Erdoğan İşcan

25 Ekim 2021

Diplomasi ve kriz yönetimi

Diplomaside kararlar ulusal çıkarı ve kamu yararını öncelikle gözetmelidir. Siyasetin tepki ve uygulamalarında kilit unsurlardan biri, sonuç odaklı ve orantılı davranabilme kapasitesidir. Güncel krize diplomasi zemininde diyalog yoluyla çözüm aranabilir. Kriz aşılabilse de, sonrasında AİHM kararının uygulanmasına odaklanılması gerekecektir. Asıl sorun budur...

Ankara’da 10 büyükelçilik tarafından ortak bir girişimde bulunuldu. Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararını uygulayarak Osman Kavala’yı serbest bırakması çağrısında bulunan bir ortak açıklama yapıldı.

Bir başkentteki diplomatik temsilciliklerin ortak girişimde bulunmaları, diplomaside başvurulan bir yöntem. Ama, yerleşik uygulama, bunun sınırlı bazı konularda ve diplomasi kanallarından yapılmasının uygun olacağını gösteriyor. Ben de diplomaside görevim döneminde, Ankara’nın talimatları uyarınca, diğer bazı ülkelerin büyükelçileri ile birlikte ev sahibi devlet nezdinde diplomasi zemininde ortak girişimlerde bulunduğumu hatırlıyorum.

28 Ağustos 2019'da ABD Büyükelçisi David Satterfield,
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a güven mektubunu sunarken

Ortak girişimin yöntemi

Önce diplomaside büyükelçinin statüsünü hatırlayalım. Büyükelçi devlet başkanını temsil eder. Devlet başkanının verdiği güven mektubu ev sahibi devletin başkanı tarafından kabul edildiğinde görevine başlar. Devleti adına konuşur, kendi adına değil. Yaptığı her girişimi devleti adına, devletinin talimatı ya da onayı ile yaptığı varsayılmalıdır. Dolayısıyla, büyükelçi aracıdır, gerçek muhatap büyükelçinin devleti, devlet başkanı, hükümetidir.

Buradaki sorun, ortak girişimin, diplomatların görev yönergeleri bakımından tartışma yaratma potansiyeli olan duyarlı bir konuda ve diplomasi kanalları yerine doğrudan kamuoyuna yapılmış olması.

Esasen bu konuda yeni ve ortak bir girişimin ne kadar gerekli ya da yararlı olduğu da tartışmalı. Zaten AİHM’in kararı Bakanlar Komitesi’nde izleniyor ve alınan karar Türkiye’ye iletilmiş. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde 16 Eylül’de alınan kararda, uygulamanın gerçekleşmemesi, yani Kavala’nın serbest kalmaması durumunda, 30 Kasım’da toplanacak izleyen Bakanlar Komitesi’nde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 46/4 maddesi uyarınca ihlal prosedürünün başlatılacağı bildirilmiş. Bu konuyu ayrıntılı olarak önceki bir yazımızda açıklamıştık.

Yine de olası gelişmeler öncesinde bir ön uyarı niteliğinde girişime ihtiyaç duyulduysa; doğru yöntem, bireysel ya da toplu girişimin diplomasi kanalından yapılmasıydı. Daha da doğrusu, bu girişimin Ankara yerine ilgili ülkelerin başkentlerinde Türkiye büyükelçilikleri nezdinde yapılması, tehdit olarak algılanabilecek dil yerine uyarı dili kullanılarak olası gelişmelerin dikkate getirilmesi olurdu.

Bu duyarlı konuda ortak girişimin kamuoyuna açıklama şeklinde yapılmasının, mevcut gerginliği tırmandırıcı etkisi dikkate alınmalıydı. Belki de bunlar düşünüldü ve göremediğimiz bir amaç var!

Sonuçta olan oldu. Türkiye - Batı ilişkilerinde gerilim düşünülebileceğin ötesinde bir eşiğe ulaştı, kırılma noktasına yaklaştı. Bundan kimlerin yararlandığına bakmak gerekir.

Desen: Selçuk Demirel

Ortak girişimin içeriği

Bence girişimin içeriği konusunda uluslararası hukuk bakımından sorun yok. Türkiye’nin uygulamakla yükümlü olduğu AİHM kararının uygulanması isteniyor. AİHM, Türkiye’nin kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin bağımsız yargı kanadı. Türk yargıç dahil toplam 47 yargıç görev yapıyor. AİHS’nin denetim organı. Üye devletlerden gelen başvuruları değerlendirerek AİHS ihlal edilmişse düzeltilmesini ve gelecekte tekrarlanmaması için önlem alınmasını istiyor. Bakanlar Komitesi de ilgili devletin AİHM kararını uygulamasını izliyor.

İnsan hakları evrenseldir, bir iç mesele değildir, iç işlerine müdahale olarak görülmemelidir. Türkiye’nin de geliştirilmesine katkıda bulunduğu, taraf olduğu, uyma yükümlülüğünü üstlendiği uluslararası insan hakları hukukunun temeli budur. Öyle olmasaydı, Türkiye’nin de Birleşmiş Milletler ya da Avrupa Konseyi gibi forumlarda, ya da uluslararası kamuoyuna yönelik olarak, diğer ülkelerin insan hakları uygulamaları hakkında görüş beyan etmemesi gerekirdi.

Dolayısıyla yaşanan krizde sorun; uluslararası hukuk ya da diplomatların görev tanımından ziyade, diplomasi taktiği bakımından izlenen yöntem olarak düşünülmelidir.

Kriz aşılabilir mi?

Yanlış diplomasi yöntemi ve dili kullanılarak yapılan ortak girişime verilen orantısız tepki, gerilimi şimdiye kadar görülmemiş boyuta tırmandırdı. Türkiye’nin uluslararası konumu ve Batı ile ilişkilerinde istikrarın sürdürülebilirliği çok ciddi bunalıma girdi. Bu ne Türkiye’nin ne de müttefiklerinin ya da uluslararası ortaklarının yararına. Yazık, yıllarca özenle geliştirilen ilişki ağı bir anda dağılma tehlikesi geçirebiliyor.

İşte bunun için her zaman diplomasiye fırsat verilmesi, diplomatların tavsiyelerinin dikkate alınması ve diplomatik diyalog zemininin korunması önemli. Doğallıkla, her zaman vurguladığımız gibi, karar yetki ve sorumluluğu siyasi düzeyin. Siyasi düzeyde alınan kararın sonuç alıcı anlayışla uygulanması görevi de diplomasinin. Bunun için de bilgili, deneyimli, sağ duyu sahibi profesyonel diplomatlara ihtiyaç var.

Bu kriz aşılabilir mi? Gerilim eşiği çok yüksek, ama yine de aşılabilir.

Gelinen noktada tek çözüm yolu, diplomasi zemininde diyalog kurulması ve ortak çözüme yönelik uzlaşı iradesinin belirlenmesi. Bu zemini uygun kanallardan yine diplomasi sağlayabilecektir.

Karşıdaki 10 devletten birinin ya da bazılarının gerilimin azaltılması amacıyla Türkiye ile temasa geçmesinin sağlanmasına yönelik olarak diplomasi kanallarının işletilebilmesi durumunda, siyasi düzeydeki temaslar iki taraf için de “istenmeyen kişi” (persona non grata) kararının uygulamaya konmaması, rafa kaldırılması için fırsat yaratabilir. Bu tüm tarafların yararına olur.

Bunun olamaması durumunda, gelişmelerin daha büyük zararlar verecek yönde ilerlemesi kaçınılmaz olacaktır.

Krizin aşılması esas sorunu çözer mi?

Hayır. Mevcut kriz aşılabilse de, 10 diplomatın ortak girişiminin yarattığı krizden önce de var olan sorun yerinde duruyor olacak. Türkiye’nin kriz yönetimi sonrasında, AİHS’nin 18. maddesinin ihlalini içeren AİHM kararının uygulanmasına odaklanması gerekecek. Asıl sorun budur.

Bu kararın özelliklerini ve uygulanmamasının yaratacağı sorunların ayrıntıları önceki yazımızda okunabilir. Burada kısa bir özet verelim.

Avrupa Konseyi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan, merkezinde Birleşmiş Milletler’in bulunduğu, uluslararası güvenlik mimarisinin Avrupa siyasi coğrafyasındaki temel direklerinden biri. Türkiye, kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin geliştirdiği ortak hukuk alanının önemli ve güçlü bir oyuncusu. Diğer üye devletler gibi, Avrupa Konseyi standartlarına uyum ve AİHM kararlarını uygulama yükümlülüğünü üstlenmiş.

Bu yükümlülükleri iç hukukuna da aktarmış. 2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan düzenleme ile, taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin kanun hükmünde olacağını, bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağını kayda geçirmiş.

AİHM kararları 47 üye devlet için de bağlayıcıdır. Avrupa Konseyi, AİHM kararlarına uyulmaması durumunda, ilgili üye devletin üyeliğinin gözden geçirilmesine kadar uzanacak yaptırımlar dizisini başlatabilir.

AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararları, AİHS’nin 18. maddesinin de ihlalini içermektedir. Bu özel bir durumdur. Uygulanmamasının ciddi sonuçları olabilecek, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği sorgulanabilecek, dolayısıyla uluslararası konumu ve saygınlığı çok ciddi zemin kaybına uğrayacaktır.

Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler ve NATO ile birlikte, Türkiye’nin uluslararası konumunun ana köprülerinden biridir. Türkiye’nin uluslararası saygınlığı ve yönlendirici gücü, siyasi istikrarı, sosyal huzuru ve ekonomik refahı için vazgeçilemez önemdedir. Türkiye’nin Avrupa Konseyi ile ilişkilerinde istikrar özenle korunmalıdır.