ZOR KONUŞMALAR |
Aslında gazetecilerin kendi meslektaşlarıyla yaptıkları söyleşilerden hoşlanmıyorum. Ancak bu haftaki konuğum uzun yıllardır kamuoyu tarafından “gazeteci” olarak kodlanmış bir isim. Oysa kendisi bu sıfatı uzun yıllar önce bir kenara bıraktığını ve yoluna sadece “yazar ve yorumcu” olarak devam ettiğini savunuyor. Dahası, 2023 seçimleri sonrasında gündeme getirdiği iddialar Türkiye siyasetinin bugün en çok konuşulan ismi haline gelen Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı mahrem bir görüşmenin içeriğini de kapsıyor. Maruz kaldığı ağır eleştirilere ve yalancılık suçlamalarına rağmen de iddiasından vazgeçmiyor. Geçen sene yaptıkları görüşmede Kılıçdaroğlu’nun kendisine “Cumhurbaşkanlığı adaylığımı ben bile engelleyemem” şeklinde bir ifade kullandığı konusunda ısrarlı.
Kılıçdaroğlu’nun özel görüşmelerinde muhataplarına ortaklarından ve partisinden dahi habersiz ne tür sözler verebildiğini anlamak açısından geçen hafta Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın yaptığı açıklamalar ortadayken Levent Gültekin’in iddialarının bir tur daha irdelenmesinin faydalı olacağına kanaat getirdim.
Levent Gültekin, Tayyip Erdoğan’ın gizli bir el tarafından iktidara getirildiğini ve 20 seneyi aşkındır da o el tarafından iktidarda tutulduğuna inanıyor. Buna ilişkin hayli gelişkin bir senaryosu da var. Bu senaryoyu da zaten geçen sene yayımlanan "Yaklaşan Kasırga" kitabında detaylarıyla yazmış. 2023 seçimlerinden çıkan sonucun o senaryodaki akışa uygun olduğunu savunuyor. Daha da ileri gidiyor ve Erdoğan’ı iktidarda tutan gizli elin Kılıçdaroğlu’nu da Meral Akşener’i de Devlet Bahçeli’yi de yönlendirdiğinden emin. Eskinin derin devletine benzer bir yapıdan bahsediyor ancak tam ismini de koyamıyor.
Bir siyasi yorumcu elbette kendi senaryolarını ve teorilerini anlatabilir. Hayatımızda onlardan çok var. Ancak Levent Gültekin’i farklı kılan bugün muhalefette olan siyasi aktörlerin pek çoğuyla yakın bir diyaloğa sahip olması. Kritik noktalarda onlara akıl verdiğini ve dolayısıyla da aslında bazı aşamalarda politikalara yön verebilmiş olduğunu da düşünüyor. Bu açıdan Kemal Kılıçdaroğlu ile ilişkisi özelinde okuyacaklarınıza sizin de benim gibi hayret edeceğinizi tahmin ediyorum. Elbette burada konuştuklarımız muhatapları çıkıp üzerine söz söyleyene dek iddia olmaya devam edecektir, daha da önemlisi hepsi hikayelerin Levent Gültekin versiyonu olarak kayda geçecektir.
Levent Gültekin, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun 15 Haziran 2017'de başlattığı Adalet Yürüyüşü'nde
"15 yaşımda İslamcı olunca babamla şiddetli çatışma yaşadık"
- Şimdi bakıyorum, birtakım yorumlar var Levent Gültekin'in kim olduğuyla ilgili. Yine oradan başlayalım. Aslında geçmişte defalarca anlattın ama bir kez daha anlat. İslamcılıktan neden vazgeçtin?
Evet ne zaman tartışmalı bir konu olsa ya geçmişteki düşüncelerim üzerinden bir değerlendirme yapılıyor ya da cumhurbaşkanlığı adaylığım üzerinden. Söylediklerime, yaptıklarıma itiraz edemeyenler sürekli bu iki konuyu tartışmaya açıyorlar.
Bu konuda 3 kitap yazmış, verdiğim onlarca röportajda zihinsel dönüşümümün bütün hikayesini anlatmış olmama rağmen 20 yıl önceki düşüncelerim sürekli bir tartışma konusu yapıyorlar. Mecburen bir kez daha anlatayım.
Türkiye’de hepimiz farklı gerekçelerle farklı bir mahallede bulduk kendimizi. Benim payıma düşen de muhafazakâr mahalleydi. Muhafazakâr mahallede büyüdüm. İslamcı camia içerisinde o insanlarla beraber teşrik-i mesaide bulunmuş bir insanım. 15 yaşında ortaokul yıllarında başladım. Okuldaki bir din öğretmenimin, Anadolu'nun bir kasabasındaki gencecik çocuklara gösterdiği ilgi, şefkat, saygı sanırım beni fazla etkiledi ve ben de onun gibi olmaya karar verdim. Zaten hiçbirimiz oturup solculuğu, Atatürkçülüğü, milliyetçiliği ya da İslamcılığı “araştırayım en iyisi hangisiyse ona karar vereyim” diye seçmiyoruz. Her birimiz farklı gerekçelerle bir ideolojik kampa dahil oluyoruz. Bunun en güzel hikayesi Ahmet Kaya'nın hikayesidir. Biliyorsun Ahmet Kaya'ya soruyorlar: Niye solcu oldun? Ahmet Kaya şöyle cevap veriyor:
“Diyarbakır'dan İstanbul’a geldim, bir oto tamircisinde çalışmaya başladım. Oradakiler bana genellikle hep ‘Koş lan şuradan sigara al getir, koş lan şöyle yap, koş bunu yap’ şeklinde davranıyorlar. Bir gün Tamirhaneye 3 üniversiteli genç geldi ve bana ‘siz’ diye hitap ettiler. Hayatımda ilk defa biri bana ‘siz’ diye hitap etti. Gördüğüm saygı karşısında adeta büyülenmiş gibi hissettim ve gençler gittikten sonra ‘Bunlar kim?’ diye sordum. ‘Solcu gençler’ dediler. Ve ben o gün solcu olmaya karar verdim. Çünkü o gençler gibi olmak istiyordum.” Benimkisi de benzer bir hikâye. Ailem de öyle dindar bir aile değildi. Babam bazen Ecevitçi, bir başka dönem Demirelci devlet memuru bir adamdı. Annem ise bir ev kadını. Babam Kürt, annem Türk. Ben dindarlığa geçince babam endişe duymuş, şiddetli çatışmalar yaşamıştık.
- Entegre Kürt yani bir anlamda.
Entegre Türk diye diyebilirim. Çünkü Kürtçe türküler söylerdi ama öyle Kürtlük kimliği ya da hassasiyeti yoktu. Namaz kılmaya başladığımda babam bunun bir ideolojik hareket olduğunu fark etti ve şiddetle karşı çıktı. O zaman bana şöyle demişti: “Oğlum İslamcılık yapanlar gerçek dindar olmazlar, sen bunu şimdi anlamazsın ama ileride anlayacaksın.” Evet, babamın bu dediğini tam 25 yıl sonra anlamıştım. 18 yaşında İstanbul'a geldim. Yeni Şafak'ta işe başladım. Ama bu aşamada artık benimsediğim ideolojiyi sorgulamaya da başlamıştım.
Çünkü dine uyduğumda hayatı ıskaladığımı, hayatı yaşadığımda dinden koptuğumu fark ediyordum. Din ile güncel yaşamın yaşadığı çatışma daha o yıllarda beni sorgulamaya itmişti. Mesela Sezen Aksu dinlemek istiyorum ama din; bana kadın sesinden müzik dinlemenin haram olduğunu söylüyor. Benzer onlarca çatışma alanı var. Bunları böyle sorgulayarak devam ettim. 2000 yılında AK Parti kurulmaya başladığında “Burada başka bir şeyler oluyor” deyip muhalif oldum. “Burada yanlış bir şey yapılıyor” dedim. Ama o daha ziyade dürüstlükle irtibatlı bir şeydi. Çünkü AK Parti’nin kuruluşundaki söz ve eylemleri dürüstlükten uzak davranışlar olarak görüyordum. Bir anlamda seküler kesimi kandırdıklarını düşünüyordum.
"AK Parti'ye daha kurulurken muhalif oldum"
- Herhangi bir mesain var mıydı o dönem Tayyip Erdoğan ile? Görüşmüşlüğün var mıydı?
Ben 27 yaşında Yeni Şafak’a genel müdür oldum. Doğal olarak bu camianın içindeki siyasetçilerle de bir diyaloğum oluştu. Oturuyoruz, sohbet ediyoruz ve bir yakınlık oluşuyor, bu bağlamda Tayyip Bey ile de oldu tabii. Yakınlığım olmasına rağmen daha ilk günden itibaren eleştirel yaklaştım ve kendimce bir mesafe koydum. Yani ben sonradan AK Parti muhalifi olan kimi dindarlardan değilim. Fakat insanlar buradaki değişime bakmıyor, kıymet vermiyor, sanki bir mahalleden çıkıp başka bir mahalleye geçmişim gibi yaklaşıyorlar meseleye. Halbuki ben bir mahalleden çıkıp başka bir mahalleye gitmedim. Mahalle kültürünün ülkeyi büyük bir yıkıma sürüklediğini ve bundan vazgeçmemiz gerektiğini anlattım. Kendi yaşamımdan örnekler vererek mahalle kültürünün tahrip edici yönlerini anlattım. Ve bu konuda "Mahallelerden Türkiye’ye Onurlu Çıkış" diye de bir kitap yazdım. Fakat buna rağmen kimileri beni bir mahalleye hapsetmekten vazgeçmiyorlar.
İnsanların geçmiş düşüncelerine bakarak yargılamak biraz çağdışılık ve dar görüşlülüktür. Özellikle kimi kanaat önderi, gazeteci sıfatı taşıyan insanlar bu dar görüşlülükten bir türlü kurtulamıyor ve insanları sürekli geçmişiyle yargılıyorlar. Eski İslamcı, eski Ülkücü, eski solcu, eski Atatürkçü… Bu tür tabirler ne kadar çağdışı şeyler. İnsanların bugün ne dediğine ne söylediğine, nasıl bir Türkiye hayal ettiklerine bakmamız lazım. Aksi takdirde bu bataklıktan çıkamayız.
- AKP’nin iktidara gelmesiyle onlara muhalif oldun belki ama o dönem hala İslamcısın değil mi?
Yaklaşık 13 yıldır yazı yazıyor, TV’lerde de yorumlar yapıyor, şehirleri dolaşıp konferanslar veriyorum. Bunun ilk sekiz-on yılı sadece AK Parti iktidarını eleştirmekle geçti. Bir süre sonra bu eleştirilerin bir etki uyandırmadığını fark ettim. Çünkü muhalefette de ciddi sorunlar vardı. Çünkü muhalefet yeterince dürüst, yeterince, demokrat, yeterince kapsayıcı değildi.
Dahası sağlıklı bir siyaset yapmadıkları için AK Parti’den kopan seçmen muhalefete gelmiyor, her seçimde tekrar geri dönüyordu. Bu nedenle eleştirilerimi muhalefete de yöneltmeye başladım. Ama ne zaman ki muhalefeti eleştirmeye başladım, o zaman geçmişim tartışma konusu yapılmaya başlandı. Halbuki ülkemizin iyi olması için siyasetin bir bütün olarak iyi olması gerekiyor. Bütün dikkatimizi sadece bir partiye vererek siyasetteki sorunları çözemeyiz.
AK Parti kurulurken İslamcı bir parti değildi. 28 Şubat sonrası muhafazakâr mahallede ciddi bir değişim başlamıştı. AK Parti o değişimin doğurduğu bir hareketti. Evlerde, kahvelerde yapılan sohbetlerde bu değişim konuşuluyor, bir anlamda hayat ile dinin yaşadığı çatışmanın yarattığı tıkanıklığı aşmanın yolları aranıyordu. İşte AK Parti bu arayışın ortaya çıkardığı bir şeydi. Fakat demokratik kültürleri olmadığı için ilk engelde, ilk sıkışma anında en iyi bildikleri şeye; yani İslamcılığa geri döndüler. Özellikle 2007 kapatma davası muhafazakâr mahalle için yeni bir dönüm noktasıydı. Cumhuriyet değerleriyle, Atatürk’le barışmaya çalışan mahalle; dışlanma, aşağılanma ve nihayetinde gelen kapatma davası sonrası bu değişim tartışmalarını bir tarafa bıraktı. Kendi içinde yeniden kenetlenmeyi tercih etti. O dönemde ben bile AK Parti’ye muhalif olmama rağmen cami ile kışla arasında sıkışmış hissediyordum. O günlerde bir yazı yazmış, AK Parti’ye muhalifliği bıraktığımı duyurmuştum. Çünkü askeri vesayetin yanında olmak istemiyordum. 2007 ile 2009 arası AK Parti’ye yakınlık duymadım ama muhalif de olmadım.
- Tam da o dönemde sana AKP iktidarı tarafından medyada yeni bir görev teklif edildi.
İşte kapatma davası sonrası “AK Parti’ye muhalefeti bırakıyorum” dediğimde beni yeniden kendi medyalarında değerlendirmek istediler. Ben de kabul edip gittim. Çünkü muhafazakâr mahallede medya işinden en iyi anlayan, belki birkaç kişiden biriydim. Bu nedenle beni davet ettiler, gittim, 2 yıl çalışıp sonunda istifa ettim. Çünkü gördüklerim beni rahatsız etmişti.
İş insanlarından para gelmesi, herkesin cebini doldurmaya çalışması, iktidar içinde İslamcılığın giderek yeniden etkin bir düşünce haline gelmesi… Tüm bunlardan dolayı istifa edip ayrıldım. İktidara yakın medya iş adamları için Tayyip Erdoğan ile bağ kurma aracıydı sanki. Oralara para verenler diyalog yolunu açıyorlardı.
"Cine 5’te ilk tehdidi Hamdi Topçu'dan aldım"
- O bahsettiğin iş adamları zaten şu anda anlı şanlı medya patronu ya da bir dönem medya patronluğu yaptılar.
Evet aynı isimler aynı hikayeler…
TMSF Cine5’e el koymuştu, yeni gelen TMSF başkanı benim pek tanımadığı için bir arkadaşın tavsiyesi üzerine kanalın yöneticiliğini teklif etti. Orada işe başladım. Batık bir kanal, devletin parasıyla sübvanse ediliyor, devasa zararlar var, adeta bir arpalık gibi kullanılıyordu. İlk günden kolları sıvadım ve bakan, vekil, bürokrat nüfuzlu insanların yerleştirdiği ne kadar insan varsa hepsinin işine son verdim. Bunun üzerine mahallede kıyamet koptu.
Hiç unutmam, ilk tehdidi o dönem THY Yönetim Kurulu Başkanı olan Hamdi Topçu’dan almıştım. İşine son verdiğim bir elemanı geri almamı aksi takdirde başımın yanacağı haberini göndermişti bana. Nihayetinde kimseyi geri almadığım ve giderleri kontrol altına aldığım için beni Tayyip Bey’e şikâyet ettiler ve 6 ay sonra oradan da istifa etmek durumunda kaldım.
Aslında bunları defalarca anlattım. Ama insanlar geçmiş üzerinden tartışma yanlışından vazgeçmedikleri için yine anlatmak durumunda kalıyorum.
- Tekrar olsun, sorun değil. Bugün nihayetinde asıl olarak medyayı ya da kişisel hikayeni değil, gündemi meşgul eden siyasi iddialarını konuşacağız. Benim yapmak istediğim iş, oraya gelene kadar sen nasıl bir ideolojik ve profesyonel bir yolculuktan geçerek bugüne geldin; onu hızlıca hatırlatmak okura. Cine5’ten istifa tarihin önemli çünkü.
Evet önemli, çünkü o benim için İslamcı mahalleden tamamen kopuş tarihimdir. 2010 yılı. O güne kadar dindarlığın insana bir değer kattığını düşünüyordum ama o süreçte yaşadıklarım bunun gerçek olmadığını bana gösterdi. Cine5’ten haksız kazanç elde eden arkadaşların giderlerini kısınca bütün mahalle bana düşman oldu. Tek bir kişi çıkıp doğru yapmışsın demedi. Bir kişi; yani sonra da AK Parti’de vekil olan Nurettin Yaşar. O arayıp meseleyi benden dinlemek istediğini söyleyince Cine5’in nasıl arpalık olarak kullanıldığını anlattım. Ve karşımdan tek bir cevap geldi: "Babanın parasını mı veriyorsun sana ne oluyor?"
Bunun üzerine o gün dinin, dindarlığın insana ahlak vermediğini fark etmiş ve inancın hayatın odağı yapılması düşüncesini tamamen terk etmiştim.
"2010’da cemaati eleştiren yazılarım için Serhat Albayrak el altından 'Helal olsun' mesajı gönderiyordu"
- İstifandan sonra müstear isimle yazmaya başladın. Cenk Açık diye bir yazar yarattın. Neden Cenk Açık?
“Sizinle açıktan cenk edeceğim” demek için. O günden itibaren yazı yazmaya ve AK Parti’ye, muhafazakâr mahalleye yönelik eleştirilerimi açıktan dile getirmeye başladım. AK Parti’yi, cemaati eleştiriyor, ülkeyi sürükledikleri felakete dikkat çekmeye çalışıyordum. Muhafazakâr mahalleden olup bitene itiraz eden neredeyse tek kişiydim. O gün bu öngörümü, bu cesaretimi alkışlayanlar; muhalefeti eleştirmeye başladığımda beni meseleyi görememekle itham etmeye başladılar. Ergenekon davalarında, Gezi’de, hepsinde iktidara eleştirel bir tavır aldım. 2010 yılında Gülen Cemaati ile ilgili yazmaya başladım. Ergenekon davaları için “Cemaat Türkiye’ye büyük kumpas kuruyor, ülkeyi ateşe sürülüyor” yazdığım için Serhat Albayrak el altından “Helal olsun, çok güzel yazıyor. Biz yazamıyoruz, o yazmaya devam etsin” diye haberler gönderiyordu.
- Sene 2011 mi?
Evet. 2010-2011 dönemi. Hatta Tayyip Bey’den de geliyordu benzer haberler. “Siz nasıl İslam terbiyesi aldınız da böyle kumpas kurabiliyorsunuz” diye cemaat ile ilgili yazılarım için haberler geliyordu. “Tayyip Bey şu yazını çok beğenmiş” diye.
- Tam burada bir duralım. Kamuoyu önünde AKP ile Gülen’in hala ittifak içinde durduğu ve cemaatin hala iktidar ortağı gibi göründüğü dönem. Ve o dönemde hem Erdoğan’ın kendisi hem de medyasının imparatoru Serhat Albayrak, sana Gülen’i hedef aldığın için tebrik gönderiyor.
Evet, dışarda birlikte görünüyorlardı ama arka planda kavga ettikleri dönemdi. O dönem en sık yazdığım konuların başında cemaat ve İslamcılığın ülkeye verdiği zararlar vardı.
- 2010’da Cine5’ten istifanla birlikte siyaseten hem Gülen Cemaati’ni hem de onlara kamuoyunda ses çıkartmayan ve Ergenekon davalarında cemaatin dümen suyunda giden AKP’yi eleştiriyorsun. Ve aynı zamanda kendi İslamcılığınla ilgili de bir dönüşümün başındasın. Doğru mu?
Evet. İnancın bir ideolojiye dönüşmesinin yarattığı yıkımı ve dine yüklediğim anlamla ilgili sorgulama Cine5’teki istifa sürecimle başladı.
"Bugün artık sadece demokratım, o kadar"
- “İslamcı” diye tanımladığın kimlikten uzaklaşma sürecinden bahsediyoruz. Tam 13 sene geçmiş. Bugün kendini politik ya da daha doğrusu sosyolojik spektrumda nerede tanımlıyorsun?
“Demokrat” olarak tanımlıyorum. Hiçbir inançla, hiçbir kimlikle, hiçbir mezheple kendimi tanımlamıyorum. Bu ülkenin demokrat bir evladıyım. O kadar.
- Peki 2010’da başlayan o dönüşüm sürecinde İslamcılığı bırakınca, o zamana kadar uyduğun dini vecibeleri yerine getirmeyi de mi bıraktın?
Ya şöyle; inancın tamamen insanın kendi kişisel vicdanıyla alakalı bir şey olduğuna kanaat getirdim. Bu konuyla ilgili asla konuşmuyorum. Bu konuyu hayatımın odağına koymuyorum. Sadece kendi hayatımın odağı olmasının değil, toplumsal meselelerde dinin referans alınmasının çok zararlı olduğunu düşünüyorum. Ve bunu dindarlara anlatmak için kendimce bir mücadele veriyorum.
- O zaman artık özgürce Sezen Aksu dinlemeye de başladın.
Sadece dinlemiyorum, en sevdiğim, en kıymet verdiğim dostlarımdan biri oldu
- Yani İslamcılığın hayatın üzerine getirdiği sınırlamaları kaldırdın mı? Her türlü filmi de izliyor musun mesela?
Hiçbiri kalmadı. Özgürleştim. Ben artık bireyim. İnancın vicdanla ilgili bir şey olduğuna kanaat getirdim. Dine inanır ya da inanmaz, o bireyin kendisini ilgilendirir. Ama ben ahlâkın kaynağının din olmadığına kesin olarak kanaat getirdim. Sadece Türkiye'de değil, herhangi bir toplumda, dini referans alan bir yönetim anlayışının o ülkeyi cehenneme çevireceğini 2010’dan itibaren fark etmeye başladım.
"İki taraf da bana şüpheyle bakıyor, değişimin bu kadar kötü görüldüğü başka ülke var mı bilmiyorum"
- Sen artık “bir dine inanıyor diye kimsenin otomatikman ahlaklı olamayacağı” görüşündesin. Buraya varma yolculuğun 2010’da başlamış. Uzun ve zor bir dönüşüm süreci. Bugün İslamcı oldukları için kendilerini herkesten daha ahlaklı gören kesimle ilgili sormak istiyorum. Çoğu da tam bu yüzden -İslamiyet’e inanan en ahlaklı, en vicdanlı kişidir- ön kabulüyle yaşadıkları için Tayyip Erdoğan’a oy vermeye devam ediyor. Onlar açısından senin hikâyenin çok dramatik bir örnek olduğunu düşünüyorum. Ama bir yandan da uç bir örneksin, çünkü bu kanaate ancak güce çok yakın olarak ve AKP iktidarını içerden yaşayarak varmışsın. Bugün otoriter bir aile düzeninde Kuran kurslarına gönderilerek tarikatların sansürüne teslim edilmiş olarak büyüyen bir çocuk ya da genç, senin yaşadığın aydınlanmayı nasıl yaşayabilir ki?
Ben aslında insanın doğası gereği doğruyu fark etmeye daha yatkın olduğunu düşünüyorum. Cine5’ten ayrılıp bu dönüşümü yaşamaya başladıktan sonra konferanslara giderdim köşe yazarı olarak. O konuşmaların sonunda o kadar çok genç gelir, kulağıma eğilir ve şunu söylerdi ki: “Abi ben de senin gibi eskiden dindarım. Şimdi artık çok sorguluyorum.” Bunlar o kadar çoktu ki, hala çok. Dışardan görüldüğü gibi dindar kesimde böyle homojen tek tip bir insan yok. Çok sorgulama var fakat sorgulamalarını yüksek sesle dile getiremiyorlar, çünkü yüksek sesle dile getirenin başına ne geldiğini görüyorlar. Değişimin bu kadar kötü görüldüğü başka bir ülke var mı gerçekten bilmiyorum. Hatasından dönene kötü gözle bakıyor, değişeni değersizleştiriyorlar. Bu nedenle de sıkıştığı mahallesinden kopan insanlar bunu açıkça dile getiremiyorlar. Çünkü bunu dile getirmek yalnız kalmayı göze almak anlamına geliyor ki bu da pek kolay bir şey değil.
- Ben bunu anlamakta hakikaten güçlük çekiyorum; yalnız kalmamak pahasına o vicdanına güvenmediğiniz kalabalığın içinde durmayı tercih etmek nasıl bir ruh halidir? Biz şimdilerde “muhalif” diye aynı sepete atılan gazeteciler olarak bunu yaşadık. Zorbalıkla, manipülasyonla aynı yerde duramadık, bıraktık gittik ya da kovulduk. Evet zorlandık mutlaka ama bir şekilde yeniden doğduk. Orada durmaya devam edenler han hamam sahibi oldu o ayrı. AKP’nin zulmünü, yalanını görüp de o siyasal İslamcı anlayıştan kopamamak neden bu kadar zor?
Biz sosyal varlıklarız, çevremizle arkadaşlarımızla beraber var oluyoruz. Ben 2010’da Cine5’ten istifa edip bir internet sitesinde -ki o zaman için daha çok yeni bir şeydi- iktidarı eleştiren, İslamcı camiayı eleştiren yazılar yazmaya başladığımda kendi mahallemden bir tane arkadaşım kalmadı. Bütün arkadaşlarım selamı sabahı kestiler. Bak “bir tane bile kalmadı” diyorum. Numunelik bir kişi kalmıştı, bir gün oturduk bir yemek yedik onunla. Ertesi gün sokakta karşılaştık arkasını döndü. Çünkü duymuşlar benimle yemek yediğini, tehdit etmişler, “Sen hala onunla mı görüşüyorsun” diye. Böyle bir şey yaşayınca inanılmaz bir yalnızlığa düşüyorsunuz. Diğer taraf da zaten sana şüpheyle yaklaşıyor, kabul etmiyorlar. Hani çok meşhur tabir vardır; “Almanya'da Türk, Türkiye'de Almancı” diye. Ona benzer bir durum. Buradakiler “Acaba ne aldı da bize yöneldi?” diye bir şüphe içinde, bıraktığınız mahalledekiler ise “Acaba orada ne verdiler ki bizi sattı?” diye yine şüphe içinde bakıyor size. Bunu kaldırmak çok zor. İki taraf da benzer yaklaşım gösteriyor. Hatta bir süre sonra iş bulamaz hale geliyorsunuz.
- İş bulamama kısmını da anlat lütfen. 2010’dan beri geçimini nasıl sağlıyorsun?
Ben 2010’dan herhangi bir gelir elde etmeden yazıp konuşuyorum. Bir tek Halk TV’de bir süre maaş aldım. Onun dışında hiçbir yerden maaş almadım. Kimse de bana “Ne yiyip ne içiyorsun arkadaş?” diye sormadı.
"Kimse bana 'Kemal'i istemiyor, Ekrem'i istiyor' diyemez"
- Soruyorum işte.
2010’da yazı yazmaya karar verdiğimde bunlar bana artık iş vermezler, bunun tedbirini almalıyım diyerek kendimce tedbirler aldım ve kira geliri getirecek bir iki yatırımla hayatımı kimseye muhtaç olmayacak hale getirdim.
- Son iki haftada biraz daha fazla dayak yedin sanki. Medyascope’da Ruşen Çakır ile konuşurken Kemal Kılıçdaroğlu’na referansla bir anektot anlattın. 2022 yılında kendisine yaptığın bir ziyaret sırasında gizli bir elin Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalması için Kılıçdaroğlu’nu aday yaptırmaya çalıştığını söylemişsin. “Lütfen aday olmayın” demişsin. O da sana “Ülke bitti hiçbirimizin kurtarma şansı yok. Benim kendi adaylığımı engelleme şansım yok” demiş. Doğaldır ki duyanı şok eden bir iddia. Nasıl muhalefetin adayı olmak için uğraştığı bir dönemde, bir siyasetçi “kendi adaylığımı ben bile engelleyemem” der?
Bunu anlatabilmek için birazcık geriye sarıyorum. Ben zaten seçime kadar aylar boyu Kemal Bey’in aday olmak için ısrar etmesini ekranlardan eleştirdim. Meral Hanım’ın kalktıktan sonra masaya dönmesini eleştirdim. Bugün bakın Kemal Bey’in seçimi kaybetmiş olmasına rağmen hala bir ısrarı var. Bu arada ben yine ekranlarda Ekrem Bey’i de çok eleştirdim. Yani kimse bana “Kemal’i istemiyor, Ekrem’i istiyor” da diyemez. Bunu da Kemal Bey’in adaylığının ilanından önce Ekrem İmamoğlu'nu olası potansiyel diğer adaylardan biri olduğunu hatırlatarak söylüyorum.
- Sen siyaseti yakın takip eden birisi olarak bir takım siyasi öngörülerde bulunmuş, bunları da bir parti genel başkanıyla, o dönem için hala cumhurbaşkanı aday adayı olan bir parti genel başkanı ile paylamışsın. Ancak anlattığın ton ve üslup aranızda bir gazeteci-siyasetçi ilişkisinden daha farklı bir hukuk kurulmuş olduğunu gösteriyor. Zaten sen de Fatih Altaylı’ya demişsin ki, “Ben o görüşmeye gazeteci olarak gitmedim. Adeta danışmanlık yapıyordum Kemal Bey’e.” Bugün maruz kaldığın eleştirilerin bu tür bir mesafesizliğin sonucu olduğunu düşünüyorum. Bir siyasetçiyle bu tür bir ilişki kurulacaksa o zaman gazetecilik bırakılmalı diye düşünürüm.
Buna da cevabım var. Ben 2010’da yazı yazmaya başladığımda “gazetecilik yapıyorum” diye çıkmadım ortaya. Ben sadece şöyle düşündüm; gidişat kötü, bu gidişatı durduracak bir eylem içinde olmam lazım. Yazıysa yazı, ekranda konuşmaksa o. Bir yandan da bugün Türkiye'de sahici meslek ahlâkını koruyan bir gazetecilikten teknik olarak bahsedemeyiz. Çünkü herkes taraf olmuş durumda.
- Burada bir şerh düşmek isterim.
Ben daha çok ekranlarda konuşan gazetecileri kastediyorum. Çok nadir, tek tük gazeteci var taraf olmadan yorum yapan. Bir kısmı da suya sabuna dokunmamanın perdesi yapıyor gazeteciliği. Senin eleştirine dönersek, ben 2010’da ilan etmişim “Ben gazetecilik değil, yorumculuk yapacağım” diye. Bunu ilan etmemiş olsam eleştiriyi kabul edebilirim. Onu ilan ettikten sonra ekranlardaki üslubum, konuşmalarım, hatta yazılarım da hiçbir zaman gazetecilik sınırları içinde olmadı. Gazeteci ağırlıklı olarak yorumu okura, izleyiciye bırakır. Ben tam tersine yorumu da katarak “Bu, şöyle olmalı” anlamına gelen bir yaklaşım içindeyim. Konferanslarım da öyle, yazılarım da televizyon konuşmalarım da. “Ben gazetecilik yapmıyorum” dediğim en az yirmi televizyon programı bulabilirsiniz. Ülke büyük bir felakete giderken “gazetecilik yapıyorum” diyerek normalmiş gibi davranmayı tercih etmedim. Ülkenin iyiliğine çalıştığını düşündüğüm herkese elimden geldiğince katkı vermeyi tercih ettim.
- O zaman şunu söylüyorsun; siyaseten sadece demokrat, profesyonel olarak da yorumcusun; o kadar.
Yazar ve yorumcu. Çünkü gazetecilik senin de dediğin gibi belli başlı sorumluluklar getiriyor. Bazı şeyleri yapmamanız gerekiyor. Oysa ben net bir tutum alıp bunun savunuculuğunu yapmaya karar vermişim. Bu süreçte şu da oldu; muhafazakâr mahalleyi mevcut muhalif yorumculardan daha çok ve içerden tanıyor olmam muhalif siyasetçilerle farklı bir bağ, bir hukuk geliştirmemi de beraberinde getirdi. Yazılarımdan etkilendiler, kitaplarımdan etkilendiler. O mahalleye dönük yaptığım sosyolojik tespitler hoşlarına gitti. Muhalefetin o mahalleye ulaşmak için neler yapması gerektiğine dair yaptığım yorumlar dikkatlerini çekti.
Bu da sadece Kemal Bey'le sınırlı olan bir şey değil. Hemen hemen bütün siyasi aktörlerle benzer bir ilişkim oldu. Çünkü dediğim gibi ben bu ülke için bir şey yapmak istiyorum diyen herkesle görüştüm, konuştum, istediklerinde katkımı esirgemedim. Bir işe yaradı mı onu bilmiyorum. Sonuçta iktidarda muhafazakâr, İslamcı dediğimiz bir iktidar var. İkna edilmesi gerekenler dindar muhafazakâr insanlardı. Eğer Türkiye'de bir siyasi dönüşüm sağlanacaksa, muhalif siyasetçilerin muhafazakâr kesime ulaşması gerekiyordu. O yüzden de muhalif siyasetçiler beni dil, üslup, yaklaşım tarzı olarak o muhafazakâr kesime ulaşmanın bir aracı olarak gördüler. Ben de kendimce katkı vermeye çalıştım; “Şunlara dikkat ederseniz iyi olur”, “Oradaki insanlar şunlardan rencide olurlar” gibi önerilerim oldu.
“Ya bir sussa da yeniden Reis'in yanına alsak!"
- Adalet Kalkınma Partisi içinde hiç mi yok bugün benzer bir sohbetinin olduğu kişiler?
Yok. Muhalif olduktan sonra iktidarla artık bir bağım kalmadı.
- Hiçbir şey gelmiyor mu onlardan?
Bundan sadece 4 ya da 5 yıl önce şöyle bir şey duydum, sarayda Tayyip Bey'in çok yakınından biri söylemiş; “Ya biraz sussa da yeniden Reis’in yanına alsak.” Ama bunu söyleyen kişinin ismini veremem çünkü bir arkadaşım gelip aktardı. Onu zor durumda bırakmak istemem. Ama bugüne kadar 13 yıldır sadece budur. Ben de duyunca güldüm geçtim o kadar.
- Kemal Bey ile kurduğunuz hukuka benzer bir hukukunuz olan diğer siyasetçilere dönmek istiyorum. Kim onlar? Meral Hanım da bunlar biri sanırım.
Benzer sohbetleri Meral Hanım'la da Ali Babacan ile hatta Temel Bey ile de yapmışımdır. Muhalif siyasetçilerin hemen hemen hepsiyle diyebilirim. Ümit Özdağ ile bile oturdum konuştum. Tanışmazdık. İYİ Parti kurulurken aramıştı beni, bir kahve içmek istedi. Buluştuğumuzda “Biz Meral Hanım'la karar verdik, parti kuruyoruz. Sence nelere dikkat etmemiz lazım?” diye sordu. Ben de “Ülkenin geldiği noktada artık kimlik, inanç, ideoloji, mezhep üzerinden siyasetin anlamı kalmadı. Ülke, demokrasiden yana olanlar ve otoriterlikten yana olanlar diye ikiye bölündü. Siz eğer demokrasiden yana olan gruba dahil olacaksanız, öncelikle ülkücülük idealiyle çıkmadığınızı söyleyin. Ülkücü olarak başlıyoruz dediğinizde ülkücüleri çekersiniz ama demokrasi için yola çıktığınızı söylerseniz pek çok kesimi yanınıza çekme ihtimaliniz olur.” O zaman hiç unutmam Ümit Özdağ bana şöyle demişti; “Bu dediğin çok doğru ama biz bunu yapamayız çünkü MHP'den gelecek yüzde 3’e ihtiyacımız var. Biz bunu dersek, onu da alamayız oradan.” Ben de şöyle yanıt vermiştim; “Oradaki yüzde 3 için öbür tarafta yüzde 97’dan vazgeçiyorsunuz.”
- Bütün muhalif siyasetçilerle görüşüyor olsan da sanki Kemal Bey ile daha farklı bir hukuk geliştirmişsin. Ruşen Çakır ile yaptığınız yayını dinlerken öyle hissettim. Yanlış mı?
Kemal Bey'le daha sık görüşüyorduk evet çünkü CHP muhalefetin lokomotif partisiydi. Ana muhalefet partisi olarak, geniş bir tabanı ve teşkilatı olan bir parti olarak CHP’nin yaklaşımı muhafazakarlardaki çözülmeyi ya teşvik edici olacaktı ya da o çözülmeyi baskılayacaktı. O nedenle Kemal Bey ile görüşmelerimi çok önemsedim.
"On yılda CHP'nin yüzlerce toplantısına katılmışımdır, Kemal Bey ile baş başa görüşmelerimiz o kadar çoktur ki birbirimizi direkt cepten arardık"
- Biraz önce hatırlattım Kemal Bey’in söyledikleriyle ilgili iddian tartışılmaya başladıktan sonra Fatih Altaylı’ya dedin ki; “Bir nevi danışman gibiydim." Gerçekten de Kemal Bey’in seni öyle görmüş olması lazım çünkü bir parti genel başkanı ile bir gazeteci ilişkisinin çerçevesi bellidir. Gazeteci ekseriyetle genel başkanının özel kalem müdürü ya da basın danışmanı üzerinden iletişim kurar ve randevu talep eder. Tahmin ediyorum senin Kemal Bey ile direkt hattın vardı. Yani iletişimi bizzat ikiniz mi kuruyordunuz?
“Bir nevi danışman” sözü bana ait bir söz değil. Fatih Altaylı’nın benim anlattıklarım üzerine yaptığı bir tanımdı o. Kemal Bey’le yakın ve sıcak bir diyaloğumuz vardı. Ankara'ya gideceksem önce Kemal Bey'i direkt cepten ararım, “Kemal Bey bir konu var, müsaitseniz görüşebilir miyiz?” derim, o da “Tabii” der. Sonra özel kalem beni arayıp saat verir. Ya da Kemal Bey beni arar, toplantılara çağırır.
- Tahminen kaç toplantıya katılmışsındır Kemal Kılıçdaroğlu ile?
Sayısını bilmiyorum ama 10 yıl boyunca yüzlerce kez olmuştur sanırım. Davet ettikleri toplantılarına katılmışımdır CHP’nin. Aydınların, yazarların, gazetecilerin olduğu toplantılar.
- Peki mahrem konuları konuştuğunuz baş başa görüşmelerin sayısı kaçtır? Yani bu son iddiana konu olan gibi baş başa görüştüklerin.
Baş başa o kadar çoktur ki. Telefon konuşmalarımız da çoktur. Bir tane örnek vereyim mesela. 2015’te benim talep ettiğim bir görüşmedir. Hatta o zaman Medya ile İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olduğu için Enis (Berberoğlu) devreye girmişti. 2015 Haziran seçimlerinden iki gün sonra AK Parti cenahından bir haber aldım; erken seçim kararı alınacak. Tam o sırada Kemal Bey de çıkmış, 14 maddelik bir koalisyon şartı hazırlamıştı. Enis’e Kemal Bey ile görüşmek istediğimi ilettim. “Ben hemen konuşup sana döneyim” dedi. Onun üzerine Kemal Bey beni aradı ve konunun ne olduğunu sordu. Yüz yüze konuşmamızın daha iyi olacağını söyledim ama farklı şehirlerdeydik ve hızlıca bir araya gelemeyecektik. Whatsapp’tan konuştuk. Kendisine çok kesin bir bilgi aldığımı, Tayyip Erdoğan’ın erken seçim kararı aldığını, muhalefeti uyumsuz göstererek “muhalefet hükümet kuramadığı için seçim kararı aldık” algısını yaratacağını anlattım. Siz "Hiçbir şartımız yok, her türlü öneriye açığız" deyin. Koalisyon yine de kurulamayacak ama en azından siz kamuoyu nezdinde oyun bozan damgası yememiş olursunuz. Hatta Kemal Bey o dönemde 14 maddelik koalisyon şartı açıklamıştı. “Lütfen bu şartları geri çekin hiç şart koşmasanız da Tayyip Bey koalisyon kurmayacak” demiştim. Kemal Bey “Çok teşekkür ederim Levent Bey” dedi ve kapattı. Buna benzer bir tavır izledi.
- Bunu profesyonel bir danışmanlık hizmeti verip karşılığında ücret almıyorsan niye yapıyordun?
Çünkü Türkiye'nin içinde sürüklendiği bu İslamcı otoriter yapının durdurulması gerektiğini düşünüyordum. O dönem zaten MHP yavaş yavaş dümeni iktidara kırmaya başlamıştı. İYİ Parti henüz kurulmamıştı. Gelecek Partisi ya da DEVA da ortada yoktu. Tek odak Kemal Bey idi. Yani benimkisi CHP’nin demokrasi cephesini olabildiğince büyütmesi için bir katkı verme çabasıydı. Çünkü ben bu ülkenin evladıyım. Çocuklarımı, gençlerin, kadınların geleceğini, bu ülkeyi dert ediyorum. Tek bir kuruş para da almadım, tek bir makam talebim de olmadı. Tek çabam ülkenin sürüklendiğini düşündüğüm yıkımdan kurtulmasıydı.
- Ruşen Çakır ile konuşmanıza yine dönüyorum, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sana “Kendi adaylığımı ben bile engelleyemem” dediğine dönük iddiana. Orada aynı zamanda “Ülke elden gitti, kimse bir şey yapamaz” türünde bir şeyler de söylediğini anlatıyorsun ya Kemal Bey’in. Hadi o kısmı biraz anlaşılır. Bir siyasetçi kapalı görüşmede bunları söyleyebilir. Yani bu beni hayrete düşürmüyor. Fakat “Benim kendi adaylığımı engelleme ihtimalim yok” nasıl bir cümle? Bu cümleyi böyle kurduğundan emin misin? Bunu böyle soruyorum çünkü bu Kemal Bey üzerine konuşmadıkça tek taraftan dinleyerek asla emin olamayacağımız bir iddia aslında.
Ağır bir cümle, çok ağır bir cümle ve çok farkındayım.
"Özel bir konuşmayı deşifre etmek durumunda kaldığım için kendimden utandım"
- Ve konu aslında bu ağır iddia iken iş döndü dolaştı senin 2018’teki cumhurbaşkanlığı adaylığın mevzusuna nasıl bağlandı? Fatih Altaylı ile Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili iddiaları konuşmak için aradığında bu kez de 2018’de aday olsaydın iş insanı Cem Boyner’in dahi seni destekleyeceğini söyledin. Cem Boyner seninle tanışmadığını söyleyerek bunu yalanladı. Bu sefer şöyle bir soru işareti çıktı ortaya; Levent kanıtlayamadığı ve yalanlanan büyük iddialar ortaya atarak gündemde mi kalmak istiyor? Ya da “Acaba mitoman mı?” gibi sorular da duydum. Ne oldu hakikaten, sen ilgi manyağımı oldun arkadaşım?
Faruk Bildirici’ye göre kendi PR’ımı yapıyorum, böyle yazdı. İnsanların düştüğü şüpheyi gayet anlayışla karşılıyorum. Ama onların da şunu düşünmesi lazım; bu piyasada yazarlık yapan her birimiz için itibarımız birinci önceliktir. Sözümüzün ağırlığını korumak önceliğimizdir. Kim kendi itibarına böyle bir zarar verir? Hem niye versin? Nasıl bir çıkarım olabilir ki bundan?
Bu kadar dikkatli yaşayan birisi olarak bana zarar verecek özel bir konuşmayı deşifre ediyorum. Özel bir konuşmayı paylaşmak normalde bir insan için çok ayıp bir davranış. Ben özel bir konuşmayı deşifre eden bir insan olarak kendimden utandım. Ama bir tarafta ülke diğer tarafta bu hassasiyet. Durup dururken böyle bir şey yapmak için insanın delirmiş olması ya da bir çıkarının olması gerekiyor.
- Evet, muhtemeldir ki pek çok kişi bir çıkarın olduğunu düşünüyor.
Şöyle düşünen vardır muhtemelen; ben CHP içindeki iktidar kavgasının bir parçasıyım ve İmamoğlu’nu destekliyorum. Ben iki hafta önce “İmamoğlu'nun bu siyaset anlayışıyla olmaz” diye yazı yazmış bir adamım. Zaten hiçbir zaman isim olarak “şu olsun, bu olsun” diyen biri öneride de bulunmadım. İlkesel olarak demokrat, özgürlükçü, dürüst, namuslu bir siyaset anlayışına ihtiyaç var ülkede, bunu savundum. Ve geniş kesimlere ulaşma kaygımın ötesinde bir derdim, amacım, çıkar hesabım hiç olmadı. “Kemal Bey aday olmasın” diye ekranlarda konuşurken de bir isim zikretmedim. Sadece bir kez “Eğer Mansur Yavaş etrafında bir ittifak oluşursa kazanma ihtimali daha yüksek gözüküyor” gibi bir cümle kurdum. O da çok ısrarla sorulduğu için. Devamlı isim konuşmayı ayıp buldum.
Ben geçen sene çıkan "Yaklaşan Kasırga" isimli kitabı yazarken bir oyun gördüm. Bu seçim kaybedilecekti. Bunu da gidip Kemal Bey’e anlattım. Bizim kaderimizle, çocuklarımızın kaderiyle oynandığını fark ettim. Ve fark ettiğim, adeta feveran halde her ortamda anlattığım senaryo gerçek oldu. Kemal Bey aday oldu ve seçimi kaybetti.
- Burası biraz deşilmeye muhtaç. “Kemal Bey kazanmayacağını bile bile aday oldu” gibi bir iddia içindesin. Kemal Bey ya da herhangi bir kişi bunu bilerek neden kabul etsin?
Niye yaptığını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki Kemal Bey bütün uyarılara kulağını tıkadı ve anlaşılmaz bir şekilde kendi adaylığını dayattı.
“'Aday olma' diye giden o kadar çok isim vardı ki kimsenin uyarısını dinlemedi"
- Birileri muhalefeti ters köşe etmek için bunu telkin etti diyelim, Kemal Bey bunu neden kabul etsin?
Kemal Bey şöyle bir şey yapmaz tabii ki; “Ben gireyim, kaybedeyim, rezil olayım.” Kimse bunu demez. Ama ortalama bir vatandaştan bahsetmiyoruz. Sokaktaki bir insandan, kahvedeki bir amcadan bahsetmiyoruz. 15 yıla yakındır genel başkanlık yapan bir ana muhalefet liderinden, siyasetin dinamiklerini bilen, dengelerini bilen, bütün ağırlıklarını bilen bir insandan bahsediyoruz. Benim gibi ortalama bir insan gaza gelebilir. Ama bunca yıldır siyasetin bütün iç dinamiklerini bilen bir insanın gaza gelmesi bu kadar kolay olmamalıydı. Etrafında onu aday yapmaya çalışan insanları ve amaçlarını görmeliydi. Bu insanların kimlerle bağlantı içinde olduğunu görmeli ya da anlatılanlara kulak vermeliydi. Hiç kimsenin uyarısına kulak vermedi. Kemal Bey’in aday olmaması gerektiğini düşünen sadece ben değildim ki. Türkiye’de siyaseti iyi okuyan pek çok kimse -ki bunların arasında eski CHP genel başkanları, eski siyasetçiler, bürokratlar, yazarlar, aydınlar da var- Kemal Bey'i ziyaret edip “Lütfen aday olma, kaybedersin” dediler.
- Kim bu eski genel başkanlar? Hikmet Çetin mi, Murat Karayalçın mı?
İsimlerini vermek bana düşmez şimdi. Ayıp olur.
- Ama Kemal Bey ile mahrem sohbetini anlatabildin.
Bu isimlere girmeyeyim. Sadece eski genel başkanlar deyince zaten bence anlaşılır. Hepsi farklı partilerden birçok insan gitti kendisine. Ben komplo teorisi kurmuş bir insan değilim. Komplo teorilerine inanmam ki oturup kendim bir tane kurayım. Ben oturdum kendi tanık olduğum 20 seneyi anlatmak için bir kitap yazdım. Yıl yıl olayları incelerken ortaya bir yapboz çıktı. Aslında farklı görünen siyasi olayların hepsi birbiriyle irtibatlı ve tamamı Tayyip Erdoğan'ın lehine olmuş.
- Tarihin doğal akışında rüzgâr ve şans Erdoğan’ın lehine olmuş olamaz mı? Tarihte bu tür dönemler yaşayan başka liderler de var.
Doğal akış, niye sadece Tayyip Erdoğan'ın işine yarayacak şekilde gelişiyor? Niçin bütün ani değişimler Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sürdürmeye yarayacak türden gelişmeler oluyor? Doğal akış olsa biri de oyunun bozulmasına neden olurdu. Tam tersine hepsi aynı oyunun sürmesini sağlayacak türden olaylar.
- Koşullar ve karakterler farklı olsa da 100 sene önce için de benzer bir şey söylenemez mi? Mustafa Kemal için mesela…
Ben sadece Erdoğan’ın iktidarda kalmasından bahsetmiyorum. Ülkenin tek adam rejimine dönüştürülmesinden bahsediyorum.
"Haşim Kılıç dedi ki: Ona ilet, Kemal Bey’e gidenleri devlet gönderiyor”
- Bunu Türkiye için kim istedi? Tayyip Erdoğan'ın başında olduğu bir tek adam rejimine teslim edilen, senin ifadenle “Ortadoğululaşmış” bir Türkiye senaryosunu kim yazdı yani?
Araştırıyorum ve bazı isimler bulabiliyorum. Tuncay Özkan mesela. Tuncay Özkan, Kemal Bey'in adaylığını organize ediyor. Erdoğan Toprak organize ediyor. Kemal Bey'in aday olmasını isteyen bir yapı var. O yapı, eski MİT mensupları ve eski derin devlet artıklarıyla irtibat halinde. O irtibat üzerinden, mesela Kemal Bey'e isimler gidiyor. Mesela ben bir gün eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ı ziyaret ettim. Bana dedi ki; “Levent Bey, duyuyorum ki devletten çok önemli isimler Kemal Bey'e gidiyormuş. Sen aday ol lütfen senin adaylığını destekliyoruz diyormuş. Lütfen siz kendisiyle görüştüğünüzde Kemal Bey’e söyler misiniz bunların hiçbirini ciddiye almasın, bilsin ki onlar kendisine devlet tarafından gönderiliyor.”
- Bu senaryoyu benzer iddialarla dile getirenlerden biri de Soner Yalçın değil mi?
Onun nasıl bir senaryodan bahsettiğini bilmiyorum. Ben kitabı yazarken fark ettiğim; birbirini takip eden ve hepsi de Erdoğan’ın iktidarının devamını sağlayacak olaylar zincirinden bahsediyorum.
- Sen devam etmeden önce tekrar soracağım; kim bunlar? Dış güçler mi, nedir? Devletin içindeki artıklarla neyi kastediyorsun? Türkiye’nin tek adam rejiminde kalmasını isteyenler kim?
Şimdi Tayyip Erdoğan bir şey yaparken Türkiye'nin iyiliğine yaptığını zannediyor değil mi? Ama biz baktığımızda kötülük olarak görüyoruz. Bu nedenle siyasetçiler telkinle, yönlendirmeyle iyi bir şey yaptıklarını zannederken ülkeyi bir yıkıma sürüklüyorlar. Dahası bir yıkıma sürüklendiğini gördükleri halde bu politikalarını değiştirmiyorlar. Bazen ani tutum değişikliğine gidiyorlar ama onların da neredeyse tamamı bu gidişatı hızlandıracak türden olaylar. Bunu neyle izah edeceğiz?
"Erdoğan'ı da Kılıçdaroğlu'nu da aynı yapı gönderiyor"
- O zaman şunu mu demek istiyorsun; devletin içinde öyle bir yapı var ki hem Kemal Kılıçdaroğlu’nu hem de Tayyip Erdoğan’ı yönetiyorlar aslında.
Yönetiyor demeyeyim ama telkinleriyle, farklı çıkar ilişkileriyle veyahut çeşitli gerekçelerle yönlendiriyorlar.
- Peki kim bunlar? Geçmişte “derin devlet” diye kodladığımız yapı başka bir formda devam mı ediyor? Bunu mu demek istiyorsun?
Kim olduklarını bilmiyorum. Bilsem niye söylemeyeyim? Ortada bir oyun var ve o oyunu kimler yazıyor gerçekten bilmiyorum. Sadece aracı bazı isimleri biliyorum onları da zaten verdim. Birçok siyasi aktörü aynı anda koordine eden bir yapı var.
- Ve bu mevcut siyasi aktörlerimiz Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu, yani iki cumhurbaşkanı adayı, kendi politikaları ve önerileri sanarak derin devletin kendilerine sunduğu argümanlarla seçimlere gittiler. Bu mudur?
Türkiye’de belki daha öncesi de var ama ben 2002 yılından sonrakilere dikkat ettim. Bütün siyasi ve toplumsal gelişmelerin tamamı Türkiye’yi Ortadoğu ülkesine dönüştürecek türden olaylar. Bu olayların aktörleri de belli bir tarafta Tayyip Erdoğan diğer tarafta Deniz Baykal, bir başka tarafta Devlet Bahçeli diğer tarafta Meral Akşener bir başka tarafta ise Kemal Kılıçdaroğlu var. Bu aktörlerin son 20 yılda izledikleri politikaları derinlemesine incelediğimizde aynı amaca matuf değişimler yaşıyorlar. Bir anda bir tutum değiştiriyorlar ve sebebini izah bile etmiyorlar.
"Filmin senaryosunu buldum ama yazanı tam bulamıyorum"
- Bu mevcut siyasi aktörlerimiz Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu, yani iki cumhurbaşkanı adayı, kendi politikaları ve önerileri sanarak derin devletin kendilerine sunduğu argümanlarla seçimlere gittiler. Bunu mu söylüyorsun?
Biraz önce de söylediğim gibi Tayyip Erdoğan'ı da işin içine alan bir yapı olduğunu düşünüyorum. Bir buçuk yıl önce yazdığım "Yaklaşan Kasırga" kitabımda ortaya çıkan senaryoya baktığında bir film var. Başrol Tayyip Erdoğan'da. Ama senaryoyu yazan kim onu bulamıyorum
Şimdi bak, AK Parti kurulurken aslında Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağı siyasi parti kurmasını da kapsıyor. Anayasa Mahkemesi toplanıyor, “parti kuramaz” diye bir karar veriyor ama o kararı 3 yıl boyunca kamuoyuna açıklamıyor. O karar çekmecede tutulmasını kim sağladı?
Bunu kimse bize açıklamıyor. Ama sonuçta o karar açıklanmıyor ve Tayyip Bey parti kuruyor. Normalde yasalara aykırı ama kimse çıkıp “Bir dakika sen parti kuramazsın” demiyor.
AK Parti içinde muhafazakâr kesimden gelip yeniliği, değişimi içselleştirmeyen tek bir kişi var; Tayyip Erdoğan. Geriye kalanların hepsi “yenilikçi” dediğimiz, değişimi daha içselleştiren, cumhuriyetle barışmayı öncelik olarak gören isimler. Ama bu derin yapı Tayyip Erdoğan'ın bir an önce önünün açılmasını ve partinin başına geçmesini sağlıyor. Bir gün Deniz Baykal diyor ki; “Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılması lazım.” Ve kaldırılıyor. O günün devlet yapısını bir gözünde canlandırmanızı istiyorum. 2002-2003 dönemini Anayasa Mahkemesi, asker, devletin diğer güvenlik kurumları…hepsinin AK Parti’ye karşı olduğu dönem. Ama Siirt seçimlerini iptal ediyorlar. Normal mi bu? Siirt seçimleri yenileniyor ve Tayyip Erdoğan apar topar milletvekili seçiliyor.
Çünkü fark ettiğim, senaryo dediğim, olaylar zincirine göre Erdoğan’ın etrafındaki yenilikçilerin tasfiye edilmesi ve onunda tek adam haline gelmesi kalması gerekiyor. Muhafazakâr tabandaki demokratik dönüşümün durdurulması için en radikal adamı başa getirip etki-tepki sürecini başlatıyorlar. Senaryonun devam ettirebilmesi için muhafazakâr taban ile seküler taban arasındaki çatışmanın devamı gerekiyordu. Tayyip Erdoğan’ın yasağı kaldırılıyor ama Abdullah Gül’ün önüne cumhurbaşkanı olamasın diye engel çıkartılıyor. Geldiğimiz noktada bugün İslamcı mahallede değişimi savunan herkes AK Parti’den tasfiye edilmiş durumda.
- Elbette öyle, bunu biliyoruz. Bunu Erdoğan kurgulamadı mı tek adam kalmak için? Sen diyorsun ki başkaları daha o siyaseten yasaklıyken kurguladılar bu senaryoyu.
Bak bir şey daha anlatayım. Bunu da yine çok üst düzey bir isimden, Cemil Çiçek’ten dinledim. “Bize kapatma davası tehdidi geldiğinde Tayyip Bey Amerika’daydı. Kendisini aradım. Dedi ki, "Başörtüsü teklifini rafa kaldırın." Sonra bir gün Devlet Bahçeli durup dururken çıktı, “Getirin başörtüsü yasağını birlikte kaldıralım” dedi. Orada Bahçeli’nin hamlesi önemli. Ve ardından kapatma davası geldi.
Öte yandan yıl 2010 oluyor, CHP’de genel başkan değişiyor ve bir Alevi mezhebine mensup Kemal Bey genel başkan oluyor. Ortadoğulaşma dediğim şeyin üç ayağı var. Birincisi Aleviler kışkırtılacak ve siyasi bir yapıya dönüştürülecek, ikincisi Kürt hareketi ayrılıkçı bir çizgiye zorlanacak, üçüncüsü de İslamcı otoriter bir lider iktidarda olacak.
"Ekmeleddin İhsanoğlu ismini Devlet Bahçeli'ye ilk söyleyen Ekrem Dumanlı"
- Peki zaten bütün bunlar olmuştu. 2023 seçimleri bu senaryonun neresinde?
Şöyle anlatayım daha önce dediğim gibi son 20 yılda olan bütün siyasi gelişmeler bir şekilde Erdoğan’ı iktidarda tutmaya yarayacak türden gelişmeler. Mesela 2014’de muhalefetin oyu toplamda yüzde 60 civarında; Erdoğan’ın iktidarının sürmesi gerekiyor. Bir bakıyoruz ki, Zaman Gazetesi Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı gidip Devlet Bahçeli’ye “2014 seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday olmasını istiyoruz” diyor.
- Yani 2014 seçimleri için öneri Ekrem Dumanlı'dan mı geliyor?
Evet benim duyduğum böyle. Devlet Bey de bu görüşü Kemal Kılıçdaroğlu’na sunuyor, kabul ediliyor. Hatırlarsan o seçimde ne CHP ne MHP doğru düzgün bir kampanya yapmadı. Ekmeleddin Bey'in yanında basın işlerini organize eden Özlem Gürses vardı.
Yani seçimler altın tepside sunuldu Erdoğan’a. Muhalefet partileri kampanya yapmıyorlar ve normalde yüzde 40 civarında oyu olan Erdoğan, yüzde 52 oy alarak cumhurbaşkanı seçiliyor. Bu durumu neyle açıklayacağız? Geliyoruz 2015’e, adam seçimi kaybediyor. Ama bu senaryoya göre Erdoğan’ın devam etmesi gerekiyor. Peki nasıl olacak bu? Devlet Bahçeli bütün ısrarlara rağmen koalisyona girmiyor, Kemal Kılıçdaroğlu 35 gün boyunca Ahmet Davutoğlu ile görüşüyor ve sonunda çıkıp “bize koalisyon teklif edilmedi” diyor. Peki bir teklif yoksa 35 gün boyunca niçin görüştünüz?
Kaldı ki beni aramış ve “iktidar muhalefeti oyun bozan gösterecek algısı yaratacak” uyarısı yapmışım kendisine. Benim uyarıma da gerek yok. Siyasetten az biraz anlayan herkes iktidarın politikasının bu olduğunu görüyordu. Bütün bunların sonunda erken seçim oluyor ve Erdoğan yine kazanıyor. Tabii şimdi ben bunları film tadında anlatıyorum. Bu senaryonun akışına göre tek adam rejimine geçmemiz gerekiyor; tesadüfe bakın ki 15 Temmuz darbesi oluyor ve fiili tek adam rejimi dönemi başlıyor.
- Senin senaryondaki bu derin yapı nasıl CHP’ye ve AKP’ye nüfuz edebiliyorsa Gülen Cemaati’ne de aynı şekilde nüfuz edebiliyor heralde.
Tabii öyle. Bence cemaat zaten oranın kontrolündeydi.
-O zaman burada senaryoya bir es ver ve ben tekrar derin yapının kim olduğunu anlamak için bir soru sorayım. Fetullahçıların Amerika Birleşik Devletleri ve oradaki istihbarat yapıları tarafından kontrol edildiğine dair yaygın bir algı var Türkiye’de.
Var evet, bence algı değil gerçek.
- Pekâlâ, senin bunu gerçek olarak kabul etmenden yola çıkarak devam ediyorum. Bu Türkiye’de siyasete yön veren derin yapı dış güçler tarafından mı yönetiliyor? Dış güçleri tırnak içinde söylüyorum. Zira bu daha ziyade AKP tarafından kullanılan bir jargon. Yani aslında herkesi dış güçlerin maşası olmakla itham eden AKP mi dış güçlerin maşası?
Bu bahsettiğim derin yapı dış güçlerle irtibatlı olabilir ama ispat edemediğim için adını koyamıyorum. O yüzden söylüyorum, ispat edebilir bir şey değil. Devam edelim. 15 Temmuz ile birlikte fiilen bir tek adam rejimi kuruluyor. Ama adamlar diyor ki, “Fiilen olması yetmez, buranın gerçek bir Ortadoğu ülkesi olabilmesi için kalıcı olarak rejimine geçilmesi gerekiyor.” Bir film diyaloğu gibi anlatmam gerekirse Tayyip Bey diyor ki, “Ben nasıl yapayım, benim mecliste çoğunluğum yok", “Biz hallederiz” diyorlar. Bir sabah kalkıyoruz, Devlet Bahçeli diyor ki, “Getirin kardeşim anayasayı değiştirelim.” E senin 100 tane konuşman var, “Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanı yaptırmayacağız” diye. Olsun! Fikir değiştirmiş, pat anayasa değişmiş ve biz pat diye 2017 referandumuyla tek adam rejimine geçmişiz.
- Bu derin yapı Devlet Bahçeli'yi de mi yönetiyor?
Cemaatle beraber bütün siyasi aktörleri yönetiyorlar. Bu arada Devlet Bahçeli’nin o kadar çok tavır değişikliği vardır ki böyle akıl almayan. Devam ediyoruz… 2017 referandumunda mühürsüz oylar çıkıyor. CHP sağlıklı itiraz etmiyor. Yola devam ediliyor. 2018 seçimine geliyoruz. Ortada yeni bir tablo var. Anket şirketleri araştırma yapıyor muhalefetin ortak bir aday olarak göstermesi durumunda Abdullah Gül’ün kazanma olasılığı olduğu ortaya çıkıyor. Bu araştırmaları yapan anket firmalarının isimlerini biliyorum. Abdullah Gül ile de bizzat konuştum bu konuyu.
"Gül, 2018’te Erdoğan'a rest çekmişti, adaylığını engelleyen Meral Hanım oldu"
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 2018'de Erdoğan'a karşı muhalefetin ortak Cumburbaşkanı adayı olması gündeme gelen 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile
- Şimdi sen bu konuyu açtığın için onu da sormadan devam edemem. Sen bu kamuoyu araştırmacılarından birinin Bekir Ağırdır olduğunu söyledin, o da yalanladı.
Sana şöyle söyleyeyim; ben yazı yazdım, kaynağımı açıkladım. Yani bunun en net şahidi Abdullah Gül. Dahası bu bilgiyi bana Bekir Ağırdır’ın kendisi de bize verdi. Hatta bu o kadar ki herkesin bildiği bir bilgi. Eğer Bekir Ağırdır benim yazımdan sonra inkâr etmeye devam ederse Abdullah Gül’ün çıkıp bu durumu doğrulayacak açıklama yapacağını duydum. Çünkü Ağırdır, Gül’e, 2018’de iki anket götürüyor ve yüzde 60 ile seçimi kazanabileceğini ve muhalefetin adayı olması gerektiğini söylüyor. Abdullah Gül bana “Bekir Ağırdır bir kez değil, defalarca geldi” dedi.
- Bu süreci ben de biliyorum. Abdullah Gül bana da yazılmamak kaydıyla anlatmıştı. Sen yazdın.
Bunu bilmeyen yoktu ki! Bekir Ağırdır’ın neden inkâr ettiğini ben anlayamadım. Şimdi bizim derinlere dönelim. Bakıyorlar ki Abdullah Gül aday olursa kazanma ihtimali var. Tayyip Erdoğan pat diye helikopterle Hulusi Akar ve İbrahim Kalın’ı gönderiyor Abdullah Gül’ün konutuna. Abdullah Gül’ün gelenlere çok sert bir konuşma yaptığı ve Gül’ün Erdoğan’ın “aday olma” mesajını kabul etmiyor ve aday olacağını söyleyerek rest çekiyor ve “adayım” diyor. Erdoğan’a karşı, CHP’nin başını çektiği muhalefetin adayı olmayı kabul etmek bana göre Abdullah Gül'ün aldığı en büyük risklerden biriydi.
Gül, bu kararı alınca bir genel merkezde Kemal Bey, Meral Hanım ve Temel Bey el sıkışıyorlar, ertesi sabah Abdullah Gül'ü ortak cumhurbaşkanı adayı olarak ilan etme kararı alıyorlar. Ne oluyorsa oluyor. Sabah saat 9.00’da Meral Hanım “Ben vazgeçtim” diyor ve çıkıp kendi adaylığını ilan ediyor. Senaristler sonunda bir "oh" çekip senaryonun kaldığı yerden devam edeceğini görmenin rahatlığını yaşıyorlar. Kimse “O gece ne oldu da Meral Akşener kararını değiştirdi?” sorusuna cevap vermiyor.
"Kemal Bey’in adaylığını Meral Hanım organize etti"
- Tabii Meral Hanım’a da nüfuz ediyorlar şu durumda senin senaryona göre. Peki soru şu; senin Meral Akşener ile de hukukun var. Ona sordun mu 2018’deki U dönüşünü.
Tabi ki kendisine sordum. Hatta ben sormadım, ben o günlerde bunu birkaç TV kanalında anlatınca kendi beni arayıp sadece “Ben yapmadım, parti beni zorladı” dedi. Ama partiden onay almadan baştan nasıl Gül’ün adaylığına onay verdi sorusunun cevabını da veremiyor.
- Meral Akşener ile ilgili bir iddian daha vardı. 2-4 Mart arasında Altılı Masa’da yaşanan kriz sırasında bu derin yapının Akşener’i masaya dönmeye ikna ettiğini ileri sürüyorsun, değil mi?
Ben Kemal Bey'in adaylığını Meral Akşener'in organize ettiğini düşünüyorum. Sebebini söyleyeyim; Mansur Yavaş'la Ekrem İmamoğlu'nun adaylık kotası dışına çıkarılmasını Meral Hanım sağladı. Ben bunu Medyascope’da dile getirince Meral Hanım Medyascope’a çıkıp kendisi de açıkladı. Gidip Kemal Bey’e, “Bu iki ismin cumhurbaşkanı adayı olarak ortalıkta dolaşmasından çok rahatsız oluyoruz. Lütfen bunları durdurun” demiş. Bunun üzerine Kemal Bey çıktı dedi ki, “Belediye başkanları aday olamazlar.”
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye başkanları Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş
Ardından “Ben aday değilim" diyerek kendi ismini çekti. Halbuki hiçbir siyasi lider iki buçuk sene önce elini açık edip “Ben aday değilim” demez. Çünkü masada pazarlık gücünü tutmak ister. Meral Hanım Ekim 2022’de “Aday değilim” açıklaması yaptığında İYİ Partililer çok şaşırdılar. Dahası Meral Hanım, dışarda Kemal Bey'in adaylığına karşı olduğunu konuşuyor olmasına rağmen tek bir gün masada Kemal Bey'e itiraz etmedi. Meral Hanım, Kemal Bey işini garantiye alana kadar sesini çıkarmadı. Sahici bir itirazda bulunmadı. Yani Meral Akşener gerçekten engel olmak isteseydi Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını engelleyebilirdi.
Masada tek bir gün itiraz etmeyerek Kemal Bey'in kamuoyu önünde mesafe almasına zemin yarattı. Dışarıdaki itirazları daha çok İYİ Partilileri oyalama ve muhtemel başarısızlığın faturasından kurtulma çabasıydı. Ben işte bütün bunları bir araya getirince, yani fark ettiğim senaryonun akışına göre 2023 seçimlerinde Kemal Beyin aday yapılacağını fark ettim.
Çünkü senaryonun akışı bunu göstertiyordu. Bunu görünce gidip Kemal Bey ile konuştum “Aday olmayın” diye. Çünkü ne zaman ki Tayyip Erdoğan’ın kaybetme ihtimali baş gösteriyor, bir siyasi aktör devreye giriyor ve tutum değiştiriyor. 2015, 2017, 2018’de bu hep böyle oldu. Kemal Bey’e de “Aday olmayın” derken işte bu hikâyeyi anlattım. "Bu akışta 2023’te siz aday oluyorsunuz. Bu sefer senaryoyu sizin üzerinize kurmuşlar, lütfen bu senaryonun devamına fırsat vermeyin" dedim.
- O ne dedi?
Önce biraz şaşkınlıkla gülümseyerek bir şeyler anlatmaya çabaladı. Döndüm, tekrar tekrar anlattım. “Lütfen bu riski almayalım. Burada bir şey dönüyor. Ben yanılıyor olabilirim ama siz de görün. Ben buraya bir gazeteci olarak gelmedim. Bir evladınız olarak geldim. Ülkenin durumundan endişelendiğim için geldim. Ülke çok büyük risk altında. Bu risk yüzde 1 bile olsa bunu almayın. Yoksa ülke ağır bir yıkım yaşar, lütfen ülkenin felakete sürüklenmesine müsaade etmeyin" dedim. O da bana, “Levent Bey ben devletten önemli birçok kişiyle görüşüyorum. Bana öyle bilgiler akıyor ki, "Türkiye'nin buradan çıkarılma şansı kalmadı. Hiçbirimiz bir şey yapamayız” dedi. “Peki o zaman neden aday oluyorsunuz?” diye sorunca, “Benim kendi adaylığını engelleme şansım yok” dedi.
"Fatih Altaylı ile konuşmamda düşüncesizlik ettim"
- Gelelim 2018’te cumhurbaşkanı adaylığına heves etmene.
Evet sözlerime fikirlerime itiraz edemeyenler adaylık meselesini tartışmaya açıyorlar. Sanki çok büyük bir ayıp işlemişim. Bu ülkenin evladıyım, elbette aday olabilirim, bundan dolayı neredeyse benden özrü bekliyorlar. Üzüldüğüm kısım şu; adaylık meselesi belki 2 puan alırız da seçim ikinci tura kalır amacıyla ülkenin gidişatını durdurmaya yönelik verilmiş bir katkı çabasıydı. Bu çabayı değersizleştirmek, bunun üzerinden beni siyasi hırsı olan biri gibi göstermeye çalışmak büyük ayıp. Daha önce anlattım ama yine anlatayım.
Boğaziçi rektörlerinden Prof. Dr. Üstün Ergüder, Nesrin Nas, yine Boğaziçi’den Prof. Dr. Betül Tanbay ve Prof. Ahmet Aykaç ve böyle yaklaşık 40 kişi toplandık bu gidişatı durduracak ne yapabiliriz diye. Tam 3 ay boyunca toplandık, konuştuk ve sonunda benim aday olmamı istediler. Ben her seferinde, "Bu benim yapabileceğim bir şey değil" diyerek erteledim.
Sonunda hep birlikte böyle bir karar verildi. Bu konuyu Fatih Altaylı yeniden tartışmaya açınca ben de telefonda ona biraz sohbet havasında olup biteni anlattım. “Şimdi buradan bakınca pek de akıllıca değilmiş. Niyetimiz iyi olsa da biraz çocukça bir davranışmış” dedim. Sonra sohbete devam ettik. Kemal Bey meselesini konuştuktan sonra Fatih Altaylı, “Bunları anlatabilir miyim?” dedi. Ben de “Tabii” deyip kapattım. Orada büyük bir düşüncesizlik ettim.
Adaylık meselesi özel bir sohbetti fakat ben bunu belirtmeyi unuttum Fatih Altaylı’ya ve “Bunu da anlatabilirsin” demiş gibi oldum. Ve bazı gerekçelerle vermemem gereken isimleri de vermiş oldum.
"Cem Boyner ile tanışmıyoruz, hiç yan yana gelmedim"
- Orada çok temel bir sorun var. Fatih Altaylı’ya “Benim adaylığımı Cem Boyner de destekliyordu” demişsin. Ama Cem Boyner seni tanımadığını söylüyor.
Evet tanışmıyoruz, hiç yan yana gelmedim.
- Seni tanımayan bir adam adaylığına nasıl destek verecek?
Mesela şöyle; 40 kişiyle yaptığımız son toplantıda arkadaşlar beni adaylığımı açıklamaya zorlayınca ben de “Ofis tutacak paramız bile yokken nasıl açıklayayım” diye bir itirazda bulundum. Bunun üzerine aramızda iş bölümü yaptık ve iş insanlarını ziyaret programı yaptık. Her bir grup farklı bir iş insanına gidecek maddi destek isteyecekti. Ve sonunda hepimiz gittik ve iş insanlarından destek istedik, üç beş iş insanı destek sözü verdi. Cem Boyner’e gidenler de farklı akademisyenlerdi. Ben Fatih Altaylı ile yaptığım konuşmada “Cem Boyner beni aday yaptı” demedim. Hele “Bana gaz verdiler” gibi yakışıksız bir söz hiç kullanmadım. Konuşmada “Cem Boyner de destekleyecekti” dedim. Bunu diyerek Cem Bey’i de gereksiz bir sıkıntıya soktum. Çünkü ülkedeki siyasi yapının ne tür sıkıntılar yaratabileceğini görmemiz gerekiyor. "Cem Boyner de destek verecekti" sözüm; “Cem Boyner beni aday yaptı” olarak anlatılınca ortaya çok tatsız bir durum çıktı. Cem Bey’e zarar vermemek için daha fazla ayrıntı da veremedim. Kişisel bir meselede kendimi kurtarmak için ispat edip başkasına zarar vermenin yakışıksız bir davranış olduğunu düşünüyorum.
Ve o tartışma beni fazlasıyla zor durumda soktu. Adaylık meselesi bu. Sonunda aday olmadığım için kimseden para almadık, aldığımız bir iş insanının parasını da iade ettik.
"2019’da CHP, Üsküdar Belediye Başkanlığı için adaylık teklif etti kabul etmedim"
- Zaten hiç kimse farklı siyasi görüşleri, tercihleri ya da siyasete girme hevesiyle ilgili yargılanamaz. Dolayısıyla bu soruları öyle bir yerden sormuyorum. Sadece mahrem konuşmalarla ilgili kamuoyuna yansıyan açıklamaların olduğu için yeniden sormak durumundayım bunları. Ne yapsan ya da söylesen iki mahalleyi de tatmin edemediğini de görüyorum. Ama buna bir şekilde alışıksın. Geçen hafta yaşadığın ise “yalancılıkla” suçlanmak oldu. Üzüldün mü?
Tabi ki üzüldüm. Birincisi, ülke endişesiyle yaptığım özel bir ikili görüşmeyi anlatmak zorunda kalmak beni çok rahatsız etti. Niye zorunda kaldım? Çünkü Kemal Bey hala inat ediyor. Yani şu andaki muhalif toplum kesiminin toparlanmasının önündeki bir takoza dönüşmüş durumda ve benim senaryo dediğim oyunun sürmesinin aktörlüğünü yapmaya devam ediyor. Bu oyun bozulsun diye ikili görüşmeyi açıkladım ki daha önce de söyledim aslında iki kişi arasındaki bir görüşmeyi açıklamak utanç verici bir davranış. Onun sıkıntısını kendi içimde çok yaşıyorum. İkincisi kimi yazarların, gazetecilerin her konuda geçmişimi ve adaylığımı tartışma konusu yapmalarını yakışıksız ve ayıp buluyorum. Ne geçmişimden utanıyorum ne de aday olduğum için. Esas olan, bu ülke için hangi niyetle ne yaptığımız ne katkı verdiğimizdir. Bugüne kadar kimseden ne makam istedim ne bir şey. Ama sanki tüm bunları çıkar için yapıyormuş gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Oysa CHP 2019’da bana Üsküdar Belediye Başkanlığı’nı teklif etti. Canan Kaftancıoğlu geldi, saatlerce ikna etmeye çalıştı ama kabul etmedim.
"İki haftadır sokakta arkama bakarak yürüyorum"
- Önemli bir belediye de. Neden istemedin?
Çünkü CHP’ye girersem muhafazakârlar bana kulak vermekten vazgeçer diye kaygı duydum.
Bu hassasiyetle hiçbir siyasi partiyle bu tür bir ilişkiye girmedim. İkincisi siyasete girmek gibi bir niyetim de yok. Mevcut siyasi atmosferde kişiliğimin bana ciddi zorluk çıkaracağının farkındayım. Üçüncüsü de ülkemiz felakete sürüklenirken kişisel bir kazanç peşinde koşmanın ayıp olduğunu düşünüyorum. Böyle baktığım için bugüne kadar kimseden en küçük bir talepte bulunmadım. Vekillik talep etmedim. Farklı kesimlere ulaşabileyim diye bir siyasi aktörün tarafını tutmuyorum. Ülkeyle ilgili endişemi paylaşıyorum. Dayak yiyorum. Ama sonunda bütün tartışma gelip benim niyetimin sorgulanmasında düğümleniyor.
Ben belki daha fazla dayak yemeye devam edeceğim, belki benim için kötü olacak ama bu oyunu bozmamız gerekiyor. Bu duygularla bir şeyler paylaştım. Kendi çocuklarımın hayatını, gençlerin hayatını, kadınların endişesini her şeyden daha önemli görüyorum. Bu tartışma başladığından beri iki haftadır sokakta arkama bakarak yürüyorum, “Acaba başıma bir iş getirirler mi?” diye. Hani bu oyunu deşifre ettiğim için bu tedirginlikle yaşıyorum. İnsanlar bana kızacak diye sözümü söylemekten vazgeçemem.
Kitabında Türkiye'nin adım adım nasıl "Ortadoğululaştırıldığını" anlattığını ifade eden Levent Gültekin, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi yasağının kaldırılması ve Siirt seçimlerinin yenilenerek siyasete başbakan olarak dönmesiyle senaryonun başladığını savundu." />
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |