“İnsan, haklarıyla insandır” sözünün toplumun zihin kodlarında epey aşındığı süreçlerden geçiyoruz. Siyasetçiler, insan hakları savunucuları, hukukçular, gazeteciler, iş insanları, şirket yöneticileri, sokakta röportaj veren yurttaş gözaltına alındığında toplum artık şaşırmıyor. Çünkü hukuki öngörülebilirlik ciddi zedelenmiş durumda. Ceza hukukçusu Prof. Adem Sözüer’in Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşide dediği gibi “Olan kanun değil, olmayan kanun uygulanıyor.”
İstanbul Barosu’nun başına gelenler de bu tablodan bağımsız değil. İnsan hakları teorisinin, hukukunun, felsefesinin Türkiye’deki en önemli isimlerinden, Barış Akademisyeni, bir dönem TBMM’de de kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilenlerin haklarını savunan İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu ve Baro yönetimi hem hukuk hem de ceza davasıyla karşı karşıya.
Kaboğlu ile yönetim kurulu üyelerinin görevlerine son verilmesi, yeni baro başkanı ile yönetim kurulu üyelerinin seçilmesi talepli davanameyle İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açıldı. 4 Mart’ta Çağlayan Adliyesi’nde bu dava görülecek.
Türkiye öyle bir zamandan geçiyor ki, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Kürt-Türk kardeşliği” dediği yeni süreci aktif olarak yürüten İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder’in Abdullah Öcalan’ın tarihi çağrısının okunduğu gün “Bu barışta sizin de payınız var” dediği Barış Akademisyenleri'ne şükranlarını sunarken, Barış Akademisyeni İbrahim Kaboğlu bir kez daha yargılanıyor.
Kaboğlu ile, hem "Ankara, İmralı'yı sürekli davet ediyor; İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil" sözleriyle dikkat çektiği çelişkili süreci hem de İstanbul Barosu’nun neden hedef alındığını konuştuk.
Söz Kaboğlu’nda…
“Barış Akademisyenleri özgürlüksüzlük, eşitsizlik, adaletsizlik sarmalında debelenirken, diğerleri ise ömür boyu kendilerini sorumsuzlukla büyüttüler”
- İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan’ın açıklaması öncesinde Barış Akademisyenleri’ni de andı ve “Aydınlar, sanatçılar ama en çok da Barış Akademisyenleri... Aşından, işinden edilen bilim emekçileri bu barışta sizin payınız yadsınamaz. Ebedi teşekkürlerimizi, şükranlarımızı kabul etmenizi diliyoruz” dedi. Ne diyeceksiniz? Zira sizler de çok şey yaşadınız…
Barış Akademisyenleri’nin maruz kaldığı hukuksuzluk aslında her geçen zaman derinleşiyor, yaygınlaşıyor ve kangrenleşiyor. Barış Akademisyenleri özgürlüklerinden edildiler, ayrımcılığa tabi tutuldular, adaletsizlik mağduru oldular. Üniversiteden uzaklaştırılan 415 Barış Akademisyeninin yaşadığı hukuksuzluk sarmalı derinleşti. Barış Akademisyenleri içerisinde büyük çoğunluğunun dosyası OHAL Komisyonu tarafından reddedildi. Mahkemelere beş yıl sonra başvurulmaya başlandı. Onların bir kısmı mahkeme tarafından reddedildi. Kazananlar ise ilgili üniversiteler tarafından istinaf yoluna gidilerek onlar da süründürülmeye başlandı ve devam ediyor. Şimdi bu yara dediğim gibi derin bir yara.
Buna karşın Kanun Hükmünde Kararname failleri, yani Barış Akademisyenlerini mağdur eden kişiler, aktörler, kendileri için aynı dönem beş yasa çıkardılar. 2016’daki OHAL döneminde karar alan, kararları uygulayanlar siyasal, cezai, idari, mali ve hukuki sorumsuzluk zırhına kavuşturdular kendilerini.
Bir yanda Barış Akademisyenleri özgürlüksüzlük, eşitsizlik, adaletsizlik sarmalında debelenirken, diğerleri ise ömür boyu kendilerini sorumsuzlukla büyüttüler. Bu antagonizma, bu çelişki, bu büyük tezat mutlaka dillendirilmeli. Sayın Önder sağ olsun her zaman o duyarlılığını dile getirmiştir. Ama bu yönünü de mutlaka dile getirmek gerekir.
Ben de 7 Şubat 2017’de, 686 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname mağduruyum. O dönem AKP'li birçok kurmay beni aradı. Mustafa Şentop’tan Ahmet İyimaya’ya kadar.
- Sizi aradıklarında ne dediler ?
“Sizden terörist olmaz, bu nasıl olur, bu kadarı haksızlık” dediler. O dönem Cemil Çicek’e şunu söylemiştim. Birini kurşunlarsanız öldürürsünüz dedim. Yetmez boynuna bir ip takarsınız, cesedi süründürürsünüz yerde, hızınızı alamazsınız ve süründürdüğünüz cesedi arkadan tekmelersiniz. Bu yapılanlar bunu andırıyor dedim. Hiçbir şey diyemedi. Haklısınız der gibi…
Gencecik meslektaşlarımın hayatları karartıldı aileleriyle birlikte. Bu bakımdan bu dünya tarihinde de bir ilktir. TBMM kürsüsünde bir seferinde 5 bin 500 akademisyenin atıldığını, yargısız infaza tabi tutulduğunu belirterek atılan bu kadar akademisyenden 20 Şırnak Üniversitesi’nin kurulabileceğini söylemiştim.
“Ankara 3 aydır İmralı'yı sürekli davet ediyor Ankara'ya, İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil”
- Adı konulamayan ama barışa da kapı aralayabilir diye ümit edilen bir süreç var. Bedel ödeyen bir akademisyen olarak nasıl hissediyorsunuz?
15 Temmuz olunca bir anda, haliyle o iktidar içi hizip savaşının ortağından binlerce, on binlerce kişi ihraç edildi. Fakat onlar üzerinden, başından beri cemaatleri eleştiren benim gibiler hukuksuz bir biçimde yakıldı. Ben o dönem AKP'nin OHAL Komisyonu’nu gaz odası olarak nitelendirmiştim. Demokrat olan, geçmişinden emin olan, saydam olan kesimlere yüklenmeye başladılar. Meclis'te, bana bölücü falan diyenler, Barış Akademisyenlerini aşağılayıcı konuşmalar falan vekiller oldu MHP'den, AKP'den…
Bahçeli o dönem Anayasa Mahkemesi’ne HDP’yi kapatmazsan ben seni kapatırım demişti. Sayın Bahçeli’nin bugün konuşsun dediği kişi hükümlü ve herkesin terörist dediği örgütün başında olan kişi. Bunu öğrenince Selahattin Demirtaş'ın cezaevinde ne işi var, çıkmalı, mahkeme kararı var, derin çelişki var demiştim.
22 Ekim’den bu yana yaşadığımız derin çelişkiler ve rasyonalleşme süreci yaşanmadığı sürece bunları yorumlamak zor. Ankara’nın İmralı-Öcalan, Edirne-Demirtaş arasındaki antagonizması değil sadece, Ankara ile İstanbul uygulaması arasında… Ankara üç aydır İmralı'yı sürekli davet ediyor Ankara'ya. İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil.
- Bütün bu çelişkilere rağmen bedel ödeyen bir insan olarak "Durumun buraya gelmesinde tuzum varsa ne mutlu bana" diyebiliyor musunuz?
Ben hep hukuku savundum, hep barışı savundum. İnsan hakları kuramcısı ve aynı zamanda bunun nasıl uygulanması gerektiğine uzunca bir zamandır kafa yoran bir kişi olarak, eğer bu aşamaya gelinmesinde bir katkım olduysa tabii ki. Bütün bu yorgunluğa, ödenen bedellere rağmen yaptıklarım, yazdıklarım, söylediklerim konusunda hiçbir zaman pişmanlık duymadım.
T24 yazarı Candan Yıldız ve İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu
“İstanbul Barosu’nu kapatırsan yarın Hakkari Barosu kapatılır”
- Baro başkanı olarak siz ve yönetim kurulu “terör propagandası”, “yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” iddialarıyla yargılanacaksınız. 4 Mart'ta da hukuk davanız var. Anayasa hukukçusu olarak Türkiye'nin içinde bulunduğu hukuki atmosferi de düşünürsek o gün ne bekliyorsunuz? Görevden alınma kararı bekliyor musunuz?
Eğer yürürlükteki kurallara bakacak olursak 4 Mart'ta bir şey çıkmaz. Hatta bizim açıklamalarımız karşısında hakimin reddetmesi gerekiyor. Böyle bir dava olmaz. Bu bir kurgudur. Bu kurgusal dava aslında İbrahim Kaboğlu ve İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyelerine yönelik değil, İstanbul Barosu'nun tüzel kişiliğine, kişiliğine yönelen bir davadır. Ben 55 yıllık hukukçuyum. Böyle bir dava yalnızca Türkiye'de değil, dünya genelinde tasavvuru mümkün olmayan bir davadır. Çünkü barolar temelini Anayasa’nın ikinci maddesinden alıyor. Avukatlık Kanunu iki büyük görev veriyor barolara: İnsan haklarını korumak ve hukukun üstünlüğünü savunmak. Şimdi baro hukuku talep eden bir bildiri nedeniyle kapatılacaksa, o zaman burada hukuk aramak boşuna olur.
Türkiye kamuoyu henüz bunun vahametini algılayamadı. İstanbul Barosu’nu kapatırsan yarın Hakkari Barosu kapatılır. Belki bu kadar duruşmaya gerek görmeden kapatırsınız. Bu bakımdan bu dava hemen reddedilmeli.
21 Aralık günü yapılan açıklamada, şiddete çağrı olsaydı, yasaya aykırılığa çağrı olsaydı ya da ırkçılık yapılsaydı, yani insan hakları ortak hukukunun ifade özgürlüğü koruması dışında bıraktığı bir alan olsaydı ya da birilerinin yatak odasıyla ilgilenseydi, özel yaşamını kurcalasaydı, birilerine hakaret etseydi… Yani ifade özgürlüğünün koruma alanı dışında kalan hususlar ki bunlar bellidir, bunlar olmadığı sürece orada yaratılmak istenen kurgu şu kişilerin kimliği nedir, şu kişiler var mı yok mu , şu sıfata sahip mi? Bunlar hukukun sorunu değil. Bakın bizim bildirimiz yalnızca hukuk talep ediyor. Şimdi neyi tartışıyoruz; ölmüş kişiler üzerinden İstanbul adliyeleri, savcılıkları tomar tomar kağıt yazıyorlar ve Türkiye'de terör örgütlerinin hikayesini anlatıyorlar. Oysa bizim hiçbir ilgimiz yok. Bunların çoğunu savcılıkların, mahkemelerin kes yapıştır yöntemiyle oluşturduğu kağıtlardan okuyorum. Bir polis memurunun hazırladığı terör örgütleri temelindeki bir fezleke, bir kurgu. Bu skandal davanın temelini oluşturuyor. O zaman tabii ki yaşamında şiddet sözcüğünü ağzına almak bir yana, adil yargılanma hakkının tem el ilkesi olan ‘silahların eşitliği’ ilkesi kavramında ‘silah’ kelimesi yerine ‘hukuki araçların eşitliği’ diyelim önerisini yapan bir kişi ile terör propagandası arasında bağlantı kurmak ve hele bunun eskiden benim de öğrencim olmuş savcılar tarafından yapılması, gerçekten hukuk diliyle açıklanması mümkün olmayan, akla ziyan dediğimiz bir süreci yansıtıyor.
- Hukuk davasından bir şey çıkmasını beklemiyorsunuz anladığım. Ama çıkarsa ne olacak?
Avukatlık Kanunu'na göre bizim bir ay içerisinde genel kurul toplantısı yapıp seçimli genel kurul yapmamız gerekiyor.
- Birçok avukat grubu "Aday göstermeyeceğiz" diyerek size yapılan hukuksuzluğa karşı çıkmıştı.
Fakat meşrulaştırıcı bir dil kullanmamış olmak için şunu belirteyim. Bir biçimde olmaması gerekir. Salı günkü duruşmada yasa ihlal edildi ve bu karar verildi diyelim. O zaman hemen istinafa gidilir. Dolayısıyla hani başvuru, itiraz, istinaf, temyiz bunlar sonuçlanmadan bir şey olmaz.
“Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmayacaksak bu tür kurumların varlığının bir anlamı yok”
- Kayyım tehlikesi yok değil mi?
Böyle bir şey yok. 15 Ocak'ta bütün bileşenler geldi, yapılanlara ‘hayır’ dediler. Biz yarıştık Kaboğlu ve ekibiyle ve İstanbul Barosu'nun yönetimi 2 yıllığına seçildi, Ekim 2026’da buluşmak üzere dediler. İstanbul Barosu'nun 21 Aralık günü bildirisi bir hukuk talebidir. Görevi, varlık nedeni adalet olan bir kuruluşun görevi hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunmak ise, bir bildiri ile hukuk talebinde bulunamayacaksa, o zaman bu tür kurumların varlığının bir anlamı yok. Avukata ruhsat vermeye indirgenebilecek bir kurum olsa idi zaten o zaman Avukatlık Kanunu’nda derdi ki işte baronun görevi avukatlara ruhsat vermektir, gelen yazışmaları yürütmektir vs. İstanbul Barosu 147 yıllık bir üniversite, dünya genelinde biricik, emsalsiz bir baro. İki imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'da beş anayasayı kucaklıyor. İki kıta üzerinde yetkisini kullanıyor. 67 bin üyesi var. Böyle bir kurumun hırpalanmaya çalışılması akla ziyan bir şeydir.
- İstanbul Barosu sizce neden hedefte? Kendinizle bir ilişki kuruyor musunuz?
Hatırlarsınız 4 yıl önce 7249 sayılı yasa ile ilgili, yani baroları bölmeye yönelik yasa önerisi sırasında çok aktif bir rol oynadım. Komisyon aşamasından itibaren baro başkanlarıyla dayanışmadan Anayasa Mahkemesi’ne başvuruya kadar… Biliniyor ki İbrahim Kaboğlu, baroların parçalanmasına karşı mücadele eden bir milletvekili oldu. Ama yasayı geçirdiler. Fakat amaçlarına ulaşamadılar.
“Suçsuzluk karinesi insan haklarının sert çekirdeğidir”
- Sayıları çok olmadı, o anlamda diyorsunuz herhalde…
Ankara ve İstanbul'u parçalamak istediler ama kendilerinin 4 yılda oluşturabildikleri sayı, benim 4 ayda verdiğim ruhsat sayısı kadar. Amaçlarına ulaşamadılar. Peki ulaşamayınca ne yapacak? İbrahim Kaboğlu’nun yaşamı saydam, hiçbir açığı yok. Anayasayı açıkça ihlal eden yargı mensuplarını teşhir edeceğim diyen bir kişi. Baro bünyesinde “İhlalleri İzleme Merkezi” kuruyorum. Genel Kurul kampanya döneminden beri dillendirmeye başlayan bir kişi ve bu anayasayı açıkça ihlal eden hakim ve yargı mensupları avukat olamazlar görüşünü açıkça dillendiren bir kişi… İstanbul Barosu’nu eğer bu doğrultuda işlevsel kılabilirsek, hukuk devletine dönüş yönünde dengeleri değiştirebilecek bir potansiyele sahibiz.
Bunun için 39 merkez komisyon oluşumunu seçim yoluyla yaptık. İlk kez bunu yaptık. Katılım dedik, demokratikleşme dedik ve seçimle komisyonlar kurduk. Onlar bilimsel çalışmalarına başladılar. Üniversitelerin yapamadığını yapıyoruz. Hocalar geliyor, tartışıyorlar. Mesela Kartalkaya’daki yanan otel niçin yandı? Kim sorumlu? Bütün bunları bilimsel olarak teorisyenler ve pratisyenler masaya yatırıp konuşuyoruz, tartışıyoruz ve onlarca hukuk fakültesi mezunu burada ruhsat alıyor, göreve başlıyor. Biz diyoruz ki o zaman üniversitelerin yapamadığını biz yapacağız. Demokratik yöntem. Akademiye çevirmek ve Türkiye'de hukuka dönüşe yardım etmek. Üniversite rektörleri seçimle belirlenmiyor. Biz siyaset yapmıyoruz. Biz hukuk grubuyuz. Ama siyasal aktörlerin siyaseti anayasal çerçevede yapmasının da izleyicisiyiz. Demokrasi aktörlerinin demokrasiyi hukuk yoluyla icra etmelerinin izleyicisiyiz. Biz anayasa yapmıyoruz ama anayasaya saygının bekçisiyiz. Biz icabında öneririz de. Tabii ki izleme, gözetleme ve denetleme. Ve bunu İstanbul Barosu yapmayacaksa kim yapacak?
Kişiden hareketle delil yaratamazsınız. İşte şu anda bizim üyemiz olan Fırat Epözdemir'in hapishanede. Yapamazsınız bunu. Suçsuzluk karinesini, suçsuz sayılma hakkını en çok ben dillendirdim ki şu anda İstanbul Barosu bunun mağduru. Suçsuz sayılma hakkı o kadar temel bir haktır ki Türkiye savaş ortamında bile olsa insanları eğer kesinleşmiş mahkeme kararı yoksa suçlu sayamazsınız. İnsan haklarının sert çekirdeğidir bu. Dolayısıyla bunları ihlal ederek siz dava açıyorsanız, dava yürütüyorsanız. Savunmanın en büyük örgütü buna seyirci kalamaz. Bütün bunlar tabii ki Türkiye'de hukuk yerine talimatları, Türkiye'de fikir yerine çeteleri, Türkiye'de yurttaşlık yerine yabancıları kollayan kesimleri rahatsız etmiş olabilir.
“Vahit Bıçak FETÖ’nün adayıydı, 20 yıl sonra hem barodan hem de akademiden atıldı; biz ise yargılandık”
- Siz 2003 yılında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olarak görev yaptınız. O dönem Azınlık Raporu hazırladınız. Bunun için yine yargılandınız, beraat ettiniz. Sonrası malum yine yargılandınız imzaladığınız bildiri nedeniyle. Siz bu sürekliliği nasıl açıklıyorsunuz?
Abdullah Gül o zaman başbakandı. Ertuğrul Yalçınbayır da başbakan yardımcısı. Beni önerdiler. Başkan seçildim. Ama insan haklarına dokununca hayır dediler ve soluğu mahkeme koridorlarında aldık. O dönem FETÖ denilen yapı bana karşı Vahit Bıçak’ı aday gösterdi. Bıçak, Polis Akademisi'nde doçentti o zaman. FETÖ'cülerin desteğini aldı ama ben kazandım. Ben kazandığım için o dönem o makamı bana zehir etmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Vahit Bıçak kim? Akademisyen Ceren Damar’ı öldüren çocuğun avukatı. Hem Polis Akademisi’nden hem de Ankara Barosu’ndan atıldı. Ama ne zaman 20 yıl sonra… Biz insan haklarını ilerletelim derken Türkiye kimlerin elindeydi…
“Cumhuriyet anayasacılığının sonu bu”
- Türkiye’de ortalama bir insan soruşturma nedir, kovuşturma nedir, iddianame nedir öğrenmek durumunda kalıyor. Bu sizce bir ülke için ne söylüyor?
Tarihimizde her zaman inişli çıkışlı dönemler oldu, sıkıntılı dönemler oldu. Türkiye'nin Osmanlı'dan bu yana yaklaşık iki yüz yıllık bir modernleşme, kurumsallaşma, kurallaşma, ondan sonra bir ilerleme, hukukileşme dönemi oldu. Bugün yaşanmakta olan (2017'den bu yana) Cumhuriyet anayasacılığının sonu diyorum. İktidar reddi miras yapıyor. Bütün birikimi reddediyorum diyor. İşte bu reddin uygulamaya geçirilmesidir. 2017’de siyasal egemenliği aldım diyor. Şimdi toplumsal egemenliği nasıl kurarım diyor. Saray ve çevresi ya da Cumhur İttifakı toplumsal egemenlik kurma sınavını veriyor. Başsavcılıklar, hakimler, partiler, kaymakamlar, valiler bu sınavı veriyor. Toplumu yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Ve şunun farkında. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ne kadar tankla topla gidersek gidelim geri kalan yüzde 50’yi, demokrasi isteyen, insan haklarına dayanan laik ve demokratik cumhuriyet yanlısını sindiremiyoruz. Demokratik siyaset alanını ne kadar daraltsak da başaramıyoruz. Demokratik toplumu ne kadar baskılasak da sönümlendiremiyoruz. O zaman artık totalitarizm evresine geçelim ve daha büyük bir terör yaratarak baskılayalım diyor. Acı da olsa bir gerçektir.
- İş insanları, siyasetçiler, gazeteciler, sendikacılar, sokakta konuşanlar, işçiler, öğrenciler, oyuncular, tweet atanlar farklı gerekçelerle gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Bu sözünü ettiğiniz toplumsal egemenlik kurmak için mi?
Türkiye'nin en büyük sorunu siyasal kirlenme, kirletme, hukukun kirletilmesi ve iktisadın kirletilmesi. Burada iş adamı çıkıyor, hayır diyor, sizin gibi değil diyor. Reel ekonomi sizin dediğiniz gibi değil diyor. Siyasetçi çıkıyor hayır diyor, hukukçu çıkıyor, hayır bu değil diyor. Senin yaptığın sözde anayasacılıktır, sahte anayasacılıktır. Gerçek bu değil diyor. Yurttaş çıkıyor, röportaj veriyor. Gerçek budur diyor. Şimdi burada söz konusu olan farklı açılardan da olsa gerçekleri dillendirme özgürlüğü, İfade özgürlüğü… İfade özgürlüğünü toplumsal sorunlarda kullanıyorsa, örneğin bir öğretmen okulunda sıram kırık, hayır diyorsa bu ifade özgürlüğüdür. Ya da RTÜK niçin var? RTÜK iletişim özgürlüğüne yönelik tehditleri bertaraf eden bir kurum. Ama diyor ki gerçekleri söylemeyin. Toplumun moralini bozuyorsunuz diyor. Bu gerçeklerin saklanması, gerçekleri dillendirme özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır.
- Ama siz gerçek olmayan bilgiyi yayıyorsunuz diyorlar ve oradan soruşturma başlatıyorlar, dava açıyorlar.
İşte o, tıpkı bizim örneğimizde olduğu gibi, TÜSİAD'ın örneğinde olduğu gibi, gazeteciler örneğinde olduğu gibi. Ben hiçbir zaman şu uluslararası rapora göre demem. Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin yayımladığı 10 yıllık, 12 yıllık bilançosuna göre en çok ihlal eden hak adil yargılanma hakkı.
İstanbul Barosu’nun yayımladığı barışçıl bir bildiri, hak talep eden bir bildiri, hukuk hakkı talep eden bir bildiri. Kapatılma davası ile karşı karşıya geliyorsa, o zaman burada uluslararası kurumun raporuna ihtiyaç yok.
“Şu anda bir anomali yaşıyoruz”
- Vatandaşla devlet arasındaki aktin temeli hukuk, o da eşit davranmak. Bunun örselendiğini görüyoruz. Vatandaş devletin kendisini koruyup korumadığı konusunda daha tedirgin. Bu ilişki nereye gidiyor sizce?
O ilişki 2017'de koptu, kırıldı. Ne zaman ki olağanüstü ortam ve koşullarda 200 yıllık birikim, hükûmet ilga edildi, parlamenter rejim kaldırıldı, siyasal sorumluluk tasfiye edildi, siyasal karar alma düzenekleri yok edildi. O vakit o sözleşme ortadan kalktı. Şu anda bir anomali yaşıyoruz. Çünkü suç işliyor, hakim karşısına çıkmıyor. Polis suç işliyor, cezasız kalıyor. Bir tür bir kayırma var. Öbür taraf suç işlemiyor ama buna rağmen hapishaneye giriyor. Ve buradaki ayrışma, ayrımcılık, cezasızlık, ötekileştirme toplumsal dokunun örselenmesi anlamına geliyor ve giderek derinleşiyor. Bütün bu ayrıştırmalara rağmen eğer toplumda bir iç savaş olmuyorsa demek ki toplumumuzun dokusu tahminimizden daha fazla güçlü. Bu da umut veriyor.
- Sizce toplum neyle karşı karşıya olduğunun farkında mı?
Zannediyorum haksızlıklar genişledikçe, yaygınlaştıkça, destekleyenler bile ne oluyor demek durumunda kalacak, kalıyor gibime geliyor. Burada sağ-sol ayrımı yapmadan, hukuktan yana olanlar, demokrasiden yana olanlar, bir tür anayasal yurtseverler, eşitlikten yana olanlar, insanlıktan yana olanların bu büyük yıkımı fark edip, onulmaz zararlarını fark edip çözüm yollarını aramaları konusunda daha çok güç birliği yapmaları, daha çok dayanışma halkalarını genişletmeleri gerekir. Gördüğüm eksik bu. Yani bu eksik sürdükçe iktidar yanlıları, Cumhur İttifakı hukuk güvenliğini daha çok ihlal etme cüretini kendinde görüyor. O bakımdan hukuk güvenliğini ihlal etme, derinleştirme ve genişletme cüreti yaygınlaştıkça birleşme, dayanışma cesaretini yaygınlaştırmamız gerekiyor. Şu anda iki taraftaki dengesizlik bu diyebilirim.
“Bu yasa yürürlüğe girerse dezenformasyon yaygınlaşacak dedim, öyle de oldu”
- Dezenformasyon yani sansür yasasının çıktığı dönem AKP’li Mahir Ünal, “5 şart yan yana gelirse ancak bu maddeden dava açılabilir ya da soruşturma açılabilir” demişti. O beş şart da şuydu: Yayılan haber gerçek olmayacak, ülkenin güvenliği ve kamu sağlığıyla ilgili gerçek dışı haber olacak, halk arasında panik, korku, endişe oluşturma kastı taşıyacak, kamu barışını bozmaya elverişli olacak. Ama o 5 madde yan yana gelmese de soruşturma açılıyor. Örneğin TÜSİAD yöneticileri… Bir diğer hukuki kavram da ‘delillerin yeniden kıymetlendirilmesi.’ 12 yıl sonra bir tape yeniden kıymetlendirildi denilerek soruşturmanın, gözaltının gerekçesi olabiliyor. Bu sonsuza kadar yargılanma ihtimali demek değil mi?
O dönem o yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürdük ve reddedildi. Fakat AYM bir kayıt düştü. Zaten bunun uygulanması zor dedi. Savaş hukukunun belli teknik alanlarında uygulanması amacıyla konulmuş olan bir hükmü siz oradan çıkarıyorsunuz, olağan hukuka monte ediyorsunuz. Bu tehlikelidir dedim, çırpındım. Eğer bu yasa yürürlüğe girerse resmi dezenformasyon yaygınlaşacak dedim. Öyle de oldu…
- İletişim Başkanlığı dezenformasyon bülteni yayımlıyor şimdi…
Aslında resmi dezenformasyon bu. İstanbul Başsavcılığı'nın yaptığı da resmi dezenformasyondur.
12 yıl sonra kıymetlendirme olmaz. Adalet yakın olan zamanda gerçekleşir. Eğer gerçekten suç varsa öldürdü, gömdü ve bunun da resmi varsa o zaman tamam. Ama falan kişi konuşmuş, şöyle bir dedikodu olmuş, falan yere gitmiş, cenazeye gitmiş, taziyeye gitmiş. Şimdi biz burada kullanmamız gereken husus, hukukun genel ilkeleri çerçevesinde suç muydu değil miydi buna bakmamız lazım. Yoksa İbrahim Kaboğlu 12 yıl önce falan muhabirle görüşmüş. Bunlar olmaz. Yani o zaman hiç kimse Anayasanın güvence altına aldığı haberleşme özgürlüğünü kullanamaz. Sabahın köründe kimsenin odasına, yatak odasına giremezsiniz ve özel yaşamın gizliliğini ihlal edemezsiniz. Bunu 12 yıl önce de yapamazsınız, 12 yıl sonra da yapamazsınız.
- Siz bugün üniversitede ders verseydiniz öğrencilerinize hangi güncel davaları örnek verirdiniz?
Şimdi üniversitede ders veriyor olsaydım, özellikle Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay kararı ve o karardan sonraki süreci örnek verirdim. Baroda ruhsat verdiğim avukatlara söylüyorum o dönemi iyi öğrenin diye. Ama üniversitede olsaydık ve öğrencileri bu ortamda sıkıntıya sokmamak için biraz daha üstü örtülü anlatırdım. Çünkü anlattıklarımı yazan bir öğrenciyi bugün okuldan atabilirler.