Akdoğan Özkan

14 Ekim 2024

ABD’nin başladığı işi İsrail tamamına erdirecek mi?

ABD’nin 11 Eylül akabinde başlattığı Orta Doğu’yu yeniden tanzim etme operasyonunu 7 Ekim sonrasında tamamlama gayreti içine giren İsrail “stratejik ortağı” ile el yükseltiyor. Soru: nereye kadar?

Washington yönetimi 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yönelik El Kaide’ye atfedilen saldırıyı nasıl Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme doğrultusunda bir fırsat olarak kullandıysa, İsrail de Hamas’ın 7 Ekim tarihli saldırısını aynı doğrultunun final etabı olarak kurgulamış görünüyor. Hatta bu iddiayı biraz daha ileri götürüp şunu söylemek mümkün artık sanıyorum: Ortada “İsrail vuruyor, ABD de bu “haşarı” müttefikinin en azından daha ileri gitmesini engelleyici sınırlamalar çiziyor, yetersiz görülse dahi ateşkes için gayret sarf ediyor” gibi bir durum yok!

Şunu demek belki en doğrusu; ABD’nin Orta Doğu’ya yeniden şekil verme doğrultusunda 11 Eylül sonrasında başlattığı işi İsrail, 7 Ekim sonrasında tamamlamaya uğraşıyor.

Çünkü Washington’un bu “biçimlendirme” işini bizzat yürütmek üzere Amerika içinde “rıza üretimi” yapabilme imkânı ortadan kalkmış durumda. Bu işi Siyonizm’in bir gereği olarak, böyle bir rıza üretimine de fazla ihtiyaç duymadan yapmaya hazır Netanyahu gibi bir lider varken, onun Filistinlileri insandan saymayan kurmayları varken, Beyaz Saray elini hem de seçimler öncesinde neden Orta Doğu’da daha fazla kana bulasın ki! Kongre’den geçirdiği 17,9 milyar dolarlık askeri yardımı abluka altındaki Gazze Şeridi'ni ve Lübnan’ı kesintisiz vurabilsin diye savaş gemileri üzerinden kritik silah ve mühimmat olarak sevk etmek ve diğer yandan da kenarda ateşkes istiyormuş gibi yapmak varken!

İki müttefik aynı hedefe “iyi polis/kötü polis” rol dağılımı yapmış bir “stratejik ortaklık” içinde yürüyorlar, velhasıl.

Durum budur!

Zaten işte bu stratejik (suç) ortaklığıdır Netanyahu’nun ABD Kongresi’ndeki konuşmasını 58 kez ayakta alkışlarla kestiren.

Bu suç ortaklığı kapsamında Washington İsrail’e her biri 900 kilogramın üzerindeki MK 84 veya BLU-109 gibi ABD yapımı sığınak delici bombalar vermiş, onlar da toprakta 12 metre çapında bir krater açabilen, 365 m ötedeki insanları bile öldürebilen bu bombalarla Lübnan’ı delik deşik etmiştir.

“Çerçevesi, kapsamı ne peki bu ortaklığın” derseniz...

Daha önce de değinmiştim: NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin aralarında İran’ın da olduğu ve “Şer Ekseni” olarak tanımladığı ülkelere askeri saldırı gerçekleştireceğini daha 2003’te kaleme aldığı “Winning Modern Wars”, (s. 130, New York: Public Affairs, 2003.) başlıklı kitabında yazmıştı. ABD’nin böyle bir stratejiye 11 Eylül (2001) saldırısı sonrasında karar verdiğini ifade eden Clark, görüştüğü bir Pentagon yetkilisine dayanarak Washington’un hedefindeki ülkelerin adlarını şöyle sıralamıştı: Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye, Lübnan ve İran. Clark aslında benzer sözleri 1991’de o tarihte Pentagon’un 3 numarası olan ve gerek Dünya Bankası başkanlığı gerekse de ABD Savunma Bakan yardımcılığı görevlerinde bulunmuş Paul Wolwovitz’den de duymuştu.

Suriye düşseydi, Tahran izole edilecekti

Tabii Tahran’da rejim değişikliğinin yolunun ilkin bu ülkenin bölgedeki müttefiki olan Suriye’yi istikrarsızlaştırıp iktidar değişikliğine gitmek ya da parçalamaktan geçtiği öngörülmüş ve 2011’de buna uygun adımlar atılmıştı. Suriye düşerse, İran’ın Akdeniz’e ulaşan kolları kesilmiş olacak, ardından Lübnan kolay lokma olacak, böylelikle Tahran yönetimi rahatça izole edilip kuşatılabilecekti.

Ancak masada yapılan planlar sahada aynen tutmadı. Gerçi Orta Doğu istenildiği şekilde yeniden istikrarsızlığın kucağına itilmişti, ama ABD ile İsrail’in Şam yönetimini devirme planları, ağırlıklı olarak Rusya’nın soluğu Doğu Akdeniz’de almasıyla akamete uğradı. (Tabii Moskova’nın Astana süreci partnerlerinden İran’ın Şam yönetimine verdiği açık destek ve ABD desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden üç kantonun birleşerek Akdeniz’e ulaşma hesaplarına takoz koyan Ankara’nın da gayretleriyle.)

Bu arada, Amerikan vergi mükelleflerinin baskısı Washington’u hem Suriye’den hem de Irak’tan asker çekmeye zorluyor, kesintiye uğramış Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme operasyonu bir türlü tamamına erdirilemiyordu. O arada Beyaz Saray yönetimi Amerikan kurgusunda “bizim asıl kötü adamımız” olarak tanımladıkları Rusya’ya (ve Çin’e) odaklanmayı seçince, “sonuna kadar gidilememiş” ve Orta Doğu’da Tahran’ı da içine alan hesap tam kapanmamış oldu. “İran rejimini devirme” işi bir başka bahara kalmıştı.

Sıra listenin son 2 ülkesinde

Ancak zaman “düşmanın” lehine işliyordu. İran’ın, üstelik de Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi Washington’un müttefiki olması gereken ülkelerle birlikte 1 Ocak 2024’ten itibaren aynı yolun yolcusu olarak BRICS üyesi olacağı kesinleşince, “bu iş ilerde hiç yapılamaz hale gelebilir,” diye düşünüldü. Zaten, temel hedef uranyum zenginleştirme programıyla İsrail'i bölgede nükleer silaha sahip ülke konumunda yalnız bırakmama gayreti içinde görülen İran’ı “çok geç olmadan durdurmak” idi. Nihayet, ertelenen o baharın (!) 2024 yılı ABD Başkanlık Seçimlerinin öncesinde başlamasına karar verildi.

7 Ekim’in hemen akabinde sıranın 11 Eylül sonrasında belirlenmiş listenin sonundaki iki ülkeye geldiğini anladık: Bundan sonra hedefte Lübnan ve İran olacaktı. Tabii Tahran rejiminin yıkılması, bu listedeki en kritik hedefti. İsrail, İran’ı ABD’nin doğrudan hedefi haline getirebilmek için çeşitli el-ense provokasyonlarıyla misilleme yapmaya ve ateşin içine dalmaya zorlayacaktı. Bu olamazsa da İran’ın bölgeden kademeli olarak çekilmesini umuyordu. Bu arada bir yandan Hamas’la mücadele bahanesiyle Gazze’nin kuzeyini Yahudi yerleşimcilere açmak için etnik temizlik uygulanacak, bir yandan da Hamas’a açık destek veren Hizbullah’ı bölgeden atmak üzere Lübnan hedef tahtasına oturtulacaktı. Ardından da İran planı devreye sokularak rejim yıkılamazsa bile, ülke altyapısı ve yönetim kurumları parçalanarak, toplumsal doku ve birliği yerle bir edilerek iç savaşa sürüklenmeye zorlanacaktı. 

Bunun için Netanyahu’dan daha iyi uygulayıcı da bulunamazdı. Netanyahu, bir soykırımcı Siyonist olarak aslında yargılanması gerekirken, ABD Kongre’sinde dakikalarca ayakta alkışlanıyorsa, Washington’un bölgede sönümlenmeye yüz tutmuş orijinal hedef ve rüyasına o iddianın yüklenici ortağı olarak kimsenin katamadığı can suyunu verdiği içindi.

Nereye kadar gider, nasıl biter?

Şimdi sorumuz şu: ABD’nin Orta Doğu’ya yeniden şekil verme doğrultusunda 11 Eylül sonrasında başlattığı ama tamamlayamadığı işi 7 Ekim sonrasında kotarmaya yönelen İsrail nereye kadar gider? Misyon başarıyla tamamına erdirilir mi?

Olası bir İsrail- İran çatışmasında Tahran’ın elindeki en büyük kozun 1400 km menzile sahip, hipersonik Fettah füzeleri olduğu düşünülse de aslında New York’u dahi “vuracak” başka bir kozunun Amerikan yönetimini kara kara düşündürdüğünü daha önce yazmıştım. Ciddi bir saldırıyla karşı karşıya kaldığında İran’ın Körfez monarşilerindeki petrol tesislerini vurmasıyla sonuçlanabilecek bir misillemesinin ya da Hürmüz Boğazı’nı kapatmasının türev piyasaları çökertebileceği, hatta bununla da kalmayıp dünya bankacılık sisteminde ciddi yaralar açabileceğinin ihtimaller dahilinde olduğunu unutmamak lazım.

Şu anda “masa,” kademeli bir şekilde tüm opsiyonların devreye sokulabileceği geniş ve ürkütücü ihtimaller yelpazesi barındırıyor. Bölgede öngörülen bir Şii – Sünni çatışması yaşanmadı. Ancak giderek karmaşıklaşan ortamda neler olabileceğini tahmin etmek kolay değil. İsrail’in kendisini savaşa çekme yönündeki tüm provokasyonları karşısında soğukkanlı ve itidalli bir tutum takınan ve Orta Doğu’daki ateşin büyümesinden kaçınan İran’ın beka tehdidinin kritik bir eşiğe ulaştığına hükmetmesi durumunda ne yapacağını bilmiyoruz.

Tahran tamamen silahların konuştuğu bir noktaya gelmemek için Batı ve İsrail ile çok uzun süredir ciddi çaba sarf etti. İran Nükleer Anlaşması olarak da bilinen 2015 tarihli JCPOA (Ortak Kapsamlı Eylem Planı) bu çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. Tahran nükleer başlıklı füze yapımına gidebilecek uranyum zenginleştirme programından vazgeçecek, karşılığında da Batı yaptırımları kademeli olarak kaldıracaktı. Tam Batı’nın İran ile ilişkileri normalleşiyor mu derken, 2018'de bu anlaşmadan ABD’nin imzasını çeken Donald Trump ile ilişkiler yeniden gerilemeye başladı. Biden dönemi eldeki bir çuval incirin iyice berbat edildiği yıllar oldu. Kasım ayındaki seçimlerde Başkanlık koltuğuna oturacak kişi ister Trump ister Kamala Harris olsun, daha iyiye gitme ihtimali de maalesef çok zayıf.

Bizler tam bu düşüncelerle yoğunlaşmış iken 5 Ekim akşamı İran'ın Simnan eyaletindeki Aradan şehrinde kaydedilen ve aletsel büyüklüğü Richter ölçeğinde 4,6 olarak ölçülen bir deprem meydana geldi. Kimilerine göre, bu İran’ın nükleer başlıklı füzelere artık sahip olduğuna ve caydırıcı bir önlem olarak önce yer altı nükleer testini gerçekleştirdiğine işaret idi. İsrail bu nedenle frene basıp Tahran’a yönelik misillemesini geciktirmiş idi. Gerçek böyle mi emin değiliz, ama bundan sonra olacakları tahmin etmek yine de kolaylaşmıyor. Gerçi, İran Milli Güvenlik Konseyi’nin gayrı resmi medyası gibi değerlendirebileceğimiz NorNews haber sitesi bu spekülasyonları “söylenti” olarak nitelendirerek reddetti ve nükleer denemelerin İran'ın nükleer ve savunma doktrinine aykırı olduğunu vurguladı ama “şüyu vukuundan beterdir” deyişinde olduğu gibi, İsrail’i daha itidalli değerlendirme yapmaya itmiş olması muhtemel. İran’ın hipersonik silahlar da kullandığı son füze saldırısında epey bir canı yandığı sonradan anlaşılan İsrail’in adımlarını artık daha dikkatli tartarak atacağına şüphe yok.

Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı kararından başlayarak uluslararası örgütlerin hükümlerine uymamış, uluslararası toplumun hassasiyetlerini hiçbir zaman umursamamış İsrail’in İran’ı ne şiddetle ve ne şekilde vurmaya yeltenebileceğini bilmiyoruz.

Caydırıcılık sığınağı (!)

Tek bildiğimiz, Batı'nın “kurallara dayalı düzeninde” uluslararası hukuk, kural ve teamüllerinin İsrail ve Batı’nın soykırımı karşısında hiçbir engelleyici kudretinin olmadığı. Bu şartlar altında görüyoruz ki, İsrail ve ABD’yi -en azından listenin sonundaki hedef ülke bahsinde- caydırabilecek en güçlü faktör, Tahran’ın Netanyahu’yu anavatanında nükleer bir misillemeyle vurabilecek güce kavuşmasıdır. Ortada tutunacak, kuralları enforse edebilecek, güvenilir bir uluslararası örgüt, uyulan en temel hukuki kurallar kalmadığında, İsrail Birleşmiş Milletler Barış Gücü mevzilerine dahi ateş açabilecek pervasızlıkta olduğunda, geriye barış adına güvenebileceğimiz tek şey olarak bu nükleer caydırıcılık kalıyor, maalesef.

Bu bağlamda, CIA Direktörü Willam Burns’ün, bir hafta kadar önce “İran’ın nükleer bomba üretmekte acele ettiğine dair kanıt görmüyoruz” şeklindeki sözlerini belki de İran’a saldırı için gerekçe silmek olarak değerlendirmemiz gerekecek.

Yine de tüm bölgenin ateşe verilebileceği çok kritik bir dönüm noktasındayız. Beyaz Saray’daki iktidar vakumu ile birlikte Siyonist lobilerin ABD’deki siyasi karar alma süreçlerine etkisinin stratejik ortağının peşinden giderken Beyaz Saray’ın -silinmiş gibi duran- o gerekçeye irrasyonel bir tutumla dönmesinin yolunu açabileceğini ve büyük bir bölgesel savaşın kapısının aralanabileceğini unutmamak lazım.

Dolayısıyla, İran liderliği pek yakında askeri savunma doktrinini stratejik muğlaklığa yer bırakmayacak ölçüde değiştirme yoluna gider ve eskalasyon üstünlüğünü İsrail’in elinden alma potansiyeli taşıyan yeni bir tehdit ve mukabele tanımı yapar, geçmişten farklı net bir tutum alırsa şaşırmamak lazım.

Bu süreçte şaşırmamamız gereken bir diğer ihtimal, Ankara’nın da milli güvenlik ve savunma siyasetini güncellemesi olacaktır.