Türkiye’nin çağdaş sanatını dünya platformuna taşıyan İstanbul Bienali son birkaç haftadır uluslararası sanat ortamlarının nabzını tutan sanat yayınlarının ve yabancı basının radarında. Oysa iki yılda bir düzenlenen Bienal’in açılışına daha bir yıldan fazla var. Bienalin şimdiden gündem olmasının sebebi organizasyonu düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın (İKSV) 18. Edisyon için küratör seçiminde kullandığı yöntem. İKSV’nin kendi oluşturduğu Danışma Kurulu elemeyle son aşamaya kalan dört öneri arasından küratör Defne Ayas’ı seçmiş ancak İKSV küratör olarak Danışma Kurulu’nun bir üyesi olan İngiliz Iwona Blazwick’i 18. İstanbul Bienali’nin küratörü olarak atamayı uygun görmüştü. Blazwick bir anda “seçen” pozisyondan “seçilen” pozisyona transfer edilince Danışma Kurulu’nun diğer üç üyesi istifa ediverdi. O gün bugündür de tartışmalar durulmadı.
İKSV Genel Müdürü Görgün Taner’in kurum olarak yaptıkları tercihe sahip çıkan açıklamasının ardından camianın önde gelen bazı isimleri Küratör Defne Ayas ile dayanışma mesajları yayınladı. Ancak Ayas tüm bu süreçte suskunluğunu korudu. Ayas’a ulaştığımda ailesiyle Ege’de yaptığı tatilin son günlerindeydi, yaşadığı Berlin’e dönmek üzereydi. Konuşmaya niyeti de yoktu, zira tartışmanın bir parçası olmaktan son derece rahatsızdı. Atlayıp tatil yaptığı beldeye yanına gittim ve bu vesileyi Türkiye’deki devlet-sanat-sermaye ilişkilerine geniş açıyla bakmak için bir fırsat olarak kullanmanın değerine kendisini ikna ettim. Aslında kanına giren benim. Umarım pişman olmaz.
Hikâyenin kendi versiyonunu anlatırken en çok ismi etrafında dolaştırılan “sakıncalı” sıfatına kırıldığını anlattı. Kendisi bu ifadeyi kullanmadı ama o kırgınlık bu söyleşinin her satırında gömülü. İKSV’ye yönelttiği eleştirilerin ne kadar içerden ve ne kadar dönüştürücü/yapıcı olma motivasyonu taşıdığını siz de fark edeceksiniz.
Zira Sevgili dostum Çağdaş Ertuna’nın geçen hafta konuya ilişkin yazısına attığı başlıkta olduğu gibi, Defne Ayas da aslen “birbirimize küsme lüksümüz yok” mesajı veriyor burada anlattıklarıyla.
"İstanbul Bienali dünya çapında bir platform olmaya devam edecek"
- Uluslararası alanda saygı gören, tanınan bir küratör olarak son haftalarda kendinizi Türkiye’deki bir tartışmanın göbeğinde buldunuz. Ona geleceğiz ama isterseniz İstanbul Bienali’nden başlayalım. İstanbul Bienali dünya sanat camiası açısından nasıl bir yerde duruyor?
Bienal ekolojisi, 20 senedir içinde olduğum bir dünya. Bienallerin, güncel sanatın günün koşullarıyla nasıl bir angajmanda olduğunun epey farkındayım. Birtakım gerilimler, tansiyonlar, hassasiyetler ile nasıl çalışılır, bu nasıl görselleştirilir, dillendirilir, bunun ötesine nasıl gidilebilir? Bunlar hep aklımda olan sorular.
İstanbul Bienali’ne gelirsek, bizim için, yani hem sanat camiası için kıymetli hem dünya çapında da takip edilen bir platform. Dolayısıyla İstanbul Bienali benle veya bensiz çok güzel devam edecektir. Konumuz da zaten bu değil. Çok iyi çalışmalar gördük. Bienal bu dönemden sonra da kendine çeki düzen vererek ilerleyecek, dünya çapında da olan bir platform olmaya devam edecek. Ama şu anda içinde olduğumuz durum tabii bir acayip bir durum. Dünyada her kurumun kendisini yenilemesi gerektiği gibi, her özel kurumun, her kamu biriminin, her inisiyatifin kendini yenilemesi gerektiği gibi İKSV’nin de kendini yenilemesinin gerektiği bir durumdayız.
"İKSV ile ilişkim 17 yaşında Caz Festivali'nde yer gösterici olarak başladı"
- İstanbul Bienali’nin nasıl bir rolü var düşün dünyamız açısından, ya da olmalı?
Bu coğrafyanın içinde hepimizin istediği adaletli bir dünyaya, dünyalara açılmamızda nasıl bir rol oynayacak, ne yollar açabilir? Otoriter rejimlerin dünyanın her yerinde hortladığı bir dönemde bienaller bize nasıl bir oksijen alanı açabilir, nasıl bir deney alanı açabilir? Biz yeni diller nasıl üretebiliriz disiplinler arası? Bu arayışlara da bir destek, bir kas verecek, platform verecek yerler olması lazım.
İstanbul Bienali bizim için önemli, diyorum ama benim üstümde açıkçası Tiyatro Festivali daha önemli olmuştur. Ya da Caz ve Film Festivali. Rumeli Hisarı'nda seyrettiğimiz tiyatroların, Beyoğlu'ndaki Film Festivali bünyesinde sinemalarda seyrettiğimiz uzun süren böyle ömrümde adını duymadığımız yönetmenlerin filmleri, daha etkili oldu.
17 yaşında yer gösteriyordum Caz Festivali’nde ben. Gönüllü olarak başlayan bir yolculuk benim İKSV ile ilişkim.
- O zaman biraz Defne’den bahsedin bize. Uluslararası alanda kabul gören bir küratör -Defne Ayas- olmanın yolu nerelerden geçti? Bunu biraz da yaptığınız iş daha iyi anlaşılsın, hangi formasyonlarla küratör olunur gibi soruların da yanıtlanması için soruyorum.
1980'lerde dünyaya ve dünyadaki sanat oluşumlarına açık kadınları görerek büyümemin rolü vardır. Yekta Kara gibi öncü kadınlar vardı mesela. Lise yıllarımda seramik sanatçısı Füreya’nın ailesine yakınlığım, onun Harbiye’deki atölyesi etkilemiştir beni. Annemin Bâb-ı Âli'de çalıştığı ofisinde, Cumhuriyet’in mutfağını görmem, tanımam. Gazetelere atılan manşetlerin, siyaset haberlerinin nasıl manipülasyona açık olduğunu, iktidar-basın ilişkileri, kulis dinamikleri, mutfakta haberler niye yaratılır, nasıl pişirilir, manşetler nasıl atılır… Bunları görmem. Yani biraz Kremlinoloji gibi manşet okumayı erken yaşta öğrendim. İkincisi dayımın parçası olduğu Anadolu Çocuk Oyunları Kolu (AÇOK) ile Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu. Tiyatro kulislerini, yani kulis ve sahne arkasındaki dinamikler, sahne önüne çıkan ile arkasındaki ihtilafları ve gerilimleri gözlemlemek. Show time ne demek, kuliste olanlar, hazırlık döneminde olan şeyler nedir? O dinamikler arasında nasıl yaratıcı çözümler bulunabilir? Yani kısıtlı bir durumlar olduğu zaman çözümler nasıl bulunur, fon, malzeme, seyirci yoksa ne yapılabilir?
"Küratörlük bir konsensüs alanı"
- Küratör sadece üst düzey bir beğeniyle ve sofistika bir filtreden seçki yapan kişi değil, yapımcılık tarafı da var işin.
Kesinlikle. Mutfak ile sahne ilişkileri, fikirleri somut şekillere dönüştürebilme yeteneği. Sanatı ne besler, sanatın, ortaya konulanın, entelektüel veya felsefi kası nedir? Sanatçı ile işbirliği nasıl olur, nasıl gelişir? Tiyatro ve gazetecilik arasındaki benzerliklerdi beni cezbeden, biraz da 1990’lardaki çevrecilik protestoları. 9 yaşımda bir çevreci bir gazete çıkarırdım haftalık. Fotokopiyle çıkardı.
- Çevre hareketine ilgi nereden?
O yaşlarda, hafta sonlarım eski Sağlık bakanlarından Celal Ertuğ’un kurucusu olduğu Yeşiller Partisi’nin performatif aksiyonlarında geçti. Joseph Beuys ve Fluxus‘tan etkilenmiş zamanının ötesinde bir çevre hareketi idi aslında.
Siyasetin ortasında büyümüşken neden birdenbire sanatla ilgilendim? Küratörlük ise, birtakım düşünce sistemlerini bir araya getirebilen bir iş, hem yapımcılığı hem yaratıcılığı var, hem de kurumsal ilişkileri var. Hem iktidar-sermaye ilişkilerinin içine girilebiliyor hem de bir şeylerin değişimine önayak olabiliyorsunuz. Nüfuzlu olunabilecek bir kulvar. Öte yandan karşı duranlara yakınsınız. Yani ikisi arasında aslında yaratılan gerilim dolu bir konsensüs alanı var, hem de deneysel birtakım yeni açılımlara yer vermek istiyorsunuz.
"Yeniliğe açık olmayan kurum beni davet etmez"
- “Defne Ayas’ı çağdaşı olan diğer küratörlerden farklılaştıran özelliği ne olabilir” diye sorsam, kendiniz için ne derdiniz?
Benim yaptığım her işte hep yenilikçilik durumu olur. Her çalıştığım yapıya, kuruma, bir yenilik getiririm. Bu yapısal ya da format değişikliği şeklinde olmuştur. Mesela normalde iki ay süren Moskova Bienali benimle 10 gün sürmüş olabilir. Ben Witte de With adlı Rotterdam’daki çağdaş sanat kurumun direktörü olarak işe başladığımda, “bu kuruma niye bir askeri kişiliğin adı verilmiş” diye düşündüm. Davet ettiğim bir sanatçının projesi sayesinde Witte de With’in Hollanda’nın sömürgecilik döneminde Endonezya ve Brezilya’da girişilen katliamlardan sorumlu olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine, kurum, ismini değiştirdi.Bu aynı zamanda “Black Lives Matter” ve Virginia Üniversitesi’nin kampüsündeki gelişmelerle aynı zamana denk geldi. Hikâye ortaya çıkınca buradaki değişikliğe yol açan bir rolüm oldu. Her girdiğim durumda yani böyle bir değişiklikler oluyor. Bir yenilikler oluyor zaten. Yeniliğe açık olmayan yer de açıkçası ne beni davet ediyor, ne de benimle çalışmak istiyor. Ama şimdi bu yaşadığım gösterdi ki, aslında yeniliğe hem açık hem kapalı olan bir kurum beni davet etmiş.
"2015'te Venedik'te İKSV sıkıntıyı tam 24 Nisan günü kitapçık basıldıktan sonra bildirdi"
- Şimdi oraya gelelim. “Sakıncalı küratör” diye anılmaya başlamanıza. Hikâyeyi en baştan siz anlatır mısınız kendi yaşadığınız şekliyle?
2015’te pavyon seçiminde bir değişiklik oldu. 2007 itibari ile hep küratörler seçiliyordu. Onlar sanatçıyı davet ediyorlardı. 2015 senesinde İKSV, Sarkis’i davet etti. Sarkis bir küratör eşliğinde gelmedi. Bizim kendisiyle Rotterdam’da bir ön çalışmamız olduğu zamandan tanışıklığımız var. Sarkis de beni önerdi, “Ben Defne’yle çalışmak istiyorum” dedi. O zaman ben yeni anne olmuştum. Zaten çok da doğurgan bir pavyon oldu. Bir kere şunu söyleyeyim; çok güzel bir ekibimiz vardı. İKSV’nin de nefis bir ekibi vardı. 2015’te 56. Venedik Bienali ile yapılan 20 senelik anlaşma ile çağdaş sanat alanında kendi mekânımızda ilk Türkiye Pavyonu bizimle kuruldu. Çok temiz ve güzel bir çalışma yaptık. Biz öyle bir çalıştık ki -Sarkis’in de isteği üzerine- bienal açılmadan iki hafta önce sergimizi kurmuş bitirmiş olalım dedik. Biz böyle çalıştık ama Rakel Dink’in yazdığı yazıdaki sıkıntı bize Respiro enstalasyonu kurulumunun bittiği gün bildirildi.
- Sıkıntıyı açalım lütfen.
Türkiye Pavyonu sergi kataloğunda Rakel Dink’in kendi metninde kullandığı soykırım kelimesi sebebiyle bir sıkıntı yaşandı. Haberi bize, 24 Nisan 2015 gününde İKSV tarafı verdi.
"Çiğdem Mater'in kettle ile yaptığı yemekler de acıyı dönüştürmedir"
- 24 Nisan’da mı tam?
Evet o gün. Biz tabii bu acıların tarifi sebebiyle bu kelime kullanılmış olduğu için bunun politik bir sıkıntıya sebep vereceğini düşünmedik. Biz bir acı senesindeydik, yüzüncü yıldaydık. Ülkemizin bin tane acısı var. Bu da acılardan biri ve Rakel Dink’inki de acı tarifiydi. Sarkis’in ömrü de acıları dönüştürmeye yönelik bir pratik içinde geçtiği için bize bu çok paralel bir açılım gibi geldi. Sonuçta o katalogda bir sürü yazı oldu, vitray panolar imge gibi okundu.
Ayasofya'nın yüksek duvarlarından aşağı bakan mozaik melek tasviri, Mimar Sinan'ın Mihrimah Sultan'ı kucaklayışı, Sarkis'in anne ile babasının mezarları, şu anda İstanbul Modern’de gösterimde olan nar tezgâhının önünde gülümseyen Hrant Dink. Bizim pavyondaki öğelerin içinde de hep bir acının dönüştürülmesi mekanizmaları vardı. Benim için zaten bu tema çok önemli. Acının içinde, ortasında nasıl durabiliriz ve acıları nasıl dönüştürebiliriz? Sanatın buradaki işlevsel fonksiyonu nedir? Acının ortasında durmak ve acıyı dönüştürmek. Çiğdem Mater’in (cezaevinde) kettle ile yaptığı yemekler de budur. Bir acıyı dönüştürme projesidir, o koşullar içinden üretmeye devam etmektir. Sonuçta bizim ülkemizde hep bir kutuplaşma oluyor; her şey ya siyah ya beyaz algılanıyor. Bizim arayışımız ise gri alanlara nasıl oksijen alanı açabiliriz üzerine kurulu. Sarkis yıllarca bunu yapmış, Sarkis de pek çok başka sanatçı da kutuplaşmanın ötesinde bir yol açıyor.
"Sarkis ve ben, Venedik'te İKSV'yi koruduk"
- Sanat dünyasının dışından bir yerden ve güncel politik tartışmalar zemininde bakıldığında anlaşılmadığını düşündüğüm yer burası. Çünkü siyaset öyle bir alan ki orada sadece o çatışmanın kendisi var. Onun bir sonraki aşaması, yani sizin bahsettiğiniz dönüştürme siyasetin başarabildiği bir şey değil.
Bizim için önemli olan sanatı yaşatmak. Respiro şu anda Arter’de nefes almaya devam ediyor. Adı zaten nefes, yani Respiro. 2015’te yaşadığımız sıkıntı sırasında da üretimin nefes almaya devam etmesi yönünde bir formül bulduk, daha doğrusu Sarkis buldu. Ayrıca Respiro’nun sadece Venedik’te kalmasını istemedik, başka yerlere de atlamasını, nefes vermeye devam etmesini arzuladık. O yüzden bir sürü kurumla işbirliğine girildi.
- Tabut işi sanatçının formülü müydü?
Sanatçının formülü idi. O formülle biz aslında İKSV’yi koruduk. Çünkü o zaman bile İKSV’nin özerk, otonom vakıf varlığına saygımız büyüktü ve bunu tehlikeye biz de atmak istemedik.
- “Otonom vakıf” ne demek, bilmeyenler için burayı açalım isterseniz.
Otonom vakıf devletin sermayesinden bağımsız olarak kendi kaynaklarıyla, daha doğrusu özel sermaye ile bunu yapan vakıf olma durumu. Devletin himayesinde birtakım fonksiyonları olan ama kaynaklarının yüzde 90-95’ini özel sermayeden alan vakıf modeli.
- Dışarda tabii şöyle bir algı var; mesela Venedik Bienali için… İtalyan devleti yapıyordur bunu diye. Halbuki her bienalin her pavyon devlet-sermaye-sanatçı ilişkisi başka olabiliyor. Bunu biraz anlatır mısınız?
Her pavyonun kendi fonksiyonu, kendi gelişim hikâyesi var. Yani Alman pavyonu belki Nazi döneminde yapılıyor fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Almanya’ya bağlanıyor; ana parası Dışişleri Bakanlığı’ndan, seçimler, atamalar; İKSV’nin özerkliğine benzer, IFA üzerinden oluyor. Amerikan pavyonuna bakarsanız Guggenheim Vakfı desteğinde olan bir oluşum. Türkiye'ye bakarsanız bütün fonlarının neredeyse özel sermayeden geldiği ama devletin de devleti temsil etme hakkını Vasıf Kortun inisiyatifi ile İKSV’ye verdiği bir durum. 20 seneliğine de alınan mekân ise 2015 itibarı ile özel sermaye desteğiyle oluyor.
- Böyle bir anlaşma yapılırken bu işin taşıyıcısı olan kurum devlete de gidip biz bunu yapıyoruz dediğinde temsil hakkı mı veriyor devlet? Nasıl oluyor bu?
Aynen. Venedik Bienali diplomatik bir alan. Teknik detayları İKSV’ye sormak lazım. Tam teknik olarak Dışişleri Bakanlığı ile nasıl anlaşma yapıldı, kiminle yapıldı...
- Sarkis’in formülüne dönelim… Nasıl bir formül oldu krizden çıkaran?
Kitapçıkları alıp böyle tabut gibi bir kutunun içine sıra sıra dizip üstüne altın yaldız atıldı. Böylece o kitapçıkları yaşayan bir sanat eserine dönüştürdü. Yani aslında sıcağı sıcağına acıyı dönüştürme projesiydi. Tabii bu acıyı dönüştürme meselesi onun özellikle Almanya’da çok üzerinde çalıştığı bir konu. Mesela savaş ganimetleri üzerinden nasıl bir sanat tarihi üretilmiş, o dönemlerdeki sıkıntılardan nasıl bir yeni durum üretilmiş… Mekân nasıl açılır, Kriegschatz, Leidschatz leitmotifleri nasıl can bulabilir, bunlarla meşgul olmuş bir sanatçı Sarkis. Kitapçıklar toplansın istenince o da bildiği yerden, yani acıyı ya da sıkıntıyı dönüştürme pratiği üzerinden bir formül buldu.
"Türk Büyükelçi ziyarete geldi"
- Sarkis bu formülü bulunca mini kriz sonlandı mı? O sene Kültür Bakanı mı ziyaret edecekti Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nu? Anlamaya çalıştığım şu; İKSV neden kitapçık basılmadan değil de basıldıktan sonra müdahale ediyor?
Bizim Kültür Bakanımız zaten gelmeyecekti, fakat İtalya'daki Büyükelçimiz ziyaret etti. Arada Fransa'nın Kültür Bakanı geldi, Hollanda'nın Kültür Bakanı geldi.
- Ama gelen kimseye kitapçık dağıtılmadı. Doğru mu anlıyorum?
Evet, kitabımız verilmedi. Yani kitabımız tabutun içinde sessiz bir şekilde Respiro’nun gökkuşağı ışıkları altında var oldu. O süreçte yaşanan krizi biz basına vermedik. Biz kriz sırasında İKSV’yi koruduk. Ama sonra Cumhuriyet gazetesinde, sanıyorum bir ay sonra- Evrim Altuğ tarafından bunun haberi yapıldı. İyi ki de yapılmış. Şimdi en azından elimizde bir arşiv var. Basına biz vermedik diye vurgulamamamın sebebini izah etmek isterim. Siz de gazetecisiniz, yanlış bir şey söylemeyeyim. Ama bir manşetle olay bitiyor. Sonuçta Sarkis ömrünü vermiş bu pratiklere. Öyle bir senede Türkiye'yi, pavyonu temsil etmeyi kabul etmiş Sarkis. Aynı sene bir de Ermeni pavyonu vardı Venedik Bienali’nde. Böyle bir denklemin içinde Sarkis Türkiye’nin yükünü üstlenmiş ve hatta Ermeni diasporası tarafından sırf bu yüzden hedef haline getirilmiş. Böyle özverili bir sanatçıyla çalışırken basında çıkacak bir haberle gündeme gelinsin istemedik. İçgüdümüz İKSV’yi ve Sarkis’i korumaktı.
- Şimdi tabii bu anlattığınız denkleme bir de tersinden bakarsak, aslında 2015 gibi bir senede İKSV Sarkis tercihi yapıyor, Ankara da buna itiraz etmiyor. Benim baktığım yerden bu değerli bir adım. Ama bu yapılmışken kitapçık meselesinde tökezlenmiş. Bu aslında daha iyi yönetilemez miydi?
Kesinlikle. Ayrıca şunu da hatırlamamız lazım; bütün bu konuların iyi kötü ana akımda tartışıldığı bir dönemdi o dönem. Acaba iki toplum karşılıklı nasıl açılım yapabilir diye. Ben coğrafyalar ve insanlar üzerine araştırma projelerinde çalıştım. Sonra yedi sene Blind Dates diye Osmanlı coğrafyası üzerine bir projeye ön ayak oldum, rahmetli Neery Melkonian ile. 2010’da New York’ta bunun sergisini yaptık. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’dan dünyaya çil yavrusu gibi dağılan, kopmuş, koparılmış, toprağından, yerinden koparılmış diaspora insanlarıyla. Aralarında Türk de var, Ermeni de Kürt de var, Saraybosnalı, Filistinli, İsrailli, Lübnanlı da var. Hem Selim Kuru ya da Aslıhan Demirtaş gibi akademisyenler katıldı hem ulus-devlet sınırlarını bitkilerin tarihi üzerinden tarayan xurban kolektifi, Nina Katchadourian, Jalal Toufic gibi kavramsal sanatçılar, Elif Uras gibi İznik çinisi tekniği ve tarihi ile çalışanlar. O proje sırasında Van’da ve Connecticut’ta ünlü ressam Arshille Gorky’nin izini sürdüm. Bundan bahsetmenin sebebi şu; benim her zaman merakımdır Osmanlı coğrafyasındaki kırılmalara sanat yoluyla nasıl bakabileceğimiz. Avrupa avantgardı, fütürizm mesela Edirne’de, İskenderiye’de ve Suriye’de doğmuş. O fay kırıklarının tamiri sanat yoluyla nasıl yapılabilir? Sanatın buralarda yol göstericilik yapabileceğine inanırım. Tam da bu yüzden İKSV’nin 2015’te Sarkis’i seçmesi, onun da beni küratör olarak yanına alması çok güzel bir açılımdı. Ve hatta biz aynı bakışla kitapçık üzerinden yaşanan sıkıntıyı da dönüştürdük. O süreci yönetirken Sarkis’in yol göstericiliği benim için çok önemli oldu.
"O kelime Rakel Dink'in, üzerinde laf söylemek bize düşmezdi"
- Yani aslında iş daha büyük bir krize dönüşmeden çözülmüş bir biçimde. Sarkis eserinin metnini yazmak için davet ettiği Rakel Dink’in yazısının sansürlenmesi talebine -kitapçık dağıtımın engellenmesinin anlamı budur- çok sert tepki gösterip Bienal’den çekilebilirdi de değil mi?
Anlattığım gibi İKSV’nin öyle bir senede yaptığı açılımı önemsedik ve güzel bir ekiple çok iyi çalıştık. İKSV’den son gün gelen haber üzerine yaşadığımız sıkıntıyı da biz yine kendimiz dönüştürdük. Olayı basına vermedik. İKSV’yi koruduk. Bir de şu var; sıkıntıyı yaratan kelimeyi biz kullanmadık. Kullanan öldürülmüş bir gazetecinin eşi; Rakel Dink. Acıların tarifiyle ilgili bir metin kaleme alıyor, acılar içinde ölmüş İsa’dan bahsediyor. Acıları nasıl tarif ettiğine ilişkin sansüre dolayısıyla biz ortak olmadık. O kelimeyi niye kullandığının Rakel Dink’e sorulması lazım. Elbette sebebini de biliyoruz ama bunun üzerine laf söylemek bize düşmez. Hele de o kelimeyi onun metninden çıkartmak bize hiç düşmezdi. İKSV’yi koruyarak süreci yönetmemize rağmen bugün konunun “Respiro nedeniyle Defne sakıncalı küratör” noktasına nasıl geldiğini anlamakta güçlük çekiyorum.
"Aramızda bir ihtilaf olsaydı İKSV beni baştan davet etmezdi herhalde"
- Bu anlattığınız hikâye içerisindeki kronolojiye bakınca insan şunu da anlamakta zorlanıyor. Respiro meselesi 2015’te yaşanmış. Olaydan sekiz sonra yani bu sene İKSV size seneye 2024 İstanbul Bienali’ni yapacak dört küratör adayından biri olarak öneri hazırlamanız için davet yapıyor Danışma Kurulu’nun önerisiyle. Nasıl işliyor süreç?
Epey yazıldı, çizildi ama benim anladığım Danışma Kurulu üyeleri ikişer tane aday söylüyorlar. Demek ki on farklı küratör ismi ortaya sürülmüş ve birlikte bunlardan dördünü seçmişler. Sonra da onlardan birini seçmek için dördüne yazarak öneri istediler. İKSV bu süreçlerin hepsinde var. Yani kurumla aramızda bir ihtilaf olsaydı bana baştan neden davet gelsin? Bir kere onu anlayamadım. Bana önerimi hazırlayıp sunmak için davet gönderildiğine göre bir sakınca yok o sırada. Sonradan ne oluyor da riskli oluveriyorum birden? Demek ki Danışma Kurulu’nun ötesinde birtakım gelişmeler oluyor ve bir yerlerden kriter belirleniyor. Ve bana İKSV’den bir eposta geliyor. “Bizim küratöryel kriterlerimize uymuyorsunuz” deniyor.
"O zaman kurul niye var?"
- Kimden geldi o eposta?
İstanbul Bienali Direktörü’nün kendisinden gelmedi. Ekipten başka birinden geldi. İngilizce bir mesajdı ve hazırladığım öneri için de sembolik bir ödeme yaptılar. Bütün bunlar olurken seçim arifesindeyiz. Ocak-şubat aylarındayız yani. İstanbul Modern’in açılışının arifesindeyiz. Bana “Bizim küratör kriterlerimize uymuyorsunuz” şeklindeki e-posta gelince ben kriterler, jüri ve yorumları konusunda daha fazla bilgi almak istediğimi söylüyorum. Bunun üzerine bir telefon görüşmemiz oluyor. “Zamanı değildi” deniyor sadece. Başka bir küratör ile çalışma kararı alındığı anlatılıyor. Benim için orada dosya kapanıyor.
Fakat anladığıma göre Danışma Kurulu, davet gönderdikleri dört küratörün önerilerini değerlendirip 2024 İstanbul Bienali için benim yazdığım öneriyi seçiyor. Fakat orada bir şey oluyor. Orayı ben çözemiyorum.
Burada sorun Danışma Kurulu'nun işlevsizleştirilmesinde. Esas sorun burada. Sorun ayrıca benim tercih edilmemem değil, Danışma Kurulu'nun ne şekilde kullanıldığı. Danışma Kurulu anladığım kadarıyla bir seçici kurul gibi çalıştırılıyor, fakat seçme hakkı yok. Danışma Kurulu aday belirliyor, önerileri değerlendiriyor, yani tüm işi yapıyor ama demokratik karar sürecinde yok. Kurul üyelerini hem bir seçim sürecine sokuyorlar hem “son söz sizin değildir, sizler seçemezsiniz”e getiriyorlar. Dolayısıyla fonksiyonları yok gibi. Ancak her seçilen küratör açıklandığında ise Danışma Kurulu üyelerinin ismini kullanıp “seçim süreci bu kişilerin profesyonel görüşüyle seçildi” demek için kullanıyorlar. Bu sefer böyle gelişememiş. Ayrıca Danışma Kurulu’na danışıyor gibi yapıp, seçiyormuşcasına yapmak ve neticesinde kimseye danışmadan İKSV’nin işlerini halletmesi….O zaman kurul niye?
"Boğaz'daki yunuslarla, Osmanlı'nın güvercinleriyle simülasyonlar hayal etmiştim"
- 2024 İstanbul Bienali için nasıl bir çerçeve önermiştiniz?
Benim sunduğum bir hayaldi. Bu yapay zekâ döneminde, yıldırma operasyonlarının aktif olduğu dönemde, insan siyaset dilinin tükendiği bu dönemde, yeni diller nasıl geliştirebiliriz? O dilleri geliştirirken nasıl doğanın diğer unsurlarıyla, canlılarıyla bir diyaloğa girip onlarla nasıl bir işbirliğine girebiliriz? Hem kendimiz hem başkaları için eşitlik arayışımızda doğadaki karşılıklı yardımlardan neler öğrenebiliriz? Hayvanların ve insanların rekabete dayanmayan varoluş epijenetiğinden ilhamlı LARP tarzı simülasyonlar, zekâ oyunları, canlandırmalarla çalışmaktı amacim. Osmanlı’nın güvercinleri, Boğaz’da yunus okumaları, okyanus ısınmalarına dayanıklı denizanaları karakterleri üzerinden birbiriyle kesişen yeni, aktif tarihler üretmek idi amacım.
- Sakıncalı bulunacak bir öneri gibi de durmuyor yazdığınız çerçeve.
Bunda bir sakınca olmadığı gibi Respiro’nun bir sakınca olarak öne sürülmesi de doğru bir bahane değil. Anlattığım gibi biz o dönemde yaşanan sıkıntıyı çok güzel kapadık. Hem eğer üzerimde bir şaibe vardıysa, bir kuşku vardıysa neden beni öneri vermem, yazmam icin davet ettiler? Çok düşündüm bunun üzerine.
"Iwona Blazwick de bana oy vermiş, sonra görevi kabul etmesi şaşırttı; neyin altına girdi o da belli değil"
- Bu ülkede bir şeyi ya da bir kişiyi sakıncalı ilan etme motivasyonlarına çoğu kez anlamlı bir gerekçe gerekmiyor. İKSV yönetiminin tam da bu yüzden “ne olur ne olmaz başımız ağrımasın” mantığıyla itiraz ettiği anlaşılıyor. Ama sorun bununla sınırlı değil, çıkış formülü olarak tercih ettikleri adım çok daha tartışmalı; Danışma Kurulu üyesi bir isim, yani küratör seçmekle görevli kurulun bir üyesi küratör seçiliyor. Yani nihayetinde seçici kurulun üyesi kendisini mi seçmiş oldu?
Bu süreçte Danışma Kurulu’nun üç üyesi istifa ediyor. Demek ki bu üç üye seçim sürecinde bir usulsüzlük durumu söz konusu olduğunu düşünüyor. Danışma Kurulu ne yapmış, nasıl çalıştırılmış ve sonunda neden devre dışı bırakılmışlar? Bu noktalarda bir şeffaflık yok.
- Iwona Blazwick’in bu teklifi kabul etmesine şaşırdınız mı?
Şaşırttı, sonuçta bana oy vermiş o da. Ama kendisi nasıl koşullara kurban gitti, neyin altına girmek zorunda kaldı o da belli değil.
- Bu arada “sakıncalı” sıfatı nereden çıktı?
Bilmiyorum. Sakıncalı bulunduğumu nereden biliyoruz? Kimse bana resmen “riskli” veya “sakıncalı” olduğumu söylemedi.
- Anladığım kadarıyla bu Danışma Kurulu içinden yabancı gazetecilere verilen bir kulis bilgisi...
Olabilir. Ama mesele bu değil, soru şu; ben riskli bir isim isem neden öneride bulunmam için davet edildim? Ben sakıncalı olsaydım bana davet gelmezdi diye düşünüyorum. Yani davet etmezlerdi.
- Yalnız İKSV’nin açıklamasında şu nokta var; “Danışma Kurulu’nun önerileri bağlayıcı değildir. Nihai karar bizimdir.”
Bunu söyleyerek aslında İKSV, Danışma kurullarında yıllarca görev almış bütün isimlere büyük bir saygısızlık yapıyor. Bu açıklamayla onların katkılarının hiçbir şekilde değerli sayılmadığı söylenmiş oluyor aslında. Danışma Kurulu’nun tercihlerine saygı duyulmadığı ortaya çıkınca üç üye istifa ediyor işte.
"Sorun mekanizmalardaki kireçlenme"
- Beş üyenin üçü istifa ediyor ama kurul lağvedilmiyor, öyle mi?
Oradaki bürokratik detayları bilemiyorum tam olarak, İKSV’ye sormalısınız. Ama İKSV’nin şu ana kadar verdiği cevaplar beni açıkçası tatmin etmedi. “Titizlikle seçim yaptık” dediler. Ben bu “titizlik” kelimesine takıldım. Özür dilemek veya şeffaf bir diyalog içine girmek yerine “titizlik” kelimesini seçtiler. Yani şu ana kadar titizlikle çalışılmamış mı?
Bakın burada sorun, mekanizmalardaki kireçlenme sorunu. Hepimiz İKSV’nin daha iyi çalışmasını istiyoruz, daha iyi çalışılabilir. İKSV kendini yenilemeyen bir kurum olursa, eleştiriye kapalı bir kurum olursa bunun kimseye faydası yok. “Nihai kararı biz veririz” gibi bastırıcı bir rol İKSV’den beklediğimiz şey değil. Konu ben değilim burada. Konu İKSV’nin kendini doğru biçimde yenileyebilmesi. Ancak gerçek o ki, şu anda herkesin, konuşan, konuşmayan herkesin tek ortak amacı daha iyi çalışan bir vakıf. Bir de devlet ve sponsorlar ile yürütülen ince ayarlar, dengeler niye kültür- sanat camiasına uygulanmıyor?
Bir de tüm tarihler yeniden yazılacak iken 50 yıllık tarihi olan İKSV’nin geçmişine de bakmalı. İKSV’yi kuranlar apolitik olma konusunda ısrarcı ama apolitiklik nerede başlıyor, nerede bitiyor vakıf için?
"İKSV apolitik DNA'sını koruyabildi mi, siyasetle ilişkiye girdi mi; bunlara bakmak lazım..."
- Burada apolitik olmaktan kastınız nedir?
Şimdi bir kere 21. yüzyılda bizim apolitik olma lüksümüz yok. Şu kahveyi nasıl bir bardakta içtiğimizden kullandığımız telefona kadar. Telefonumuzun içi ABD Savunma Bakanlığı’nın DARPA için ürettiği çiplerle dolu. Suyumuzun nereden geldiği de politik bir mesele. Dünya, Soğuk Savaş rönesansı yaşasa da İKSV’nin kurulduğu yıllardan çok bambaşka bir yerdeyiz. Günümüzün kutuplaşma ikliminde kompleks, asimetrik güçlerle karşı karşıyayız. O kompleks güçler arasında sanatçılarla nasıl çalışabiliriz ve yeni diller yeni mekanizmalar nasıl bulabiliriz… Derdimiz bu. Bunu yaparken İKSV’nin apolitik DNA’sı da form almak zorunda. Ve bence almaya da zaten yıllar önce başlamış nitekim.
- Şunu mu demek istiyorsunuz; İKSV günlük siyasetin ve hükümetin müdahalesinin dışında tutulabilmeli. Doğru mu anlıyorum?
Vakfın fi tarihteki müze fonksiyonu için mesela mekânlar öneriliyor. Ama kurucu kişi, herhangi bir belediyenin bir çağdaş sanat müzesi kurmanın bir yerinde olmaması gerektiğine inandığı için bunu istemiyor. O günden bugüne neyin değiştiğine bakmak lazım. O dengeler nasıl korundu ya da korunabildi mi? Ya da siyasetle ne kadar ilişkiye girildi? Bunun da bir araştırılması, bir sorgulanması gerekir. Birtakım deformasyonların olduğunu da görüyoruz.
Her kültür-sanat platformu öyle veya böyle birtakım tarihi koşullar içinde içinde evriliyor. Her bienalin, her platformun, içinde bulunduğu koşullar içinde ince ince inşa edilmesi gerekiyor. Ben mesela Çin’de, Şangay’da hem bienal ile hem belediyelerle çalıştım. Belediyelerle çalışırken de müthiş bir sansür polisi ekolojisinin içine düştüm ve oradaki müzakerelerin parçası oldum. Bunu hem gözlemci olarak hem katılımcı olarak deneyimledim. Çalıştığım başka bir yer; Kore’deki Gwangju Bienali. 1980’lerde kendi devletinin şiddetine maruz kalmış bir şehir. O şehirde bir bienal kuruluyor ve o bienale devlet tarafından öldürülenlerin ansına bir anıt gibi bir sunum koyuluyor iki senede bir. Bu anıtın politik fonksiyonu var. Yani bienal hem devletin kullandığı bir platform hem de bu katliamda öldürülen insanların ailelerinin hak arayışına devam ettiği bir platform. Bu projeyi Natasha Ginwala ile pandemi sırasında üstlendim ve bienalin fonksiyonunun ne olması gerektiğine kafa yorarken halkın geçmişiyle barışma pratiğine nasıl cevap arayabiliriz diye baktım. Tabii burada çalıştığımız sanatçılar önemli. Bu sanatçıların ideolojik olması da konu değil, sanatçıların nasıl perspektifler açtığı önemli. Mesela çalıştığımız Gala Porras-Kim adlı sanatçı müze koleksiyonlarında bulunan sahipsiz insan kemiklerini müzecilik anlayışı içinde irdeledi. Bu kemikler nereden gelmiştir? Bu kemikler niye sahipsizdir? Sahipsiz ise müzelerin sahip olma hakkı var mıdır? Bu kemikler gerçekten bu müzede olmak istiyorlar mı, yoksa çıkabilirler mi? Dışarı çıkma hakları var mı? Eğer çıkmak istiyorlarsa bunu avukatlarla mı yapacağız yoksa ruhani yollarla mı yapacağız?
Dolayısıyla biz illaki siyasetin gözüne parmağımızla dokunmak, hani bir şeyin sinirine dokunmak zorunda değiliz. Şu andaki kompleks süreçlerde sanatçılara mekân açmak, sanatçılara kas verme için yöntemler bulmak zorundayız. Benim şu anda en önemsediğim tabii teatral LARP, yeniden canlandırma formları. Simülasyon üzerinden nasıl canlandırma yapabiliriz? Performatif işlerle nasıl üst akıla ulaşabiliriz? Yeni akıllara ulaşılabilir mi? Sanatçılara mekân açmak için içinde olduğumuz bu arayışlara paralel olarak da üretim süreçlerinin şeffaf ve dürüst bir diyalog içinde yürütülmesi önemli olan. Tabii ki her ülkenin koşulu ayrı ve bu süreçler her ülkede başka şekilde yönünü bulacaktır.
- İKSV’nin başladığı yer ile geldiği yer arasında duruş ve prensipler açısından bir makas olduğunu düşünüyorsunuz. Doğru mu anladım?
Evet, makas olduğunu görüyoruz ve bu makasın tarihçesinin yapılması lazım. Yani bu bir araştırma konusu olabilir. Bu apolitik olma ve politik olma arasında bir risk değerlendirmesi yapıyorlarsa, kendilerinin de buna bir bakmaları lazım. Sonuçta 50 yıldır gayet güzel, kendini geliştirmiş, hepimize katkısı olmuş ama yeniliğe de açık olabilmesi gereken bir kuruluş. Dolayısıyla o yenilik arayışı içindeyken o tarihe de bir bakmak lazım. Bu dönemde nasıl apolitik kalınır, apolitik kalmanın yolları nedir? Kurulduğu zaman şimdiki gibi bazı tavizler verilmiş mi?
"İKSV bugün defansta, kaygılarla harekette bulunuyor"
- Bugün artık Türkiye'deki siyasi dengelerin, siyaset-sermaye ilişkilerinin İKSV’ye yansıdığını ve İKSV’nin de hükümete göre pozisyon aldığını mı düşünüyorsunuz?
Defansta olduklarını da görüyorum. Kaygılarına göre hareketlerde bulunduklarını da görüyorum.
"Angajman platformu yerine antidepresan fonksiyonu uygun görüldü sanki"
-“Defansta olduklarını görüyorum” tam ne demek? Şu mudur mesela; hükümetten tepki gelmesin diye ya da hükümet ile ilişkiler kötüleşmesin diye sanatçıya ya da küratöre ya da bienalin kendisine sansürü göze almak mıdır?
Aynen. Bienalin aslında bir angajman platformu olması ihtimali varken birdenbire daha antidepresan fonksiyonu uygun görüldü sanki.
- Antidepresan fonksiyon… Bunu da açmanızı rica edeceğim.
Sonuçta herkes bunalımda, herkes bir çözüm bulmaya çalışıyor. Oysa bienal dediğin platform kesinlikle bir lokal anestezi, bir sedasyon tekniği olmamalı. Bienal dediğin senin düşünce sistemleriyle devamlı angaje bir şekilde ilerlemeni sağlayacak bir platform olmalı. Bienal bunun için sanatçılara mekân açmalı. Benim için bienalin fonksiyonu ne lokal anestezi ne antidepresan. Benim için önemli olan ne kadar angaje olabildiğimiz. Nihai soru belki de, bienalin fonksiyonu ne olmalı?
Eğer politik kaygılar varsa ve riskler bu yüzden bertaraf edilmeye çalışılıyorsa aslında kendilerine bir ayna tutulması lazım. O çizgiler, o korumalar, o durumlar, o ince değerler, o ilişkiler nedir? Orada ne kadar taviz verilmiş? Bunlara bakarken bizimle, yani kültür camiasıyla ve tabii ki kamuoyuyla da medyayla da halka ilişkiler prizmasının ötesinde diyalog içinde olmaları lazım. Dürüst ve şeffaf ilişkiler içinde olmaları lazım. Mesela benim olayımda şu ana kadarki açıklamaların hiçbiri tatmin etmedi.
- Sanıyorum bu tartışmayı analiz etmeye çalışırken en çok da devletin kültür alanına mukayyet olma çabasına dikkatle bakmak gerekiyor. Devlet derken sadece bizim devleti kastetmiyorum. Her devletin bu konuda az ya da çok… Ama bir çabası var.
Evet bu sizin de üzerine kafa yorduğunuz, çalışma yaptığınız bir alan. Sonuçta biz bugün İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Almanya’da değiliz, Sovyetler Birliği’nde de değiliz. Bugün 20. yüzyıldaki çağdışı, geri pratiklerden esinlenerek iş yapamayız. Bir güncel sanat kurumu için bugün en önemli şey kendi camiası ile diyalog içinde çalışıyor olması.
Şu sıralar beni en çok heyecanlandıran şey; İstanbul’dan yerel sanatçıların, küratörlerimizin kültür kurumlarıyla diyalog için bir inisiyatif kurma çabası içinde olması. Bu inisiyatifin bağımsız olması çok önemli. Bu tür bir inisiyatifin nasıl köprüler kurabileceğine ilişkin ilk soruyu soran küratörler Merve Elveren, Sarp Uzer, Duygu Demir ve sanatçılar Banu Cenetoğlu, Köken Ergun…. Akademisyen Osman Erden’in ve Banu Karaca’nın el verdiği platformlar. Bağımsız bir örgütlenme ve diyaloglarla birtakım soruların sorulabileceği ve elbette cevaplanabileceği bir ortamda da olmak açıkçası isterim. Bu alanda sadece İKSV yok, bir sürü başka kurum, kuruluş ve vakıf var. Bunların arasında da ilişkilerin olabilmesi, kollektif çalışmaların olabilmesi lazım. Sonuçta sanat, kültür platformu sadece bir kurumun himayesinde değil. Onların arasındaki diyalog da çok önemli.
Kurumlar ayrıca canlıdır, buzdolabı değil. Guggenheim Müzesi, MOMA gibi kurumlar da kendini onarmaya, açmaya çalışıyor dünyada.
"Rusya'daki Surkov modeli: Çağdaş sanatın devlet tarafından araçsallaştırılma örneği"
- Gelinen nokta şöyle yorumlanabilir mi; İKSV hükümetten gelen ya da gelebilecek tepkilerin ışığında hareket ettiği için artık sanat camiası küçük sanatçı kolektifleri arayışında mı? Bu arayışlar elbette hep vardı da son gelişmeler nedeniyle hızlandı mı?
Evet, bu önemli bir tartışma, kalbinde de sanat kurumlarının hesap verebilirliği var. Şeffaflaşma süreçlerini çalışan küçük inisiyatifler var. Bu süreçte daha önce bastırılmış olanların ya da yeni çıkanların seslerinin duyulur kılınması önemli. Demin size söylemek istediğim, hem özel sermaye-devlet ilişkilerindeki kültür teması hem de kültür-devlet ilişkilerinin tarihi.
21. yüzyılda sanatı bir devlet projesi mantığıyla konumlandıran ülkeler var; Putin’in Rusya’sı gibi. Putinizmin kurucularından olan tiyatro direktörü Vladislav Surkov’a bakın.
Monarşi amaçlı oligarşik sistemde demokrasi illüzyonu kurma yolunda, modern çağdaş sanatın kullanımına dair epey beyanları vardır. Çağdaş sanatın ve çağdaş sanat mekânlarının devletin politikası içinde nasıl konuşlandırılabileceğine dair fikirleri var. Bundan niye bahsediyorum? Yani burada, Türkiye'deki kurumların da dikkat etmesi gereken birtakım şeyler var. Demokrasi illüzyonundan kastımız nedir? Mesela Rusya'ya baktığımız zaman bir demokrasi illüzyonu yaratılıyor. O demokrasi illüzyonu içinde her şey aslında Kremlin duvarlarının arkasında planlanıyor. Muhalefetin nasıl olacağına da medya düzenin nasıl devam edeceğine de orası karar veriyor.
Dünyaya bakacaksak, Amerika’nin 1950’lerine de bakmalı. Jackson Pollock’lı sergilerin ya da Robert Rauschenberg’in ROI’sinin Asya’ya pazarlanmasına verilen destekler. Ya da 70'lerde Nixon’un ping pong diplomasisi parçası olan sergilere bakalım. Sovyetler Birliği’nin hem Afrika’da hem Orta Doğu’da kendine nüfuz alanları açtığına. Bunun araştırması çok güzel biçimde Rasha Salti ve Koyo Kouoh tarafından yapıldı. Çin'e bakıyorsunuz kültüre sahip çıkış belli donemlerde ordu inisiyatifleri üzerinden oluyor, tamamen ordunun himayesinde gelişen bir şey, sonra 80’lerde dışarıya açılma ile birlikte Sartre kitaplarıyla kolektif arayışlar başlıyor. Her ülkenin kendi dinamiği var, karşılaştırmalı çalışmalar yapılmalı.
- Türkiye sizce bu tür bir modele mi yakınlaşıyor? Rusya’daki Surkov etkisini anlatmanızın sebebi bu mu?
Dikkat edilmesi gereken bir konu, onu diyorum. Kültür ve güncel sanatın ne kadar araçsallaştığı konusunda da bir diyalog var mı? Rusya bunu yapıyor mu? Yapıyor. Orada bütün süreci gördüm. Güncel sanatın, çağdaş sanatın nasıl kullanılmaya açık olduğunu da gördüm. Bunun otoriter yapının propagandası için kullanılmaya çok açık bir alan olduğunu da olduğunu da gördüm. Dolayısıyla zaten dikkat edilen konular bunlar. Bu sadece tabii çağdaş sanatı kullanarak değil, aynı zamanda medyayı da kısıtlamakla ilerliyordu Rusya. Bu da zaten Moskova'da gördüğümüz bir şeydi Ukrayna savaşı öncesinde. Şimdiyi bilemiyorum.
- Ankara ile Moskova’nın bugüne kadarki performansına bakınca evet Surkov ekolü çağdaş sanat alanına son derece müdahil ama sanki Beştepe şu ana kadar daha ziyade popüler kültür alanına müdahaleyle meşguldü. Şimdi sıra çağdaş sanat alanındaki dili dönüştürmeye mi geldi, bunu mu anlamalıyız?
Ben bunu bilemem. Bu, 20. yüzyıla geri dönmek olur. Bu, 20. yüzyılın, işte 1940’ların Almanyası’na dönmek olur. Kimse burada değil. Herkesin tek istediği bazı hataların tekrarlanmaması o kadar.
"Türkiye'nin bugün gittiği yol geçmişi mumla aratabilir,
yeni müzelerdeki devlet anlatısına bakmak lazım
- Sizce AKP hükümetinden gelebilecek baskı, müdahale ve etkileri yönetebilen bir kurum olabilir mi İKSV?
Bu sorunun muhatabı ben değilim.
Çin’li sanatçı Ai Weiwei örneğine bakarsanız, yani bu şu andaki yönetimden önceki bir rejimin olduğu zamanda Çin algısını sarsabilecek derecede etkisi olan bir sanatçıydı. Yani kendisinin öyle bir sanatçı olabilmesinin de sebepleri var. Kendisi de sonuçta Kültür Devrimi'nde, Uygur Özerk Bölgesi’nde çalışma kamplarında büyümüş. Çin'i neredeyse bir heykel malzemesi, kil gibi kullandı. Çin'in iç dinamikleri ile oynayabilen bir sanatçı iken şimdi kendisi bile o Çin'i eminim mumla arıyordur. Yani şu anda dünyanın gittiği, Çin'in, Rusya'nın ve belki de Türkiye’nin de gittiği yol bundan önceki zamanları mumla aratacak bir durum olabilir. Türkiye’de açılan yeni müzelere bakmak lazım tabii, devlet politikalarının kültür alanında ne şekilde kullanıldığı konusunda. Devlet müzeleri nasıl bir anlatı kullanıyor mesela.
- Sanatın bu tür dönemlerden çıkış yolları ne olabilir?
Konumuz zaten yaratıcılığı korumak olmalı, sanat nasıl yaşamaya devam edebilir? Bizim beraber evrileceğimiz, düşünce sistemlerine açık olacak sanatçılarla çalışmak tek çaremiz. Bienalin çekincesiz bir angajman içinde yapılması, şeffaflık ve diyalog içinde gerçekleşmesi. Benimle olur, başkasıyla olur… Bu önemli değil.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |