze koyabiliyorlar. Ya da karikatüristler, hala bugün de bizim uzun uzun anlatmayı başaramadığımız pek çok olayı 1 tane karikatür ile ifade ediveriyorlar.
Erdoğan’ın da filmde karikatürleştirdiği bir sahne var. O da telefon dolandırıcılığının sunuşu (pedikür yapılan savcı sesli adam, sekreteryası ve başkomiseri bir cücenin canlandırması ile) harikaydı. Bunu gören unutmaz ve telefon dolandırıcılığı için kendisi arandığında gözünde bu adamlar canlanır. İlk aklımda kalan bu oldu.
Ama film bittiğinde buruk bir tat ile kalakaldık. O tat şu soruydu; “Türk insanı hep mi dolandırılıyor?” Biz sazan mıyız?
“Sazan Sarmalı” filmini izlerken, Yılmaz Erdoğan’da alıştığımız türden bir “kahkaha tufanı” bekliyorduk. Ama öyle olmadı. Karafatmaları yarıştırma fikri acayip ama kara mizah. Kahkahalarla güleceğiniz bir şey yok. Kıvanç Tatlıtuğ da rolünü iyi kotarmış ama yine kahkaha yok.
Ama sonra, ertesi günü birden fark ediyorsunuz ki, filmde daha derin bir şeyler var. Sazan Sarmalı etrafımızda. Her noktada. Yılmaz Erdoğan ise içinde yaşadığımız yılları anlatmış. Acaba bilerek mi yaptı? Malum, sinema kanunu sırasındaki “başkanlık” ifadesi tepki toplamıştı.
Filmi tam da şunun üzerine seyrettim; TV kanalı yoldan geçen vatandaşla konuşuyor, vatandaş şöyle diyor;
“45 TL elektrik gelmiş, 63 TL dağıtım parası. Nerede dağıtılıyorsa, biz gidelim kendimiz alalım, bu ne parası, derken üstüne bir de okuma parası, bu okuması, Yasin mi okuyorlar bu parayı almak için.”
Adam haklı. Kullandığımız her şeyde 100 TL gerçek ürün/hizmet ise neredeyse 200 TL’ye varan ilave bir şeyler ödüyoruz. Köprülere, tünellere ödediğimiz paralar da cabası. Dolayısıyla bu film üstüne gelince insan düşünüyor; “Acaba biz de sazan sarmalı içinde miyiz? Yılmaz Erdoğan buna mı işaret etmiş?”
Son olarak; film sazan sarmalını anlatırken, bir yandan ümit de veriyor. O ümit şu; dolandırıcılardan hakkını geri almak mümkün. Yani Yılmaz Erdoğan, Türk filmlerinin geleneksel figürü olan mağduru, öyle bırakmıyor. Sonuna kadar götürüyor. Organize İşler - 2 filmini izleyin. Filmin jargonu ile konuşalım “Baba yapmış.” Farkında olsa da, olmasa da.
[1] Sazan Sarmalı'nın Netflix'te gösterilmeye başlanması şaşkınlık yarattı
[2] Yıkılma sırası sinemada: Netflix, televizyonun geleceği ve Cannes
[3] Taksi dolandırıcılığının başka cinsleri de var. Mesela sizden aldığı 100 TL’yi zulaya atıp, size gösterdiği 10 TL’yi
[4] booking.com ya da alibaba.com babanızın dükkanı mı?
[5] Fransa Uber'in Rakibi Olan Taksi Uygulamaları Yarattı
[6] Toplamda 200 milyon TL/yıl Hacmi Olduğu İddia Edilen iTaksi Yazılımı Hangi Firmadan?