Türkiye’de güçlü olmanın, baş edilemez ve dokunulmaz olmanın bence bir tek yolu var, o da iyi bir eğitimden geçmek. Bu eğitime tarafsız ve bağımsız bir başkaldırı sayılabilecek seviyede kitaplara ulaşmak ve onları okumak da dâhil. Hem kendini hem korunmaya muhtaç olanı koruyabilmenin de yolu bu. İlahi aşkın başka bir şey olduğunu söylemeden önce, insanın boğazıyla uçkuru arasında nefsinin tayin ettiği ruhun kalbi yapısının şaşmaz olmadığını belirtmeliyim. Zira Âdem de dünyaya bir elmayı tatmanın merakıyla geldi ve insanlık da böylece türedi. Herhangi bir temasın olmaması kurulan ilişkilerin bunlardan bağımsız olduğu anlamına gelmez. Günahsa eğer, gözün de elbette kendince günahları var. Mesnevilerde aşk teması, genellikle sembolik, alegorik bir dille işlenir. Bu eserlerde aşkın çeşitli biçimleri, insan ilişkilerinin derinliği ve toplumsal değerlere “karşı çıkışlı” unsurlarla da dikkat çeker. Tasavvuf edebiyatında, beşeriyet üzerinden aşk, ilahi aşkın bir yansıması olarak değerlendirilmiştir hep. Şairler, bu tür ilişkileri derin bir bağlılık ve ruhsal deneyim olarak da tasvir ederler. Rüya, sembolizm ve doğa imgeleriyle zenginleştirilmiş anlatımlar da bu temaların işlenmesine olanaklar sağlar. Tasavvufi yani platonik aşkın insanın güzelliğini deneyimlemeden bir sonraki aşamaya geçme şansı yoktur. Doğrusu birçoklarının geçemeden kaldığı yer de burasıdır. Kişi sevdiğiyle arasına bir başkasını soktuğunda o sevgiden çok da hayır beklememeli zaten. Öyle ki, İbn-i Arabî de şöyle der: “Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi.”
İlk Günah ve Cennetten Kovuluş, Michelangelo
Mevlana’nın eserlerinde örneğin, aşkın cinsiyetle sınırlı olmadığı vurgusunu sıkça görürüz. Burada aşk, evrensel bir olgu olarak ele alınır. Aynı şekilde Hafez gibi diğer klasik şairlerde de bu tema aşkın çok katmanlı doğası içinde yer bulur ve bu derin aşk anlayışı yine ruhsal bir deneyim olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda toplumsal normların ötesinde bir anlatımla kendiliğinden anlatım biçiminin de ötesinde bir anlam bulur: “Yaradılanı sev, yaradan da ötürü.” Aksini iddia etmede inat edeceklerdir, fakat insan, kursağından uçkuruna kadar nefsiyle yaşar. İlmi açıdan da bu böyledir, bilimsel açıdan da. İlahi aşkın beşerin şaşkınlık halinde alacağı şekil ezelden bellidir. İnsanın insanla temas ettiği yerde ilahi yere varışı karşılıklı bir yarıştan başka bir şey olmayacaktır bu nedenle. Şems’in kaybı konusunda bu kadar bilgi yeterli bence… Şeyh ile müridi karşı karşıya getiren de budur. Tecrübe ile sabit. Bu yakada eşcinsellik üzerine bahisler açılırsa, hoş bir yere gitmez yani.
Fakat şuradan başlayacak olursak, birçokları edebiyatta eşcinsellik üzerine ilk kitapları anımsamaya çalıştığında Attilâ İlhan’ın “Fena Halde Leman”ını anımsayabilirler. Bu konuda buradan başlamaları belki onlar için en iyisidir de. Attilâ İlhan, ulusalcıların da çoğunun hoşuna gitmeyen bu konuyu kitap boyunca sadece cinselliğin birçok çeşidi üzerinden cinsel kimlikler bağlamında kaleme almamıştır. Yalnızca kadın kadına ya da erkek erkeğe bir ilişkiden değil, biseksüellik, transseksüellik gibi kavramları da irdelemiş, yanı sıra edebiyatını bu yanıyla ortaya koyan birçok şairden, yazardan da sözler etmiştir. Kendi düşüncelerini bu oluşlar, yaşayışlar üzerinden de ortaya koymuştur böylece. İlhan, bu konuyu cinsel kimliğin değişimleri üzerinden tanımlamış olsa da cinsel kimlik sadece kişisel değişkenlikler üzerinden ortaya çıkmaz. Bu, yeni bir kelime öğrenmek gibi farklı düşünlere doğru yön almanın kelime darcığını genişlettiği bir sürece benzemez. İyi saklanırsa, neden saklanması gerektiği konusunda benim de bir fikrim yok, fakat toplumsal tepkilerin insanda yaratacağı korku dışında düşünler darcığını genişletmek açısından da bir fark yaratmıştır aslında. Toplumumuzda birçok konunun üstünün örtülmesi, kapalı kapılar ardında belli bir ortamda tartışılması ya da sadece kimi metinlere konu olarak hapsolması bizim edebiyatçılarımızın, aydınlarımızın, âlimlerimizin de hatasıdır. Bu konularda da yapıcı sözler ediyor olmanın yaratacağı düşmanlar dolayısıyla duydukları korkunun tepelerinde durup kendilerine yön tayin eden politik güçlere boyun eğmelerinden başka bir anlamı yoktur. Haliyle neyi var sayıp neyi yok saymaları gerektiğine de böylece karar verirler.
Fena Halde Leman, Attilâ İlhan
Türk Edebiyatı’nda eşcinsellik yeni bir konu olmadığı gibi insanlık tarihinde de yeni bir hadise değildir. Doğrusu buna “hadise” demek de doğru değildir. Sıradanlaşmış, çünkü çoğunluğun kimlik edinişlerine bakılarak normal addedilmiş bir yaşayış ve varoluş biçimi olarak yok sayılan, kabul görmekte güçlükler yaratan eşcinsellik tarih boyunca farklı kültür ve toplumlarda çeşitli biçimlerde var oldu. Antik Yunan’da özellikle erkekler arasında çok yaygın ve bazı toplumlarda eğitim, arkadaşlık bağlamında normal de karşılanıyordu. Roma İmparatorluğu’nda da benzer ilişkiler vardı, ancak sosyal statü ve güçler dinamiği bunda da önemli bir rol oynuyordu. Orta Çağ’da, Hıristiyanlığın etkisiyle eşcinsellik genellikle tabulaştırılmış ve suç olarak görülmüştü. Fakat bazı dönemlerde, özellikle İslam kültürlerinde, eşcinsel ilişkiler daha kabul edilir hale gelmişti. 19. ve 20. yüzyıllarda eşcinselliğe yönelik tutumlar yavaş yavaş değişmeye başladı. Psikoloji alanında, eşcinsellik bir hastalık olarak görülmüş ve tanımlanmıştı da. Doğrusu bunun bir hastalık olarak yorumlanmasına katkılarda bulunanların, bu bir hastalıksa, bu hastalığın nedenleri arasındaki yerlerini sorgulamaları da gerekirken, 1970’lerde bu görüşler toplumsal yapıya mahsus bir biçimde değişti ve eşcinsellik normal bir cinsel yönelim olarak kabul görmeye başlandı yeniden. Bu meseleyi kimi dönemlerde kabul görülen kimi dönemlerde ise “sapkınlık” diye tanımlayan toplumun kitle yönetimini eline geçirenlerin eseri olduğu gerçeğini de atlamayalım tabii. “Öteki” de daima böylece var edilir, çünkü onun bu düzendeki rolü ona biçildiği halde ona hiçbir zaman giydirilmeyen bir kaftan gibidir.
Bugün artık birçok ülkede eşcinsellik, insan hakları kapsamında korunmakta, ancak hâlâ bazı yerlerde ayrımcılık ve yasaklarla karşılaşmakta… Eşcinselliğin tarihi, toplumsal normlar, güç dinamikleri ve kültürel değişimlerin de bir yansıması olarak bugün de varlığını sürdürmekte. Türk Edebiyatı’nda eşcinsellik, tarihsel olarak ne kadar tartışmalı bir konu olsa da Osmanlı İmparatorluğu döneminde, özellikle Divan Edebiyatı’nda şairler arasında homoerotik temalar sıkça işlendi. Saray kültüründen, yöneticilerin bu bağlamdaki güç gösterisinden söz etmiyorum bile. Merak edenlerin “tu kaka” bu meseleleri Osmanlıca kaynaklardan taramalarını salık veririm. Şairler hemcinslerine duydukları derin sevgi ve hayranlıklarını şiirlerinde dile getirirken bunların şiirlerde sadece bir tema olduğu düşüncesini açık ya da kapalı, ama mutlaka en anlaşılır biçimde ortaya koymuşlardı. Asla tamamını kapsamayarak, Divan şairleri genellikle erkek sevgililer üzerine yazdıkları eserlerle tanınmışlardır zaten. Nedim, Fuzuli, Baki, Zati, Ahmet Paşa gibi şairlerin yanı sıra sarayda üç büyük aşk yaşamış ve ardından kendini sokaklarda bulmuş olan “Defter-i Aşk”ın yazarı Enderunlu Fazıl’ı da saymak kâfi gelecektir. Birçok eserde eşcinsellik açıkça ifade edilmemiş olsa bile anlam katmanları ve imalarla doludurlar. Zira şiir bir ima sanatıdır da şairlerin imanlarına göre şekil alan.
Enderunlu Fazıl
20. yüzyılın başlarından itibaren, özellikle Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati topluluklarında, eşcinsellik daha da açık bir şekilde ele alındı. Halit Ziya Uşaklıgil gibi yazalar da örneğin, karakterlerinde eşcinselliği bir tema olarak işledi. Fakat bu yazarların, şairlerin eserleri açık ya da kapalı işledikleri eşcinsellik teması yüzünden edebiyatın dışında bir edebiyat olarak nitelendirilmedi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminin ilk kadın illüstratörlerinden Sabiha Rüştü Bozcalı ve Orhan Kemal gibi ressam ve yazarların eserlerinde de bu tema yer almıştı. Okur ya da okurun mensubu olduğu toplumu yönetenlerin kendi ideolojik programlarına hizmet için öne sürdüğü birçok yazarın da bu temayı işlediği kitapları oldu. Kimi, evet, eşcinseldi, fakat eşcinsel olmadığı halde de bu temayı işlemiş birçok yazar Türk Edebiyatı’nda bunu bir “mesele” olarak işlerken taraflı ya da tarafsız yok sayılamayacak, edebiyatın bir kenarına atılıp üstü örtülmeyecek bir konuyu işlemenin bilinciyle de bu temayı eserlerinde az ya da çok, görünür ya da şifreli bir biçimde işlemişti. Ferid Edgü, Selim İleri, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Kamuran Şipal, Nahid Sırrı Örik, Murathan Mungan, Perihan Mağden, Ayşe Kulin, Ahmet Tulgar, daha pek çok isim. Ahmet Hamdi Tanpınar kitaplarında da bunu görmek mümkün...
Bugün artık bütün külliyatı İthaki Yayınları’nca yeniden okurla buluşan Mehmet Bilâl Dede de o isimlerden biri, ancak bir tek farkla ayrılıyor onlardan. Katmanlı bir biçimde edebiyatını ortaya koyarken gizil bir biçimde yapmıyor bunu. İbnelikle geyliği ayırıyor bir kere, olması gerektiği gibi. Bir tek damardan akıp giden edebiyatın tam ortasında işliyor metinlerini. Sadece siyasi değil, edebiyat ortamına da hâkim olmaya çalışanların iktidar kılıçlarıyla herkesin herkesi dürttüğü, bugün durulması en zor yerde durarak yapıyor üstelik bunu. Karakterlerini gizlemediği gibi onların kişisel tarihlerinin toplumsal tarihin akışı içinde aldıkları yaralanma biçiminden de söz ediyor açıkça. Toplumsal tabuların, ayrımcılık ve stigmatizasyonun, pazar taleplerinin, eğitim ve farkındalık eksiklerinin, kültürel dayatmaların etkilerini de sığdırarak kitaplarına. Bastırmadan, kamufle etmeden, toplumsal değişimlerin gerçekleşme biçim ve hızına da hiç aldırış etmeden bütün bunlara yine bütün bunların etkilerini de yansıtarak.
Mehmet Bilâl Dede
Mehmet Bilâl Dede’nin “Adresinde Bulunmadı”, “Unutmadan”, “Üçüncü Tekil Şahıs” adlı kitapları üzerine daha önce de yazmıştım. Tekrar yazma sebebim bir edebiyatçı değil, bir sosyologun gözüyle de yazılsın isteğimden doğdu. Biz toplumu yönetenlerin dönemlere damga vuran davranışçı yaklaşımları yüzünden toplumca her şey hakkında söz sahibi olduğumuzu sandığımız konularda yaratıcının yarattıkları üzerinde hamleler geliştirirken kimlere ne için hizmet ettiğimizin çok farkında olmayan bir toplumuz. Belki de hep beraber düşünmenin nasıl vücut bulduğu konusunda pratikler geliştiremiyoruz. Üzerinde baskı kurduğumuz her şeyin bu basınç altında ezileceği düşüncesinden zeminin bozacağı düşüncesine de bu yüzden gelemiyoruz. Oysa toplum olarak neyi muhafaza ediyoruz ya da neyi muhafaza etmeliyiz? Koca koca Tarih kitaplarında “Büyük Attilâ”nın tarihi varoluşu yanında “Adresinde Bulunamadı”daki “Attilâ”nın tarihi yok hükmünde mi kalacak yoksa?
Mehmet Bilâl Dede sadece bir yazar ya da senarist değil. Sosyoloji mezunu bir yazar ve politika üzerine eğitim de almış biri. Bu açıdan bakabilirsek eğer her yazarın yazdığı her metnin sadece kendi arzularına hizmet etmediğini de görebiliriz. Hem toplumu tanımış hem o toplumu yönetenleri. Bu insanı muhafazakâr yapar mı, evet yapar. Herkesin kendince edindiği bilgi ve görüş açısıyla korunmaya ve muhafaza edilmeye muhtaç olanın neden korunması ve muhafaza edilmesi gerektiği konusunda bir izlek çizdirir. Bir sınıfa has değil, toplumun tamamını ilgilendiren bir şey bu. Birilerinin, elbette toplumu her açıdan kendilerine göre şekillendirenlerin emellerine karşı o toplumun bir parçası olduğu halde dışarıda bırakılan kısmı için de kalem sallaması gerek. Mevla’m kimseye hafıza kaybı vermesin, gerçi tarih not düşüyor zamana her şeyi. Bu bazen edebiyatla gerçekleşen bir tarihi yazım biçimi de olabiliyor bu metin gibi. Anne ben muhafazakâr mıyım? “Aşktan kutsal mıdır medeni yasa?”*
Muhafazakârım tabii!
*Mutlaka bir gün şiiri, Cemal Safi.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |