23 Haziran’ın sonuçları, hem muhalif medyada, hem de saray medyasında enine boyuna tartışılıyor. Bu seçimin olası siyasal sonuçlarının yanında, AKP ile özdeşleşmiş birçok ilçede İmamoğlu’nun birinci çıkması nedeniyle, kültürel kodların siyasal karşılıkları üzerine de değerlendirmeler yapılıyor. Yeni Şafak’tan Özlem Albayrak hesapların tutmamasını şehirleşme ile açıklıyor örneğin: “Kentte, her çıkıntı törpülenir. Yaşam tarzları aynılaşır, sözgelimi seküleri de dindarı da hafta sonları, aynı saatlerde AVM’lere akın eder ve aynı şeyleri yapar, bu insanların çocuklarını eğlendirmek/gezdirmek amacıyla götürdükleri yerler de benzerdir. Piramidin tepesindeki en zenginler ve alttaki en yoksullar dışında, çalışan kesimin rutini aşağı yukarı aynıdır. ‘Nasıl yaşarsan öyle inanırsın’ demeyelim, ama kentte dindar yine dindar, seküler yine seküler olmakla birlikte, ‘aşırılıklar’ yaşam tarzı nedeniyle törpülenir”.
Yine Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan da, bu gidişin ülkenin maneviyatını kaybetmesiyle açıklanabileceğini iddia ediyor: “Bir toplum, maddî olarak ne kadar büyürse büyüsün, manevî (entelektüel, kültürel, ahlâkî) olarak köklü hamleler yapmıyorsa, sonunda çözülmesi, çürümesi ve çökmesi mukadderdir. Manevî temellerden yoksun bütün maddî atılımlar hüsranla sonuçlanır. Orada siyaseten değil ruhen kaybedilir. Türkiye’nin İslâmî kesimlerinin bu ülkeye vermeleri gereken en önemli şey manevî (entelektüel, kültürel ve ahlâkî) atılım olmalı oysa!”
Kültürel iktidar ol(ama)ma
Bütün bunları, iktidarın uzun bir süredir önemsediği “kültürel iktidar olma” iddiasıyla birlikte okuyabiliriz. AKP, iktidar döneminin ilk yarısında demokratikleşme iddiasıyla birlikte, siyasetini tamamen kimlikler üzerine kurmamayı tercih ederken, tam karşısında konumlanan seküler muhalefet kurucu kimliğine daha fazla vurgu yapıyordu. Oysa, 2010 sonrası gelişen süreçte, işler tersine döndü ve AKP katı bir kimlik siyaseti ile birlikte, kimlik ayrılıklarını ezeli-ebedi ve tarihsel olarak sabit bir konuma yerleştirmeyi tercih etti. Buna karşılık, 2013’te ortaya çıkan Gezi İsyanı kimlik düzlemini başka bir yerden keserek, otoriter bir iktidarın karşısına –kendi kimlikleriyle var olabilen- bütün halkı koydu. İktidarın buna cevabı bile, en pespaye şekilde kültürel mücadeleyi kışkırtmak oldu. Camide içki içtiler, başörtülü kardeşimize saldırdılar, vs.
İşte kültürel iktidar mevzuu da tam da bu süreçten sonra zirve yaptı. “Kültürel iktidarı ele geçirmeliyiz” hedefi, bir anlamda, AKP’nin kârlı çıkacağı, kimlikleri sabitleme, bu kimlikler üzerinden siyaseti kurma stratejisiydi. Bunun üzerinde uzun bir süre çalışıldı. Kitaplar çıktı, dergiler kuruldu, filmler çekildi, yazarlara yönetmenlere destekler saçıldı, SETA bu işe seferber edildi, Cumhurbaşkanlığı altında kültür komisyonları kuruldu. Ancak, 23 Haziran bütün bu stratejinin çöküşünü apaçık ortaya koydu.
Bu proje ilk olarak sınıfsal olarak çöktü. Kendisini ekonomik olarak git gide daha fazla dezavantajlı hisseden AKP seçmeninin bir kısmı, gerek Suriyelilerden gerekse Berat Albayrak’tan şikâyet ederek oyunu CHP adayına verdi. Ekonomik öncelikler, kültürel konumlanmaları alt etti. AKP’nin kültürel programının başat düşman imgesi, üstüne destanlar yazılan geçmiş travmaların baş faili CHP’ye bir AKP’li nasıl oy verebildi, şimdi saray medyası yazarlarının üzerine kafa patlattığı konu bu. Ancak, bu şaşırtıcı olmayan ve beklenen bir durumdu. Fatih-Başakşehir üzerine bir çalışma yapan sosyolog İrfan Özet’le iki ay önce yaptığımız söyleşide, Özet Fatih’in bu potansiyelinden bahsediyordu: “Fatih ise, kent merkezinde olmasından ötürü, farklı kimliklerle etkileşim olanağı olsa da kültürel ve siyasal olarak daha kapanmacı bir profil çiziyor. Kültürel sermayesi belli başlı dönüşümleri engelliyor. Ama bu kesimin kaybedeceği daha az şey var tabii ki”.
Fatih’le Başakşehir’in arası açıldı
Başakşehir sakini muhafazakârlar, kendi zenginleşmelerini iktidara borçlu olduklarından, AKP’den kopmadılar, ama onların kültürel yeni alışkanlıkları ve bu alışkanlıkların yarattığı, birçok AKP’li ismin de eleştiri konusu ettiği, yeni üst-orta sınıf muhafazakâr yaşam kültürü, bizzat bu kültürel iktidar projesinin çöküşünün ikinci ayağını oluşturuyor. Yani Fatihli seçmenler sınıfsal nedenlerle siyasetlerinden koparken, Başakşehirli muhafazakârlar ise yine sınıfsal nedenlerle Fatih ile ortaklaşması gereken bir kültürel çerçeveden uzaklaşıyor. Kendilerine özgü bir kültürel kod üreten bu müreffeh kesim, kısık sesli de olsa, davaya zarar veren odak işaret ediliyor.
Bütün bunların dışında, Fatih’te de, Esenler’de de, Başakşehir’de de, Beyoğlu’da da görebileceğimiz başka bir dinamik söz konusu. Bu dinamiği yaratan, üniversite eğitimiyle birlikte kültürel sermayesi artan genç muhafazakârlar. Reislerinin, ailelerinin, çevrelerinin kendilerine dayattığı yaşam tarzını, düşünüş biçimini, kültürel ürünleri kabul etmeyen; çok radikal adımlar atmasa da, kendi istediği şekilde yaşayıp, hangi mahallede üretildiğine bakmadan, kendi istediği şarkıları dinleyen, filmleri izleyen, kitapları okuyan gençler bunlar.
Karşı mahalle insanlarıyla çok rahat iletişim kurabilen bu gençlerin, İmamoğlu’nu sahiplenmesi de hiç garip değil.
Bütün bu tabloya baktığımızda, AKP’nin icat ettiği yerli ve milli kültürü egemen kılmayı amaçlayan kültürel iktidar mücadelesi, başarısız bir söylem olarak bir süre daha yaşamaya devam edecektir. Ancak, bu söylemin başat eleştiri nesnesi kültürel elitler, yerini bir süreliğine kültürüne sahip çıkmayan muhafazakârlara, parayı bulunca değişen zengin mütedeyyinlere ve karşı mahalleye özenen gençlere bırakacak gibi görünüyor.