Zülfü Livaneli

25 Ocak 2020

Dayanışma ve onur: Vurulduk ey halkım unutma bizi

"Vurulduk ey halkım unutma bizi" dizesinin onun büyük adıyla bütünleşmesi hayatımın en büyük acılarından ve onurlarından birini yaşattı bana

İnsanların bu kadar bireyci ve kariyer düşkünü olmadığı dönemlerde, aydınlar arasında sık sık dayanışma örneklerine rastlanırdı.

Yılmaz Güney hapiste iken yapılan filmler gibi. Onun Sürü senaryosunu filmleştiren ekipten hiç kimsenin aklına para almak gelmemişti. Ne yönetmen, ne oyuncular, ne müzisyen bir kuruş almıştı.

Bu bir dayanışma işiydi. 1978 yılındaki sinema ödüllerinin Harbiye Açıkhava’da yapılan töreninde hemen hemen bütün dallarda ödül alırken onurluyduk, gururluyduk ve dayanışma denilen mucizenin sevincini yaşıyorduk.

Yaşar Kemal, Onat Kutlar, Gençay Gürsoy, Uğur Mumcu, Erdal Öz dayanışmaya inanan, gerektiğinde güç durumdaki dostlara yardım eden, hepimizin güvendiği kişiliklerdi. Şahsen ben hem hapis döneminde hem de sonrasında bu dostlarımın çok yardımını gördüm. Fırtınalı darbe dönemlerini bu dostlarla kol kola girerek atlatabildik. 1973 yılında onların desteğiyle yurt dışına çıktım ve idam edilmiş, vurulmuş, işkence görmüş arkadaşlarımıza yaktığımız ağıtları içeren bir uzunçalar kaydettim. Bu albümde de bir dayanışma vardı elbette. Brüksel sürgünündeki Doğan ve İnci Özgüden yayınlamıştı bu uzunçaları. İçinde benim yazdığım ve halktan aldığım ağıtlardan başka Yaşar Kemal’in Ulaş ağıdı, Gülten Akın’ın da Ayvaz ağıdı vardı. İkisinin de adını albüme basamamıştık. Çünkü Türkiye’de darbenin kıskacında yaşıyorlardı.

O ağır ve zalim günleri anlatan bir şiir yazmış, bunu da albümün sonuna koymuştum.

"Hayın tuzaklarda, kan uykularda/ Vurulduk ey halkım unutma bizi/ İşkenceler için tahta çarmıha/ Gerildik ey halkım unutma bizi" diye başlayan üç kıtalık bir şiirdi.

Albüm Türkiye’de bakanlar kurulu kararıyla yasaklandı. (Hâlâ yasaktır, korsanlar dışında bu ülkede hiç yayınlanmadı.)

O dönemlerde "Sürgün uzun süren ağır bir hastalık gibidir" diye yazmıştım. İnsan sürgünde kendisini kuyunun dibinde değersiz bir taş gibi hisseder. Unutulmuştur, yoktur, kimliksizdir. Sanki arkadaşlarıyla birlikte olduğu bir tren vagonundan karanlık bozkıra yuvarlanmış gibidir. Uzaklaşan trenin ışıklarını umutsuzca izlemekten başka bir şey gelmez elinden. Ülkeden gelen en ufak selam bile çok önemlidir. Yaşar Kemal’den, Erdal Öz’den, Ahmed Arif’ten gelen mektuplar can ilacı gibi gelir.

Böyle bir dönemde Uğur Mumcu gibi önemli bir yazarın Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şiirimden esinlenen bir yazı yazdığını ve epey sonra elime ulaşan bu yazının beni nasıl sevindirdiğini düşünün. Stockholm’deki minik sürgün evimin duvarına astığım bu yazının, bana ve aileme nasıl dayanma ve direnme gücü verdiğini gözünüzün önüne getirin.

Sonradan Sezer Duru, büyük yankı uyandıran Sesleniş yazısı için Uğur’a "Sen pek duygusal yazı yazmazsın. Bu yazı ise şiir gibi" dediğinde Uğur o yasak albümü defalarca dinlediğini ve bu yazıyı kaleme aldığını söylemiş.

Sonra o faşizmin ve zulmün karanlığı bu müthiş aydını bizlerden kopardığında, bu yazıda leit motiv olarak kullandığı "Vurulduk ey halkım unutma bizi" dizesinin onun büyük adıyla bütünleşmesi hayatımın en büyük acılarından ve onurlarından birini yaşattı bana.

1978’de Türkiye’ye döndüğüm zaman yine bir gözaltı zulmünde Ülker’in koştuğu ilk isim yine Uğur olmuştu ve o yine beni kurtarmak için kolları sıvamıştı.

Bu büyük dostun anısı önünde saygıyla eğiliyorum.


T24’ün notu: Bu yazı Elazığ’daki depremden önce yazıldı. Can kayıpları için başsağlığı ve sabır, yaralılara şifa diliyoruz.